- 2677 Okunma
- 6 Yorum
- 5 Beğeni
Kızıl Gül IV Bölüm.
Süvari Halil’in tek oğluydu Şahin. El bebek gül bebek, bir dediği iki edilmeyerek büyütülmüştü. İyi bir çocuktu. Tek kötü huyu içkisiydi. Arkadaşları ile arada bir içerek başlamıştı. Feriha’nın gelişinden sonra Şahin’in bu alışkanlığından vazgeçebileceğini düşünenler yanıldı, Şahin içkiyi bırakamadı. Bir gece kör kütük sarhoş olarak eve arkadaşları getirdiler Şahin’i. Feriha’nın nefret ettiği koku bir anda odanın içine doldu. Şahin’in ayakkabılarını zar zor çıkaran Feriha’a, karyolaya böylece yatırdı. Gaz yağı lambasının acı kokusuna karışan içki kokusuna dayanamayan Feriha lambanın şişesine üfürerek söndürdü. Kendi yer yatağına uzanıp, kalın yün yorganı başına çekti. Bulantı veren kokuya rağmen; günün yorgunluğuyla bir araya gelen, gecenin ilerlemiş saatleriyle derin bir uykuya daldı. Feriha’nın o geceki uykusu ömründeki hiçbir uykusuna benzemedi.
Mayıs ayının son günlerinde Feriha bir sabah her günkünden daha erken uyandı. Yatağını topladıktan sonra aşağı inerek Beyaz İnci’nin yanına indi. Samanın iki katı yulaf tanelerinin karıştırıldığı yemini atı bitirinceye kadar, atını okşayarak konuştu:
-Merak etme Beyaz İnci, seni geri göndereceğim dedi. Buradan temelli ayrılacak değilsin, seni geri göndereceğim. Kuş ol, uçur beni bugün. Rüzgâr gibi git. Arkandan kurşun atsalar yetişemesin sana! Uçur beni bugün! derken Beyaz İnci sanki Feriha’nın söylediklerini anlıyormuş gibi başını iki kez aşağı yukarı doğru sallayınca, Feriha gülümseyerek yanağını atın yanağına değdirdi. Atı dışarı çıkardığında, masmavi lekesiz gökyüzüne parlak bir mayıs güneşi doğmuştu. Atın önüne bir kova su koyarken:
-Senden ayrılmak bana zor gelecek ama merak etme, seni geri göndereceğim. Sen buradan temelli ayrılmıyorsun dedi.
’’Bu merdivenleri son kez çıkıyorum!’’ diye düşünerek üst kata çıktı. Aylardır Şahin’in uykusunda ’’Feriko! ’’ diye başlayan gece sayıklamaları ile gecelerin zindana döndüğü odadaki, ceviz ağacından yapılmış çeyiz sandığını açtı. Baba evinden getirdiği tek eşyası olan kızıl ipekten elbisesini giydikten sonra aşağı inerken Şahin hâlâ uyanamamıştı. Atike Hanım, kızıl ipek elbisesini ilk kez giymiş Feriha’nın sabahın erken saatlerinde atını eyerlediğini üst katta camdan görünce:
-Halil’im baksana Feriko’ya dedi! Kırmızı elbisesini ilk defa giymiş olarak görüyorum, nereye gidiyor bu böyle?
Süvari Halil gülerek:
-Babasını özlemiştir. Çok seviyor ya...
-Bana öyle gelmedi! Gitmeden şuna bir seslensene!
-Sıkma canını döndüğünde nereye gittiğini öğreniriz dedi. Pencere önünde, Feriha’yı Beyaz İnci’yle evden ayrılışından, Ergene Vadisi’nin zümrüt yeşilliğinin içinde gözden kayboluncaya kadar izledi.
