- 688 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Öyle Bakan Biri
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kabanın yıpranmış kol ağzına baktı. En çok orada var oluyormuş gibi; sanki en çok orası onu tanımlıyormuş, hayatına, nerden geldiğine, nasıl bir işte çalıştığına ayna oluyormuş gibi uzun uzun, hiç son vermeyecekmiş gibi büyük bir sabırla...
O yıpranmış bölge, hatta en yeni hâliyle de olsa kabanın kendisi, onu ilk kez gören birine bas bas bağırıyordu: Nasıl biridir, nelerden hoşlanabilir, hayatında hiç denizde motorla gezmiş midir?..
Aslında onların duydukları o bağırışların çoğu da ön yargıdan öte gitmeyen, asılsız şeylerdi ya! Mesela şimdi, bu otobüstekiler arasında kim bilebilirdi ki onun en çok neyi sevdiğini?! Giysilerinden yola çıkarak onda çekirdek çitleyip dedikodu yapan mahalle kızını bulanlara, çekirdek sevgisinin ille de lak lak edip onu bunu çekiştirmekle bir ilişkisi olmadığını haykırmak gelirdi bazen içinden. Yani böyle bir aşağılamaya maruz kalmamak için ille de şık giysiler mi olmalıydı üzerinde? Sade ve bir parça yıpranmış bir giysiyle aynı eylem çok farklı bir anlama mı bürünüyordu hemen?
Hiçbir zaman bedenini örten şeylerin benliğine ilişkin olanlarla bir bağlantısı olduğunu düşünmemiş, dış görünümle insanları değerlendirenlerden her zaman nefret etmişti.
Ama yadsınamayacak kadar kesin bir gerçek de vardı ki; giysilerin hayat tarzını yansıtan bir işlevleri vardı. Çok detaylara ilişkin şeyler hakkında bir fikir veremeseler de yine de kaba çizgileriyle bir çerçeve sunuyorlardı söz konusu kişinin yaşamı hakkında. Hele o çerçevenin içine nelerin asla sığışamayacağı konusunda şaşmaz bir pusula olabiliyorlardı.
Gerçi şimdiye dek o sığmayan, fazla gelen şeylerin hiç de eksikliğini hissetmemişti. Mesela bir yatla günlerce seyahat etmek, deniz kokusunda sonsuzluğu solumak gibi şeyler çok gösterişli ama içi boş paketleri getirirdi hep aklına nedense. Bazen o yattakilerden biri olduğunu hayal eder; ne hissedeceğini, hayata dair neler düşüneceğini tahmin etmeye çalışırdı. Ama kendisini edilgen bir konuma getiren, kontrolü elinde tutup ona söz hakkı vermeyen buyurgan bir gücün hükmü altında hissetmeye başlardı bir süre sonra kendini. “Ben ne yapacağım ki orda” derdi. “Başka kadınların mücevherlerini ışıldata ışıldata kadehlerinden yudumlar almalarına bakıp da bir aynada kendimi seyreder gibi ‘ne muhteşem kadınım ben’ mi diyeceğim? Hadi, dedim diyelim... Eee, ne olacak yani? Böyle düşünmekle başım göğe mi erecek; hiçbir şey yapmadan kendimi çevremdeki ihtişamın derecesiyle ölçünce, içim daha az mı sıkılmaya başlayacak? Yanlış giden bir şeyler olduğuna dair zihnimde gitgide yükselen sesler sus pus mu olacaklar bir anda? Bu anlamsızlık, hayatımdaki bu sasık çorba tadı, bu eksik kalan tat tuz yok mu olacak yerlerini tam aksilerine bırakıp da? Mesela sırf ben böyle güvertede son derece şık giysilerim, mücevherlerimle uzanmış, caka satarken; küskün bir çocuğun yüzünü güldürmek için saatlerini harcayan, aylarca önce vitrinde görüp bayıldığı o çanta için iki kuruş maaşından ayırdığı paranın önemli bir kısmını gözden çıkarıp ona bir şeyler alan o genç kızın hissettiği iç huzurunu ve bütünlüğü hissetmeye mi başlayacağım birden?”
Hayır, asla özenmiyordu o kadınlara. Onun meselesi maddiyata dair şeyler değildi kesinlikle. Maddi imkansızlıklar irili ufaklı taşlar koymuyor da değildi yoluna gerçi... Ama bu tek başına çok da büyük bir sorun değildi, gerçekten değer verdikleri yanında.
Kitapları, kedisi... İş dönüşleri elinde kumanda, insanların saçmalamasına dair şeyleri aktarmakla kendini görevli sayan birsürü programda, günün zihninde kalan tortularını usul usul kaybettiği o yarı uykulu anlar... Şiirlerini karaladığı o yıpranmış, tıka basa dolu defter... Oraya iliştireceği yeni dizeleri oluşturacak o demlenme sürecindeki, içini kıpır kıpır eden tatlı heyecan... Küçük kardeşinin yüzündeki tebessümde hayatın büründüğü o yepyeni anlam...
Bütün bunların yanında giysilerinin ne marka olduğu, çalıştığı parfümeriye gelen müşterilerin yanında ne kadar paspal göründüğü, akşam sofrada ne olduğu gibi ayrıntılar o kadar önemsiz kalıyordu ki, çok da dert etmiyordu bu yüzden böyle şeyleri.
