- 509 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DUYARLIK
Siz evlerinize tapındığınızda, gece nasıldır bilir misiniz? İnsan fakiri zamanlarda, gecenin alnacına zifiri karanlıklar ürerken, herkes kendi payına, kendi ailesi, kendi mutluluğu, kendi varsıllığını tüketip, korunaklı evlerinde çocuk sevmeleri, doygun sevişmeleriyle günü tamamlarken, günden ve güvenin getirdiklerinden arda kalan; açtan açıktan, müthiş duygu perişanlıklarından, hayatla restleşip kaybedenlerin hazin hikâyelerinden, yarının topyekûn insanoğlunun başına getireceklerinden bir haber, dünyanın halini hiç mi hiç umursamadan, belki de hasbelkader ertesi gün tok karınlarını koyu telveli kahvelerle keyiften pekiştirdikleri bir anda, hasırdan nasır elli bir çingeneye baktırdıkları fallarda gördükleri üç yolları ve araya katışan kendini bilmez birkaç kötü niyetli karaltıyı saymazsak, bu ve buna benzer yarın tahlillerinden daha da fazla daha da başka ve daha da uzak bir geleceği tasarlayamayan dingin ve sorunsuz zihinlerini yumuşak yastıklarına gömerken, karanlığa kalan, geceye artan gölgeleri bilir misiniz? Ağaçlarla konuşacak kadar da mı yalnız kalınır? Onu bilir misiniz? Bir yazgı gibi gitgide birbirinize akıttığınız zehri, zehirleşen her sözde birbirinizi ne de zedelediğinizi, kıvamını tam da bulmuş, oturaklı vicdansızlığınızın insan olma biçimlerini her geçen gün ne de güzel yok ettiğini bilir misiniz? Suya sabuna dokunmamayı bir erdem, bir fazilet saydığınız günden beri, saf suyun ne kadar da kirlendiğini bilir misiniz? Ateşin yalnızca düştüğü yeri yakmaya başladığı için ateşliğinden utandığını ve ama nasılsa işte, küçücük bir kıvılcımın bile bir ülkeyi soyut yangınlara, sanal alevlere boyayabildiğini bilir misiniz? Boya tutmayan rutubetli duvarlar gibi, anımsamanın, hatırlamanın büyük infiallerden, büyük yıkımlardan sonra akıllardan ırayıp puslu mağaralara çekildiğini, orada, “unutma” nın devleri ve bezirgânları tarafından allanıp pullanıp; ölen öldükten, biten bittikten sonra nasıl da zarafetle aynı yarayışsız kafataslarının içine pelte pelte zerk edildiğini bilir misiniz? “ Unutmak ölüme en yakın sokaktır”, bilir misiniz?
“Hadi!”
“Bir şey daha diyeceğim, sonra…”
“Peki”
Tastamam bir rüya değil bu; rüya insanın yaşadıklarına denk gelir… Sizinki bir kâbus da olamaz, gördüğünü şıpınişi unutan bir bilinçaltı değil miydi sizin ki? Ertelediğin, kafanı çevirip görmezden geldiğinde olmadığını varsaydığın her melanet gibi, her heyula gibi, kendi vicdanını daha dölüt olma aşamasında soyutlamışsın gibi ( hâşâ!), _ama öyle gibi_ yakanı bunlardan nasıl kurtaracaksın bir gün? Korku dağları beklerken, her gün kıyısından köşesinden geçtiğin umuda neden bu kadar küstün? Neden yalnızlık ve bireycilik senin kaderin oldu. Bir muştu gibi her soluğu sevgiyle alıp verebileceğin bir hayat yok mu? Büyük düşlerin yok, büyük masaldan geliyorsun oysa; “bölüşmek” adlı güzel masaldan… Bir’i iki’lediğinde sana kalan üç gibi bir şeydi oysa… Azaldıkça çoğalan… Asıl varsıllığın, herkese uğrayıp, herkesin içinden geçen ve oraya ruhumuzun yumuşak ve desen desen halılarını, seccadelerini, kilimlerini bırakan evrensel bir seyyah, bir gökkube keşişi gibi kardeşlik çadırı kuran “insanlık onuru” olduğunu neden unuttun? Ne zamandır sürüyor senin unutmuşluğun? Kendini kendine vurmuşluğun… Ne zamandır?