Ergene Vadisi’ne kadar sakin bir şekilde at süren Feriha, vadiye geldiğinde atın yönünü güneşin doğduğu tarafa çevirdi:
-Zamanı geldi Beyaz İnci dedi, beni kimseye kaptırma! Uçur beni, uçur... Haydi! diyerek atın dizginlerini boşalttı. Feriha’nın üstüne bindiği andan beri sabırsızlanan Beyaz İnci, gençliğinin verdiği, damarlarına akan zapt edilemez güç ile bir anda yaydan fırlayan ok gibi ileriye atıldı. İlk köyü Feriha’nın hayal ettiğinden de daha kısa sürede geçtiklerinde, ilerideki ikinci küçük köy görünmüştü bile.
İkinci köye Feriha’yı ulaştıran Beyaz İnci’de hiçbir yorgunluk belirtisi yoktu, koşmuyor, rüzgar gibi yüksüzmüş gibi uçuyordu sanki. Köy çeşmesinde su alma sırası bekleyen kadınlar Beyaz İnci üzerindeki Feriha’yı görünce şaşkınlığını gizleyemediler. Feriha gittiği yönün, güneyine düşen yakın köy ile, kuzeyine düşen uzak köyün arasında tereddüt yaşarken, yolu sormak için atını durdurdu. Beyaz İnci de biraz dinleme fırsatını bulmuş oldu.
Feriha kendini süzen kadınlar arasında, genç olan birisine sordu:
-Ablam, Meşeli Köyü’ne şu köylerden hangisi üzerinden gidilir? Kadın biraz kuzeye düşen ve uzak olan köyü parmağı ile işaret ederek:
-Sazlıköy üzerinden gideceksin. İki köy sonra Meşeli... dedi.
-Sağ ol kardeş! diyerek atın başını çeviren Feriha’ya kadınlar şaşkınlık ve imrenerek baktılar. İçlerinde birisi kendine özgü şivesi ile:
-Afat, afat! ... dedi. Ne kızdı o öyle, anam iyi ki bizim köyde durmuyor bu! Yoksa... derken diğer kadınlar da hep bir ağızdan gülüştüler.
Önüne çıkan bir dere ve iki tepeliği aşarak Sazlıköy’e ulaştığında; yolu üzerindeki iki köy arası en uzak mesafeyi de aştığından habersizdi. Meşe ormanı içerisine gömülmüş gibi duran Meşeli köyünü gördüğü andan itibaren atı hızını keserken, Feriha’nın kalbi kuş gibi çarpmaya başladı.:
-İşte, Beyaz İnci dedi, sonunda getirdin beni. Meşeli karşımızda işte... İdrisim’in köyüne geldik. Şimdi bizi görünce İdris gözlerine inanamayacak, güpegündüz rüya gördüğünü sanacak diye yavaş yavaş bayırdan aşağıya doğru inmeye başladı. Köye girerken rastladığı bir kız çocuğuna sordu:
-Balcı’nın evine nerden gideyim? Balcı’nın evini biliyor musun? Oğlu var adı: İdris...
-Bak ablam, şuradan yukarıya düz çık, ikinci sapaktan sola dön. Dümdüz devam et. Köyün sonunda ormana varmadan ki ev. Damında radyo fincanları var, teller var! Feriha kızın son cümlelerinden bir şey anlamadan tarif ettiği yöne doğru atını sürdü. Kalbindeki dinmez çarpıntıyla tarif edilen yolu geçiverdi. Tarif edilen yol geniş bir bahçenin içine karışarak sonlandı. Beyaz İnci’nin bahçede kişnemesi ile ilk dışarı fırlayan İdris’in annesi Gülfatma oldu. Kadın ilk anda ne olduğunu anlayamadı. Şaşkın ve inanamayan gözlerle ata doğru yaklaşırken atın üzerindeki Feriha’yı tanıdığı anda bir çığlık kopardı:
-Feriko! ... Aman Allah’ım! ... Feriko!