“Affedersiniz!” dedi bir erkek sesi, daldığı derinlerden onu çıkarmak zorunda kaldığı için özür diler gibi bir ifadeyle... Başını ona doğru çevirince yemyeşil bir çift gözle karşı karşıya geldi birden. “Oturabilirim, değil mi?” diye devam etti yakışıklı, uzun boylu bir genç. Yanındaki boş koltuğu işaret ediyordu.
“Tabii, buyurun.”
Ne tuhaftı! O gencin yanında, başkalarının yanındayken olmayan bir şey olmuş, sus pus olmuştu kabanı bir anda sanki. Asılsız şeyler söylemiyor; sadece ucuz, eski bir kaban olarak öylece duruyordu üzerinde. Kendinden bağımsız, apayrı bir varlık kazanmış, ikinci bir derisi olmaktan çıkarak özgür bırakmıştı onu. Bu büyüyü bu genç adam yaratmış olmalıydı, çünkü o geldiği andan itibaren başlamıştı bu ayrışma.
Karşı cins olmanın böyle güzel bir yanı vardı işte! Kalpler daha fazla devreye giriyor, toplumsal bir dolu ön yargıyı anlamsız hâle getiren bir bakış açısı hüküm sürmeye başlıyordu. Mesela şimdi bu genç şu sıralar hangi kitabı okuduğunu bile merak ediyor olabilirdi. Eğer onun yerinde bir hemcinsi olsaydı büyük bir ihtimalle kitaplarla onu biraraya getiren bir resim canlandırmakta zorlanırdı zihninde herhalde. En azından canlandırması için onu iyice tanıyacak kadar dünyasının içine girmesi, onu kılıflarından sıyırıp gerçekten görebilecek kadar yanında uzun uzun vakit geçirmesi gerekirdi.
Neler de düşünüyordu böyle? Daha iki çift laf etmemişlerdi bile. Ama saatlerdir sohbet etmişler gibi geliyordu ona nedense. Oturmak için izin isterkenki o birkaç saniyeye aslında öyle çok şey sığdırmıştı ki! “Gözlerin...” demişti. “Derinlerine çekiyor beni. Öyle güzeller ki!”
Bundan başka bir şey söylemesine de gerek yoktu ki zaten! Onu görmüştü ya... Giysilerinden, nerden geldiğinden, sabahları buz gibi bir odada uyandığından, “sobayı kursa annem bir an önce” diyerek saate kaçamak bakışlar atıp yorganın altında biraz daha oyalanabilecek kadar zamanı bulunup bulunmadığını anlama çabasından... Kahvaltı sofrasındaki eciş bücüş zeytinlerden... “Mis gibi bir omlet olsa şimdi” dileğinin annesinin yüzündeki duvarlarda bir anda tuz buz olmasından... Ve kabanının yıpranmış kol ağzında ifadesini bulan bunlar gibi daha bir dolu şeyden onu ayırıp gözlerine öyle bakan biri başka tek bir kelime bile söylemese de olurdu.
YORUMLAR
Kurdele takmayı hak etmiş bir yazıydı.
Ne kadar güzel ifade edilmiş duygular. İnsanlar ne yazık ki hiç bir zaman eşit
şartlarda gelmiyorlar dünyaya. Bazen sormuyor değilim içimden, neye göre yaratıyor kişileri, o çoğrafya da bu çoğrafya da ve kimini imkanlı, kimini dar gelirli ailelerde.
Elbet var bildiği, sorgulamayacaksın diyorlar bize de. Ne diyeyim yaşam işle böyle.
Sevgiler,
Mavilikler
Tabii ki keşke herkes maddi imkan yönünden insanca koşullarda yaşamasını sağlayacak belli bir seviyede olsa... Ama maalesef hayat bu kadar adil değil. Ama eninde sonunda o adalet bir şekilde yerine geliyor bence.
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler :)
Mavilikler
Tabii ki keşke herkes maddi imkan yönünden insanca koşullarda yaşamasını sağlayacak belli bir seviyede olsa... Ama maalesef hayat bu kadar adil değil. Ama eninde sonunda o adalet bir şekilde yerine geliyor bence.
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler :)
Bizdendi öykünüz ve nasıl nasıl da benlik mizacın durağın-lığında kayıtsız akan bir ırmak misali.
Güne eşlik eden sıcacık bir yürek sesi.
Ne mutlu ki; edebiyata hizmet eden güzelliklerden ve güzel insanlardan nasipleniyoruz.
Hayat bir şarkı, değil mi sevgili yazarım ve şu an dinlediğim şarkıda salınan nameler eşliğinde yazıyorum yorumumu.
Görmeden sevdiğim ne çok insan ve ne güzel değerli kalemler ve değerli dostlar.
Tüm güzellikler sizinle olsun sevgili yazarım.
Sevgilerimi ve pembe çiçeklerimi bıraktım sayfanıza.
Bu duyguyu çok çok seviyorum aslında tüm duygularımı seviyorum sanırım hayatımı adadığım yazma fiiliyatı yoksa yazmak adına mı yaşamak hoş bir tebessüm bırakıyor hafifçe?
Sevgimlesiniz.
Teşekkürler varlığınıza ve edebiyat aşkımız pekişirken yürek yüreğe.
:))