“Hadi ama!”
“Dur daha demeliyim…”
“…………………”
Çırılçıplak, ne kadar birbirine benzer bir zarafetle geldiniz hepiniz dünyaya… Çırılçıplaktınız ama daha orda giysilerinizden başkalaşmaya başladınız… Ne olurdu her çocuk herkesin çocuğu olsaydı? Komşununkini de kendi çocuğu gibi sevebilseydi herkes? İtişen çocuklardan kendi çocuğunun acısını duyan karşısındakininkini yok sayan bir anne ne kadar da yalnızlaşan bir annedir? Oysa yüreği dünyayı kuşatan, dünyanın tüm çocuklarını kapsayan anaların ağıtları değil mi ülkeyi kuşatan? Meramını, ona verilen mucizevî bir sevgi diliyle, anonim bir “acı ağzıyla” dillendiren anaların türküsünü de mi duymuyorsunuz? Yok mu oldunuz hepiniz toptan! Bu durmaksızın kendini tekrarlayan basit yaşama alışkanlıkları ve omurgasız bir ruhta ayakta durmaya çalışır gibi hayal meyal olan zevklerinizden ne kadar da keyif alır oldunuz. Baskı övülür oldu; disiplin faşizme evirildi; tutumluluk başkasından kaçırmak oldu; sevgi, filmlerde ne kadar da güzel siyah beyaz bir melankoli, ne kadar da güzel bir “prodüksiyon!” oldu; tartışmak, boğazlaşmak için yetti; konuşulmayanı konuşan aforoz, en bilineni tekrarlayan bilge oldu… Masal gibi değil mi? Daha neeeleer oldu neeeleeer…
“Gidiyoruz dedim!”
“Bütün bu dediklerimi tastiklemiyor musun böyle yaparak?”
“…………………”
“Bir zamanlar bir ülkede…” diye başlayan masallar vardı, bilirdiniz… “Çocukların gözlerinden, büyüklerin ellerinden öperim” derdiniz; öperdiniz… Gözünüz seğirirdi; birileri gelirdi şen şakrak… Ne de çarçabuk gelirdi arkasından kovayla su döktükleriniz… Sakladığınız samanın elbet gelirdi zamanı… Gelin almalara gider, alır gelirdiniz… “Ama sen ağlıyorsun ”, evet “Mutluluktan” dı… Âşıktınız; en güzel hasat zamanı! Yorgundunuz, en güzel üretmek zamanı… “Ak akçe kara gün içindi”, hayattı bu, o günler de gelirdi… O güzelim yaz geceleri , “bugün de insan gibi yaşadım” diyerek ağırlaşan gözlerinizden gözkapaklarınıza, kâinatın en güzel uykuları, en güzel düşlere başlasın diye perde perde inerdi… Perdeler savrulurdu rüzgârlarla özgürlüğün sanatına efil efil… Yaşamak sanattı… Ustaydınız bir zamanlar hepiniz…
“………………..”
“Gidelim demiyorsun”
“Bilmem, beni de şaşırttın!”
“Neden şaşırdın?”
“Bilmiyorum, içime dokundu galiba…”
“Sen ki “duyarsızlıksın”, beni almaya geldin ve “iç” inden, “dokunmak” tan falan bahsediyorsun…”
“Duyarsızlığım”, ama asıl benim içimde “duyar” geçiyor…”
“Kelime oyunu yapıyorsun…”
“Yapmıyorum…”
“Peki, şimdi ne olacak?”
“ Gel geri dönelim bu yoldan …”
“Peki dönelim…”
Fetih Doğru
7 Eki. 08
Susurluk
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.