Kadının çığlığına, Feriha yüzündeki tatlı gülüşü ile sessiz cevap verirken; Beyaz İnci’nin cevabı tekrar kişnemesi oldu. Annesinin çığlığı ve Beyaz İnci’nin ikinci kez kişnemesiyle dışarı fırlayan İdris’i, babası takip etti. İdris ne olduğunu anlamak için koşuşturduğu geniş meydanlıkta, ön ayağı ile yeri eşelemeğe çalışan beyaz atın üç adım önünde donakaldı!
Atın üzerindeki Feriha’ydı! ...
Düğün gecesi üzerinde gördüğü kızıl elbisesiyle, bin bir çiçekten güzel gülümsemesiyle Feriko’su karşısındaydı. Rüyalarının süsü, güzeller güzeli Feriko’su beyaz bir at üzerinde, düğün gecesi üzerindeki kızıl ipek elbisesini giyerek, mektubunda yazdığı gibi ansızın gelmişti. İdris küçük dilini yutmuş gibi şaşkındı. Feriha, İdris’in şaşırmasını anlıyordu ama; ilk çığlığından sonra annesi ve babasının, hiçbir şey demeden taş kesilmiş gibi durmalarına bir anlam veremedi.
İdris’e baktı. Aylarca kavuşma anını hayal ettiği, kendisini gördüğü anda nasıl şaşıracağını düşündüğü İdris’in yüzüne baktı. İnanılmaz bir şey! ... İdris’in yüzünde en ufak bir sevinç belirtisi yoktu, aksine yüzüne tipi yağmış gibiydi. Hiç kimse ’’Hoş Geldin! ’’ bile diyemiyor, donmuş gibi kendisine bakıyorlardı. Kimseden bir çıt çıkmıyordu! Ne olduğunu, birisinin bir şey açıklamasını beklerken, evden çıkan genç bir kızın şaşkın bakışlar ile geldiğini gördü.
Genç kız ilk kez gördüğü, atın üzerindeki bu misafiri şaşkınlık ve hayranlıkla süzdükten sonra:
-Kardeş hoş geldin, insene! dedi.
-Hoş bulduk, bunlar niye bu kadar şaşkın ya, kimse bir şey söylemiyor?
-Düğüne yetişemedin diyedir! Ondan şaşırdılar belki...
-Düğüne mi, ne düğünü? ...
-Dün dedi, İdris’le benim düğünüm oldu da... Sen yetişemedin diyedir, ondan şaşırdılar! ...
-! ...
-İnsene!
-Sen ne dedin? ... İdris’in düğünü mü oldu dedin?
-Evet, iki gün önce bizim düğünümüz oldu!
Feriha’nın yüzündeki gülümseme bir anda uçuverdi! Şaşkınlık ve elem bulutları birbirine karışarak yüzünde dolaşırken; içindeki öfke volkanı püskürdü:
-İdris! diye haykırdı. Karşısında gözlerini kırpmadan donup kalmış İdris’ten hiçbir cevap alamadı.
-İdris sen benim mektubumu almadın mı?
-...
-Söylesene İdris, benim mektubum sana gelmedi mi? ... Konuş ya! ...
-...
İdris’ten yine hiç bir ses ve seda çıkmadı.
Gözlerini İdris’in annesine çevirdiğinde, kadın Feriha’nın tılsımı uçmuş yerine hışım şimşekleri çakan gözlerine dayanamayarak bakışlarını yere indirdi. Balcı’ya baktığında ise, titreyen çenesi ve yaş süzülen gözleriyle o da başını yere eğdi. Kimse bir cevap veremiyordu kendisine.
Feriha şaşkındı. Kime ne diyeceğini bilemedi. Bin bir hayal ve umutla geldiği bu eve, bir anda ne kadar yabancı kaldığını düşündü. İçini burkan bir yalnızlık duygusuyla; bakışlarını İdris’e çevirerek son sözlerini söyledi:
-Benim sende bir emanetin var, dedi. Onu verir misin? Mendilimi! ...
