- 602 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEVGİLİ BEN!!!
HİÇBİR ŞEY
SANDIĞIM GİBİ OLAMADI BURALARDA
Sevgili ben;
Adını sayıkladın yıllarca bu şehrin, çıldırımtırak, delimsirek hezeyanlarla ille de o şehir diye. Al sana o şehirdesin. Tepe tepe yaşa kahreden yalnızlığını. Ne sanıyordun? Kaçınca, yalnızlığından kurtulabileceğini mi? Kaçabileceğini mi daha doğrusu? Neden, kimden, nereye kadar? Hep dediğim gibi yalnızlığını yanında götürdüğün sürece, her yerde yalnız olacaksın. Ve sen hangi şehirdeysen, o şehir yalnızlık dünyasının tam orta yeridir.
Ya da, avutacak, unutturabilecek mi sanıyordun bu şehir yalnızlık denen o illeti?
Bence sen kendinden kaçıyorsun. Kendikendineliğinden. Kendini bırakmadıkça geride, sen seninle olduğun ve taşıdığın sürece kendini her gittiğin yere, kendinleyin bakış açıları, değerler aradığın sürece, seni karşılayan, hep yalnızlık olacak yakana yapışarak vebal gibi.
Bu özgün kişiliğini, daralan bir elbiseymişçesine sıyır, çıkart öncelikle üzerinden özgecil yaşam biçiminle birlikte. Ama iş’e, kişiliğine oturmuş özge yoğrumunun izlerini silmekle başla bence.
Biliyorum. Sus, söyleme biliyorum. Yapamaz, beceremezsin!
Ara sıra kaldırıp başını kendinleliğin özgeliğinden; silkinsen biraz, bu defa kesin, bu defa dönümsüz deyip de.
Olmayacak, beceremeyeceksin biliyorum!
Sen busun. Öncül değerlerinin duvarlarını yıkamazsın, aşamazsın olmazsa olmazlarının engelini, silemezsin yoğrumunun kişiliğine pekişmiş resmini!
Bu da olmuyor. Böyle de olmuyor hiç. Kırk yılda bir yeltendiğinde, kendinleyinliğin dışında bir tek adımı bile atmakta zorlanıyor, beceremiyor, vazgeçiyorsun telâşlarla.
Sonrasında da, pişmanlıklar, keşkeler, utanmalar, ayıplamalar kendini başkalarına fırsat vermesiz telâşlarla. Daha sonrasında da ağlamalar. Öyle böyle değil, güz yağmurlarını kıskandıran sağanaklar. Telâşla geri koşmalar. Yerini kaybetmekten korkarca, duvarlarının, o özenle ördüğün duvarlarının içene dönmeler, kilit üstüne kırk kilit vurarak.
Daha bir boğulmalara, daha bir kendikendineliğe, buz gibi çarşaflar arasında boşluğu kucaklayarak ve yine yalnızlığınla yüzleşerek. Her hastaneye gidişinde olduğu gibi, her defasında, bir öncekinden daha yalnız, her defasında en yalnız bulduğun gibi koridorlarında.
Nereden geldi şimdi aklıma bilmem. Sen, nedense Nisan’ı seversin aylardan, bir de Eylül’ü. Oysaki her iki ayda da seni tutkuyla bağlayacak güzel bir anı olmadığı gibi, kötü veya acı da yoktur. Nisan’da sen doğmuşsun. Ondan mı bilmem, Nisan’da hayata gelişinden mi pek bir seversin Nisan’ı. Belki de. Peki Eylül? Eylül pek de sevilmez aslında. Sıcakların, sıcaklıkların bitişiyle, kışın ve sorunlarının gelmekteliğinin haberdarıdır aynı zamanda. Öğrenciler için de sıkıntılı bir dönem başlangıcı. Hazandır, hüzündür hatırlattığı. Ama sen onu da çok seversin. Hüzün olmaya hüzündür senin için de bir yerde gerçi. Ama daha öncel çağrımı gizemdir.
Hüznü de seversin aslında. Öyle bol acılı değil. Tam zıttı tatlılıkta da değil. Ne bileyim, hoş, hani sıcak bir yaz günü içilen bir limonata gibi, tatlı ama o tada yakışır kekremsilikte bir hoşluk. Veya sütlü bir tatlı gibi, az şekerle kotarılmış, hafif.
Hep gökyüzüne savurdun oltanı bildim bileli, herkesin tersine. Yıldız takılır diye bekledin umarsızca belki bir gün, o hep istediğin, o hep beklediğin, en parlak, en büyük olanı kendi değerlerince belki de, kim bilir!
Bilmem ki nedendi bu sıra dışılık, bu aykırılık. Kendiliğinden, kendince, kendi kendine bir çırpıntılı beklenti.
Olmayacağını bile bile, olamayacağını göre göre, inadına balık ummak göğün maviliğinden, denize inat!
Yalnızlığın bu kadarı fazla işte!..
Ne acı bir yalnızlık o yaşamakta olduğun! Seviyorum deme, görmüyor musun nasıl çürüttüğünü, erittiğini yok etmeye çalıştığını seni!
Saklamaya çalışma, gözümden kaçmıyor attığın hiçbir adım.
