- 832 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
14Suskunluklarımız benlik direncimizi aştı 14.
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
.O karanlık odada, ışığı söndürerek, karartılan odada, seni daha çok severdim…
Çok sevmek ve çokluğun üstünde daha çok sevmek, duygu patlaması yaratırdı içimde… Sanki yılların kendi yalnızlığıma, küskünlüğümü o karartılmış odada duygularımı kontrol ederek, tekrar tekrar seni çok sevdiğimi düşünürdüm…
Ve hep haykırırdım bu ev, bu oda seni bana her daim çok sevdirirdi…
Aslında küçük bir odaydı…
Ben körleştirilen ışığın altında, Pc’nin mor mavi ışığında hep düşlerdim güzel günlere ne zaman ulaşacağım, ne zaman seni en çok sevdiğimi haykıracağım bu evin yalnızlığından fırlayıp, seninle ne zaman daha çok kalabalık olacağım?
Daha çok gözlerine konuşup, daha çok özleyeceğim, daha sonraları seni…
O günlerin sessizliklerinde, ruhumu dinginleştirip, ulvi düşüncelerimde zamanın huzuruna şükrederek, varlığınla övünçlü zamanların nefeslerin alırdım…
Aslında kendi kendime sarkıtılmış zamanların içinde var olma savaşı verirdim yaşama…
Ne kadar çok çabuk geçerdi zaman bu odada, daha çok özlediğimi söyler, geleceğe daha çok konuşurduk…
Sen konuşunca gözlerin donuklaşır, her an olmadık şekilde çoğalmış yaşlar akacakmış gibi bakardın yüzüme, önce mahzunlaşıp, sesini çocuksu ahenge sokup, bebek ağlamasına benzer ön sözden sonra, coşar, bir anda, duygu patlaması ile haykırırcasına “hadi bana, çok sevdiğini söyle” deyip, eğerdin gözlerini ayakuçlarına doğru ve ben her zaman ki konuşmamdan ağır tempo ile haykırırdım “çok sevdiğimi” yankılanırdı sesim, garip bir tını ile tekrar dönerdi kulağıma…
Ve ben, gurur duyardım seni sevmekten…
Günlerin ahenk içinde tükettikçe, gelecek kaygıları gün gün kopuş sahnelerini hatırlatırcasına düşerdi gözümün önüne…
Eskittiğimiz zaman içinde bu korkularla eskiyorduk…
Ve bir gün hasta olduğunu garip bir iç sese hükmederek ağır ağır kelimelerin üstüne basa basa anlatıyordun…
Hiçbir şey anlamışcasına yüzüne bakıyordum…
Gözlerim kararıp, başım dönmeye başlamıştı…
Her cümlenin sonunda “olamaz,” “neden olsun ki” bula bula bu zamanı mı buldu derken, ben mide bulantısı ile kusmama gayreti içindeydim…
Garip bir zaman kollaması
Ve nefeslerden kovulmacası ile kendi dudağımın iç kısımlarını ısırmaya çalışıyordum…
Sıkıntı verici günler üst üste bizim itirazımıza rağmen olağan üstü ağırlıkla, yığılıyordu üstüme üstüme sanki üzerine kar yığınları toplamış bir bedenin ağırlığını yaşıyordum…
Donuklaşmış duygular, kendime acıma duygusunun alt üst olduğu adeta, ne yapılacağını bilmeden alev çemberi içindeki akrep gibi tutarsız davranışlardaydım…
Nerede ne zaman duraksayacağını hesap edemediğim davranışların şaşkınlığı ile adeta ne yapılacağını bilmeden, alev çemberi içindeki akrep gibi tutarsız davranışlardaydım…
Her gün yarınsız bir güne ışık açılıyordu…
Nerede ve ne zaman duraksayacağını hesap edemediğim davranışların şaşkınlığı ile adeta yarınsızlık düşünceleri ile de cebelleşiyordum…
Yaşam durmuştu ve biz an zamanlarını içimize sindirmeye çalışıyorduk…
Sabırsız ve telaşlı günler bir birini kovalarken, yarınsızlığın korkusunu olabildiğince hissediyordum…
Hiçbir gelecek, hiçbir sonraki an yoktu.
Ve bu yokluk düşünceleri ile daha da çok güç kaybına düşüyordum…
Artık yarını düşünmektense, bu günün an zamanı yaşar hale gelmiştim…
Var olmak yaşam demekti her nefes ile…
Dünlere alışkanlığım olmuşken, yarınların korkaklığını yaşıyordum…
Her günün sonunda bu gün de nefes alabildik derken, iki avucumu bir birine vurup, yarın çok daha fazla umudumla yaşayacağım diyordum…
Çok fazla nefes almak, ne kadar büyük bir amaç ve uzun bir derinliği olan bedensel istek…
Derin bir yeis ile gözlerine bakıyordum, gözyaşlarımın nereye buharlaştığını bilmeden, sadece var olmak ve nefes almaktı amaçlarımın en büyüğü…
Korkusuz bakışlarımı kaybetmiş olarak durmayasıya gece ile bir ertesi zaman gün ile öfkesiz, belki de yalvaran ses tonu ile heceleri uzatıp, konuşuyordum anlamını düşünmeden cümleler kurarak.