Taştan heykel, ancak o zaman sadece kolunu kıpırdatabildi. İdris’in sağ eli yeleğinin sol iç cebine gitti. Parmakları arasında tuttuğu, bir ucuna iki yeşil yaprak ve kızıl gül motif işlenmiş mendili, yerinden kıpırdayamadan durduğu yerden Feriha’ya doğru uzattı. Beyaz inci başını sallayarak birkaç adım atınca Feriha, İdris’in gözlerinin içine son bir kez bakarak mendili sol eliyle alıp avuç içinde saklarken; gözleriyle Feriha’nın her hareketini eksiksiz takip eden İdris’in ağzından bir tek cümle bile çıkmadı.
Feriha gözlerini İdris’ten ayırdıktan sonra, bir kez daha Gülfatma ve Balcı’ya çevirdi. Her ikisi de öne düşen başları ile cevap verdiler! Ne olduğunu anlamaya çalışan bir günlük gelin Asiye, İdris’in koluna yapıştığında, Feriha Beyaz İnci’yi kızıl güllerin olduğu bahçenin güney sınırına çevirdi. Olgunlaşmış goncalarıyla birlikte, öğle güneşi altında kan rengine bürünmüş, yeni açmış onlarca kızıl gülün yakıcılığı üzerinde gözlerini gezdirirken;
içinden: ’’İdris, bana gönderdiği gülü acaba bunların hangisinden kesti? ’’ diye düşündü.
Bakışları, kesilmiş gülden arda kalan, ucu kesik dala takıldığında, niçin kesilmiş olduğunu anladı! Sonbahar gülü kendisine, ilkbahar gülü ise Asiye’ye nasip olmuştu! ... O zamana kadar tutabildiği gözyaşları, artık kendisini dinlemez oldular! Ard arda gözpınarından taşarak yanaklarından süzülürken, Feriha atın başını geldiği yöne geri çevirdi. Beyaz İnci sırtındaki sevgili binicisinin hüznünü anlamış gibi sarsmayan bir yürüyüşle Feriha’yı köyün dışına çıkardığında, Feriha hâlâ kendisine gelememişti.
Feriha geldiği yollardan tekrar geri dönüyordu. Sabahtan beri aç ve susuz düştüğü yolu yine aç ve susuz geri alıyordu. İkindi güneşi altında yol alırken, gelirken fark etmediği bir çoban çeşmesine rastladı. Yorgun ve susuz olan Beyaz İnci suyu görünce bir anda çeşme önündeki su dolu uzun havuza yöneldi. Henüz dudaklarını suya değdirmeden Feriha sabahtan beri üzerinde olduğu attan yere atladı:
-Şimdi değil Beyaz İnci, çok yorgunsun biraz sonra içersin. diyerek dizginleri çekerek atı suyun yanından biraz uzaklaştırırken; uyuşmuş bacaklarının üzerinde bin bir güçlükle durabiliyordu.
Papatya kümeleri arasında yer yer gelincikler de boy göstermeye başlamıştı. Hafif esen rüzgarla nazlı nazlı titreşen gelincikler, Feriha’ya kızıl gülleri hatırlattı. Mendili geldi aklına. Sıkı sıkıya yumduğu avcunun içindeki, terden ıslanmış mendile bakarken; bin bir hayal ile gaz lambasının ışığı altında uyumadan mendile gül motifi işlediği geceyi hatırladı! O gece ne kadar güzeldi diye düşünürken; içindeki suskun volkan da o anda püskürdü. İdris’e söyleyemediklerini bağırmaya başladı:
-Nasıl evlendin İdris, nasıl? Hiç mi aklına gelmedim? Kızı istemeye giderken mendilim senin cebinde miydi İdris? Sen neden hep susuyorsun ya? Bu dünyada senin sesini bir kez olsun duymak nasip olmadı be İdris! Sesini duymak mahşere kaldı İdris! İşte ben seni böyle sevdim! Hiç mi düşünmedin sen? Haydi, kendini düşünmedin diyelim, beni de mi düşünmedin İdris? Hiç demedin mi bu kız bensiz ne yapar diye? Kolay mı İdris, kolay mı? Her gece senin adını uykusunda sayıklayan birisiyle aynı odanın içinde sabahlıyorsun! Kolay mı? O sesi duymak kolay mı ha? Sen, benim o anda neler hissettiğimi biliyor musun peki? Sana kavuşacağım günün hayaliydi beni bu güne kadar ayakta tutan! Peki bundan sonra beni ne ayakta tutacak? Ne tutacak, ne? ... Ben şimdi ne yaparım ya? Adamlar benim bir dediğimi bu güne kadar iki etmediler ya... Öz annem ve babamdan daha iyiydiler ya! Ben onları çiğneyerek sana geldim ya... Tuz ekmek hakkını çiğnedim sana geldim ya, tuz hakkını, ekmek hakkını çiğnedim, ama sen?...