Bazen, büyük bir özenle hazırlıyorsun o yalnız yatağını, paylaşımsızlığına inat. Özlenen sevişmeler nöbete duruyor akşama dönüşüne. Unutuyorsun, gün bir dağın ardını aşarken, diğer bir dağın ardından göveren geceye bıraktığı yerde yerini, giriveriyorsun sıcak koynuna farkındasız. Sözde umursamaz bir telâşla dönüyorsun arkanı tüm sevişmelere, uyuyup gidiyorsun; adı uykuysa seni kollarına alanın. Ağlıyorsun çoğu kez, uykunun en derininde bile. Bağırıyorsun bazen de, avazın çıktığı kadar imdat isteyerek. Kimden kim bilir o yardım talebin ve neden korkmak, neyin kâbusu korkularla uyandığın?! Oturup koca yatağın ortasında, kaybolmuş, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyorsun, iyice boşalana kadar içindeki boşluk.
Müebbet yalnızlığa hapsedip kendini, küçük küçük cennetler yaratarak, sanal bir âlemde kaybolup gitmene izin vermemeliyim! Ama nasıl?
Suretle, siret eşitliği arıyorsun her karşına çıkanda. Yok! Bulamıyorsun! Bulamayacaksın da, niye anlamıyorsun hâlâ inatla? Ve düzgün, doğru insanlar aramaktan ve umutla beklemekten vazgeçmiyorsun? Kış güneşi gibi ısıtmayan dostlardan, çıkarlara maske sevgilerden sıkıldın biliyorum. Öyleyse dostluk dolu, sevgi dolu avuçlarını uzatıp, aynı sıcaklıkla tutulmasını, ısınmaları niye düşlüyorsun hâlâ?!.
Bu aymazlık niye?
Niye hâlâ anlamamakta ısrar ediyorsun?
Anlamasına çoktan anladın aslında. Anladın da, olması gerekeni, kabul görmezliğini kabullenemiyorsun anladıklarından ziyade. Niye uygulayamıyor, hayata geçiremiyorsun bir türlü, her güzüne sokuluş, her kafana vuruluş ve yüreğin yaralanıp yıkılmışlığında kesin karar almışlıklarını? Unutuveriyorsun onca yaşanmış acıyı, daha bir merhaba denilişinde.
Belki de önemsemeyişinden ha var ha yok oluşlarını. Gecelerle dost olmayı öğrendin çünkü. Yalnızlıkla kol kola yaşamayı da seviyorsun. Hiç birini, hiç kimseyi istemiyorsun artık yaşamının hiçbir yerinde. Sıkılıyorsun üstelik varlıklarından. Senin yalnız kalabalıklarının güzelliğini görebilse, bilebilse kalabalıkların yalnızları hasetlerinden çatlarlardı inan!
Umutla yaşadığın süreçte yalnız değildin sen biliyorum. Bir sen gibiden ümidini kesişin bu günkü yalnızlığının nedeni!
Sen çok güçlüsün aslında! Zaman zaman güçlüyü mü iyi oynuyorum acaba diye sorgulasan da kendini, pekâlâ biliyorsun ki çok güçlüsün. Bir düşünsene bu güne dek yaşadıklarını, üstesinden geldiklerini ve hâlâ ayakta onurla durabilişini. Gurur duymalısın kendinle. Kaç babayiğidin harcı, aştığın dağları tek başına aşabilmek. “Yaralandım, tükendim, yoruldum” deme bana. Kendini kandırabilirsin belki, beni asla. Ben senin gücünü iyi biliyorum. Bu yokuşu da çıkacaksın, bu defa biraz fazla yorulacaksın gibi geliyor gerçi bana da. Ama sen becerirsin. Sen dağlar aşmış kişisin, bu yokuş mu ürkütecek seni? Ayıp olur, yakışmaz, utandırırsın beni, boğulursan o küçücük su birikintisinde; devasa dalgalar, korkunç kasırgalarla boğuştuğun okyanuslardan, başarı ve alın aklığıyla çıkmışken.
Hadi toparlan; şimdiye dek olduğu gibi, hayatın seni yönlendirmesine ve kullanmasına izin verme. Sen yönet yine onu. Sen kullan. Vazgeç bu teslimiyetten. Yer alma onun rezilliğinde. Yalnızlıksa da alternatifi, olsun varsın. Kendi kendine, kendinle, kendince bir hayatı yaşa.
Yaşa diyorum ya, sormadan da edemiyorum. Kendi şerefine, kendi sağlığına içmekten usanmadın mı, karşında hiçbir zaman kalkmayan kadehin acı iniltisiyle? Yeter, içe içe sırf şeref, son derece de sağlıklı oldun. Neye yarar tek başına?
Sultanlıkmış!..
Hıh... Tebaan olmadıktan sonra, sultan olsan neye yarar!
Daha ne kadar erteleyeceksin düşlerini? Her şeyi geleceğe bırakıp, hayatı ıskaladın hep bu güne kadar. Kaç günlük ömrün kaldı geriye? Sığdırabilecek misin onca düşü, o daralan kısacak zamana? Belki o bile yok birazdan sonra!
Bu gün bu tarzınla hiçbir yerdesin ve hiç kimseyle!
Kendin bile yoksun bulunduğun yerde, görmüyor musun?
Niye böylesi inat?
Yoruldum uğraşmaktan seninle!
Lâf dinlemezliğine nutkum tutuluyor!
Ne diyeyim?
Zorla da olmaz ki!
Tutup elinden zorla sürükleyemem ki seni.
SEN OLAMADIĞIN,
OLAMAYACAĞIN BİR YERLERE!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.