Çoğu devrik, birçoğu anlamını uzatan kelime çokluğu yüklenmiş uzun cümlelerle…
Bu cümleleri seslendirirken, zamandan anlar, hatta saniyeler çalıyordum, böylelikle zamanı aşıyordum…
Başı boş, dolusu belli olmayan, kahra sarılmış boş zamanların, çaresizliğini yaşıyordum…
O hastaydı ve sonucun ne olacağını ikimizde bilmiyorduk…
Korkuların içinde korkusuzluk kararlılığını gösterme ile zamanı yitiriyordum devinimler halinde…
Çok fazla uzun olan yıllar, uzadıkça bu düş yorgunluğu artık beni aşıyordu…
Ve ben sessiz seslerle ağlamalardan vaz geçerek, ıssızlığı içine almış dağ yüksekliklerinde omuzlarımdaki sarsıntıların sesime yansıyan titreşimleriyle, uzun yıllara giden zamanların içinde ağlamaların sessizliğini de öğrenmiştim…
Çoğul an zamanlarımda gözlerimden birden boşalan yaşlarla göğsüm ısınıyordu…
Islaklığın göğsümdeki yanışların çokluğu ile takvim tarihlerini hesaba katmadan yaşamda, yıllara yayılıyordum…
Acılanmaların zaman zaman beni bunaltacak duruma sürüklemesi belki de yaşamımdaki nefes almalarımın işaretiydi…
Gece, sonrasında sabah olur, bir bakmışsın ki gözlerini yummak üzere iken yine yalnızsın, uykusuz bir sabah olur şafak söker mi derken gözlerin artık seni taşımaz olur, eşlik eden bir müzik sesinde adı der adı bahtiyar ki arkasından gelen cümle duyulmaz artık...
Ve sabah mı olur ertesi gece mi başlar uyanınca bilinmez ama insan hep özlediklerini düşleyerek göz kapaklarını taşıyamaz olur...
Ayrı ayrı zamanlardaki acılanmalarımıza bakıyorum, çoğunda ben ağlardım hep…
Çoğunda en çok acılanan bendim sanki… Yıllara baktım, en çok gülebildiğim yılların zamanlarına baktım ki ağlamalarım hep kendini aşmış…
Çoğul zamanların yaşanmışlıklarına baktım ki kaybolan zamanların içinde hep kıvranan ben olmuşum…
Bu hayatın kaybolan kısmına bakıyorum, belki de çalınan bir kısım yaşamıma, daha doğrusu, bağımlı kaldığım sevgi uğruna, terk ettiğim özgürlüklerimin bir kısmına veya sabit yaşamın içindeki sevginin doyurucu düşünceleri ile, yaşadığımı sandığım, uzun yılların geçmişine, o yıllarda kaybettiklerime, kaybetme korkusu ile yaşadığım sevdanın çıkmazlarında kaybolmuş benliğimin geri gelmez kısmındaki acılanma sebeplerine bakıyorum ki heba edilmiş onca yılın korkuları ile yaşadığım zamanlardaki anlamsız “ya giderse” korkularıma, bakıyorum, sanki korkarsam o gidemezdi veya gitme korkularımı ve yoksa gitme korkusu ile yok saydığım, zamanlara bakıyorum ki kilitlenmiş bir beynimdeki kaybetme korkuları ile yok saydığım şimdiler, o zamanlara bakıyorum…
Zekice planlanmış bu tutumlar ile hayatımın onca yıllarına şimdilerde bir başka acılanıyorum...
Belki de bir gerçek vardı benim kabullenemediğim…
Mutluluk hiç bir dönemde, hiç kimsede sonsuza kadar uzayamazdı, belki de çok az zamandaki yaşamımızda mutlu olabildiğimiz için bu zamanın sonsuza kadar uzayacağını zannediyorduk…
Sevmenin de bir ömrün içinde sonsuzluğu olacağını sanarak, sonsuza uzayacak bir mutluluk varlığına inanmıştık…
Bu inanmışlıktır ki bu güne uzayan acılanmaların da sebebini oluşturmuştu…
Ya hiçti, bu yaşam veya bu kadarıyla yaşamdı bize ait olan… Belki de beklediklerimiz de bu kadarla bize ait olan…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Bir ses.
Bir dokunuş.
Bir haykırış...
Ama duyulmayan ama sezinlenmeyen.
Varlık kadar kutsal ve sevginin kırıntılarına bile şükreden.
Gelip geçiyoruz ve sıradanlaşıyoruz belki de farkındalık kazandığımızdır haiz olduğumuz.
Kutsalımız hep sevgi hep anlama yetimizi biçimlendirdiğimiz ve bir koruk sancı, bir serzeniş...
Çaresizlik sadece beklemek ve umut etmek.
Gönül kıyamda, ruh kan kaybediyor.
Sevmektense ölmek mi yoksa ölüm de kurtuluş değil hele ki zaman ve sevdiklerimiz parmaklarımızın arasından kayıp giderken...
Dokunaklı belki de hassasiyet hep tavan yapmış da bizler bastırıyoruz iç sesimizi.
Değerli yazarım, kutluyorum günün seçkisini.
Saygılar, hürmetler...
Suskunluklarımız benlik direncimizi aştı 14.
Başlıklı yazıma, 22--01--2018 tarihinde, Edebiyat sitemizin günün seçkisi ödülüne layık gören, site yönetimine, saygın seçici kuruluna yürek dolusu, saygı ve teşekkürlerimi sunarım...Mustafa yılmaz
Mustafa YILMAZ tarafından 1/22/2018 11:53:22 AM zamanında düzenlenmiştir.