Şahin kadar olamadın. Ayağına kadar geldim ya... Sorduklarıma tek cevap veremedin ya... Sesini duymak mahşere kaldı İdris... Mahşere kaldı! Nasıldı sesin? Çatık kaşların, gözlerin ve yüzün gibi güzel miydi?
Gözlerinden yaşlar boşanarak Dayanamıyorum! dayanamıyorum artık, yeter be, yeter be ya! Diyerek yatağından fırladı. Kötü bir rüya görmüştü. Ömrümde gördüğü hiçbir rüyaya benzemeyen, kabustan beterdi gördüğü rüya. Tiksinti uyandıran içki ve gaz yağı lambasının isli kokusunun karışımını duymamak için altına saklandığı yorganın sıcaklığı ve havasızlıktan terlemiş sırılsıklam olmuştu. Saçları yeni yıkanmış gibi yüzüne yapışmıştı. alaca karanlıkta hemen pencereyi açtı. Yeni bir günün şafağı söküyordu. Seherin taze havasını hırsla solurken, üzerine bir zindelik gelse de üşüdüğünü hissetti. Üzerindeki ter kuruyordu. Hemen ilk iş sobayı yaktı ve su ısıttı. Banyo yapmadan önce baktı. Şahin hâlâ kendisine gelememişti. Ağzı açık kalmış horluyordu, başını çevirdi. Banyodan sonra, ceviz ağacından yapılmış çeyiz sandığını açtı. Baba evinden getirdiği tek eşyası olan kızıl ipekten elbisesini giydikten sonra aşağı inerken Şahin hâlâ uyanmamıştı.
-O gün geldi işte! Elveda Şahin dedi kısık bir sesle. Biliyor musun sana da çok acıdım. En doğrusu bu. Gitmeliyim. Bir gün değil, bir an bile gecikemem. İnşallah gecikmemişimdir. İnşallah gördüğüm rüya, acı bir gerçek olarak karşıma çıkmaz.
Beyaz inciyi eyerlerlerken konağa göz gezdirdi. Süvari halil hanımıyla birlikte pencereden kendisini izliyorlardı. Hiçbir şey söylemeden, hiçbir işarette bulunmadan, atına atlayayıp giden Feriha’yı, Ergene Ovası’nın zümrüt yeşilliği içinde gözden kayboluncaya kadar izleyen Atike hanımın içine bir kurt düştü. Şahin’in odasına girmesiyle çıkması bir oldu. Süvari Halil’e:
’’-Şahin yine içmiş dedi, üstünü başını kirletmiş, kokudan içeriye giremedim. Git bir bak, kendi gözlerinle gör!
Süvari Halil, Şahin’in odasına girince, tanık olduğu üzücü manzara ve boğucu kokuyla, öfkelenmekten ziyade oğluna acıdı. ’’Ne yaptın be oğlum kendine böyle, Feriko, bu kokunu sabaha kadar nasıl çekti!’’ diye söylendi. Açık kalmış çeyiz sandığına göz attı. Feriha’nın takıları duruyordu. Sadece kırmızı ipek elbisesini almış, bu eve geldi geleli ilk kez giymiş ve Ergene Ovası’nın uçsuz bucaksız düzlüğüne atmıştı kendini, hem de aç ve susuz olarak.
Feriha, bir an önce yetişmeliyim diyerek Beyaz İnci’yle rüzgâr gibi Meşeli köyüne doğru akarken, yol kenarındaki çoban çeşmesini görünce atını durdurdu. ’’Rüyamda, hayallerim suya düşmüş olarak geri dönerken gördüğüm çeşme dedi. Aynısı... Evet, evet aynısı! Ya rüyamda gerçek çıkarsa!... Ya İdris de gerçekten evlendiyse...’’
Yüreğindeki korkuya rağmen yine de atını sürdü, ancak bu kez yavaş ve endişeli olarak. Köy girişinde rüyasında gördüğü kıza rastlamadığına şükretti. Baston desteğiyle yürümeye çalışan yaşlı bir adama sordu.
’’Amca, Balcı’nın evi ne tarafta?’’
Adam bastonuyla yolu işaret ederken, cemiyetleri var dedi. Elini kulağına götürdü, Duyuyor musun çalgıcıların sesini, Balcı’nın evinden geliyor o sesler.
Feriha’nın kâlbi deli gibi çarpmaya başladı. Korktuğu, başına mı geliyordu. Cesaret dedikleri şey, hiç kokmamak değil, korkuya rağmen yapabilmekti. Rüyasıyla yüzleşecekti. Geriye dönemezdi. Atını, gittikçe yaklaşan, yaklaştıkça yükselen seslere doğru sürdü.
Geniş bir bahçe içinde, tatlı bir düğün telaşı vardı. Berber Nazım, İdris’in damat tıraşını bitirdiğinde, Narlıköy’e gitmeden önce kendisini tıraş eden aynı berberin söyledikleri geldi İdris’in aklına:
’’Sana öyle bir tıraş yapacağım ki, düğündekiler seni damat sanacaklar demişti!’’ Feriko’nu ömründe iki kez görmüştü. İlki sevdasının umutla başladığı o düğün gecesi, ikincisi söz kesmeye gittikleri ve hüsranla sonuçlanan gün... Gözlerinin dolduğunu hissetti İdris. Dokunsalar ağlayacak gibiydi.
Tıraştan sonra, damatlık kıyafetini giydirmek için İdris’i içeri aldılar. Her zaman cebinde taşıdığı Feriha’nın yadigârı mendili yine iç cebine koymuştu ki, annesinin çığlığıyla irkildi. Dışarı fırladığında annesi bayılmış, çalgılar susmuştu. Başına birikenler, kadını ayıltmak için, alnını, yüzünü ıslatıp kolonya koklatıyorlardı.
İdris, havaya ateş açanların kazayla annesini vurduklarını endişesiyle: ’’Ne oldu anneme?’’ diye kalabalığa sordu.
Ayılmakta olan annesi:
’’Bana değil, arkana baksana İdris, arkana bak!’’ dediğinde, geriye dönen İdris, Beyaz at üzerinde, kırmızı elbisesiyle gelen Feriha’yı gördü. Hayal gördüğünü sandı. Feriha’nın hayalini o kadar çok görmüştü ki... Düğününde bile belirmişti hayal! Çalgıcılar susmuş, davetliler susmuş, zaman da durmuş gibiydi.
Gülfatma, oğlundan önce kendisini toparladı. Ayağa kalkıp, put kesilen oğluna:
’’Feriko, işte Feriko’n geldi oğlum, hoş geldin desene, indirsene attan!
İdris’i büyülenmiş, put kesilmiş, kıpırdayamaz halde gürünce, ani şokla aklını yitireceğinden korkarak yüzünü tokatlayıp bağırdı:
’’Daha ne duruyorsun İdris? Feriko’n geldi işte. Hoş geldin desene kıza, indirsene attan. Durmasana be oğlum.
İdris hayal sandığı, dokunsa kaybolacak sandığı Feriha’ya elini uzatırken, Balcı da atın dizginlerine yapışmıştı. Feriha’yı attan indiren İdris hâlâ hayal gördüğünü sanıyordu. Hayal bile olsa solmasını istemeyen İdris, Feriha’nın elini bırakmadı.
İlk konuşan Feriha oldu:
’’Bu düğün de neyin nesi İdris?’’ diye sordu.
’’Tam zamanında geldin Feriko’m, tam zamanında... Bir gün daha gecikerek gelmiş olsaydın, seni gördüğüm an kahrımdan ölürdüm.
İdris’in sesi ilk kez o an duyan Feriha:
’’Ee.. Şimdi n’olacak diye sordu’’
’’Ne mi olacak diyen İdris, Feriko’nun mendilini cebinden çıkardı, Elini hiç bırakmadığı Feriha’yı davetlilerin açık bıraktıkları alana çekiştirerek, çalgıcılara bağırdı:
’’Çalın be ya, çalın! Ne duruyorsunuz, millet düğün görsün düğün, haydi...
Feriha’ya da: Hoş geldin Feriko’m, ölsem de bırakmam artık seni dedi. Seni ilk gördüğüm gecedeki gibi süzül şöyle... Kızıl gülüm... Kaldır kollarını,
Feriha kollarını kaldırırken bir şeyler söyledi, ancak müziğin sesinden tam tam olarak anlamayan İdris: ’’Ne dedin?’’ diyerek kulağını Feriha’ya yaklaştırdı. Feriha:
’’Sesin diyorum, sesin... Sesin de çok güzelmiş!’’ diyerek söylediklerini tekrarladı.
İdris’le, Feriha’nın aşkını önceden bilenler, henüz gelinliğini giymemiş Asiye’ye haber uçururken, Beyaz İnci’nin dizginlerini tutan Balcı’ya yaklaşan Gülfatma:
’’Şimdi, ne yapacağız? diye sordu, biliyorsan söyle!
Balcı, üzerine gelen bu şok dalgasını nasıl atlatacaklarını bilemiyordu. Bir anda üç düşman sahibi olmanın endişesini belli etmemeye çalışırken; Feriha, Meşeli’ye geldiği günün ertesinde, Komşuları Veli ile Süvari Halil’e, bir mektup yazarak Beyaz İnci’yi geri gönderdi.
Feriha’nın mektubunda neler yazdığını Süvari Halil dışında hiç kimse bilemedi. İdris’in kara sandığı bahtına, bir Güneş gibi doğan Feriha, tek mektupla hem Süvari Halil hem de babasının elini kolunu bağladı. Üç ay kadar sonra Narlıköy’e Feriha’nın hamile olduğu, düğünü yarım kalan Asiye’nin de nişanlandığı haberi ulaştı.
Aşk bu: Yersiz, zamansız ve amasız olarak gönüllere düşen bu tılsımlı kıvılcım, önüne çıkan her engeli yakıp yıkıp kül ediyordu işte.
YORUMLAR
Değerli Hocam!
Ben sizin şimdiye kadar yalnız şiirleriniz okudum!
Yazılarınızı hiç görmedim. Bir göz doktoruna mı
görünmeliyim.
Sadece "Kızıl Gül IV Bölüm." okudum. Elbette
evveliyatını da okuyacağım.
Çok kitap okudum. Hikaye roman, masal.
Abartmıyorum, okuduğum Kırmızı gül dört
yeşil çam filmi izler gibiydi.
Atla konuşması, Üstünde dolu dizgin gidişi; vs
hepsini izledim.
Canı yürekten tebrik ediyorum.
Şairliğinizi biliyorduk, yazarlığınızla da tanıştık.
İyi ki de tanıştık.
Selam ve saygılarımla.