ANIBRİKA(-2)
7
Hediyelik eşya dükkânı serindi. Gözlerimi birkaç dakikadır incelediğim kasetin kapağından kaldırıp etrafta gezdirdim. Özenle yerleştirilmiş çeşit çeşit çini eşya pırıl pırıldı. Üstünde oturduğum plastik sandalye bende her an kırılacakmış hissi uyandırıyordu. Gece dışarıdaki sakinliğini koruyordu. Kafe birkaç metre karşıdaydı. Girişini buradan rahatlıkla görebiliyordum. Yanan tabelasına baktım: Cafe The Sülo’s+Pansiyon. Hemen dip köşedeki kasetçaların üstündeki kaseti elime aldım ve Volkan’a döndüm. Süslük ve Küllük isimli bir aşk hikâyesi yazıyordu. Aynı anda, “Bitti” dedi.
“Şundan bir şarkı dinleyebilir miyiz?”
Şarkının sözleri dikkatimi çekmişti.
“Ne o, Teoman sever miydin?”
“Yok,” dedim, “sevmem de, merak ettim.”
Kulaklığımı taktım, dinlemeye başladım. Uykusuz her gece bu soğuk kahvede filan diyordu. Tam da durumuma uygun olarak… Sözler Fikret Şeneş’e ,müzik ise Mario Capuano’ya aitti. Sevmiştim. Şarkı iyi gidiyordu, hafiften de ritim tutarken Volkan’ın işaretini gördüm. Parmağıyla yukarıyı gösteriyordu. Kulaklığı çıkardım. Kulak verdim. Ve gülümsedim.
“Saat bir buçukla iki arası olmalı.”
Kolundaki saate baktı, “Tam bir buçuk abi.”
“Hiç şaşmıyorlar.”
Hemen üstümüzdeki pansiyon odasında, Akdeniz’in en ateşli gecelerinden biri daha yaşanıyordu. Giderek artan kadın inlemelerinin saçtığı alevler tavanı delip, henüz yirmisindeki bedenlerimize sıçrıyordu. Başımı eğip elimi alnıma getirdim. İstemsizce gülüyordum. Volkan biraz şaşkındı. Bir anda işaret parmağımı boşluğa sallamaya başladım. Bir şey söyleyecektim, söyleyemedim.
Artık Volkan da gülüyordu. Bir kaç şey daha söylemeye hazırlanıyordum ki, kafeye iki gencin girdiğini gördüm. Hemen fırladım. Resepsiyonun önünde dikiliyorlardı.
“Hoş geldiniz,” dedim, “istediğiniz odayı seçebilirsiniz, şu an hepsi boş.”
Biri keltoş ve sakallı, diğeri beline kadar uzun saçlı parlak suratlıydı. İkisi de en fazla yirmi beşinde gösteriyordu. Keltoş ağzını eliyle kapayarak kısık sesle konuştu.
“Bizi Hamdi gönderdi,” dedi ve tepkimi bekledi.
“Hamdi mi,” diye sordum, “o da kim?”
Parlak lafa girdi.
“Adımı verin o anlar dedi abi.”
“Anlamıyorum,” dedim. “Hamdi kim yahu?”
“Bak abi,” dedi Keltoş, “bizim böyle ağzımız filan kuruyor, başımız filan dumanlanıyor.”
“Su için.”
Parlak, Hamdi ile başlayan bir cümle kuruyordu ki, “Kuru lan kuru” diye devam etti. “Kuru varmış sende. Afgan… Sarıkız…”
“Ot ulan” diye araya girdi öteki.
Kollarımı iki yana açtım.
“Ne otu ulan” dedim, sesimi yükseltmemeye çalışarak. “Ben doğru düzgün sigara bile içmem.” Ardından cebimden paketi çıkarıp bir sigara yaktım.
Parlak, elini suratıma doğru kaldırdı, “O gözler ne lan o zaman o gözler ne?” derken Keltoş onu kolundan çıkışa sürüklüyordu. Arkalarından bakarken söyleniyordum, “Uykusuzluktan amına koyayım, uykusuzluktan.”
Sigaradan birkaç derin nefes alarak Cafe The Sülo’s’un bahçesine yöneldim. Mutfağa girip yarımşar ekmek arası iki kaşarlı tost yaptım. İki şişe de bira açtım. Döndüğümde Volkan kafenin giriş kapısının önünde oturuyordu. Yanına oturmadan elimdekileri gösterdim.
“İstersin di mi?”
Volkan’la iki haftadır tanışıyorduk. Ankara’da üniversite öğrencisiydi. Ailesinin yaşadığı Bursa’dan Antalya’ya Temmuz ayının başında, teyzelerinin sahibi olduğu hediyelik eşya dükkanına yaz boyunca geceleri nöbetçilik için gelmişti. Tarantino hastasıydı. En sevdiği şarkı Urge Overkill’in Girl You’ll Be A Woman Soon’uydu. Bir sene önceki milenyum gecesi maceralarını anlat anlat bitiremezdi. Öğrencilik için geldiğim bu şehirde Cafe The Sülo’s’da geçen gecelerim onunla daha eğlenceli bir hale gelmişti.
Midemizi doldururken gözleri karşıki pansiyonun açık penceresindeydi. İçerisi karanlıktı. Hâlâ bir ekip çalışması varsa bile bunu duymak imkânsızdı. Çünkü, kendisine patron denmesinden hoşlanmayan işverenim Tayfur’un horlama bölgesindeydik artık. 402 numaralı odanın sokağa bakan açık penceresinden sızan gürültü geceye yayılıyor ve diğer sesleri kocaman ağzına hapsedip öğütüyordu.
“Hamdi’ye sokayım,” diye söylendim kendi kendime.
Volkan gözlerini bana çevirdi, “Hamdi de kim?”
“Ağzım filan kuruyor,” dedim.
“Su iç abi.”
“Kuru,” dedim, “afgan, sarıkız…”
“Haaa, ot” dedi, “ot istiyon sen. Hiç bulaşma abi o işlere. Şahsen hiç işim olmaz.”
“Şu iki tip,” dedim, onlar istedi.
O sırada önümüzden kızlı erkekli sarhoş bir grup genç geçiyordu. Sokağa hızla giriş yapan taksi neredeyse onlara çarpacaktı. Gruptaki erkeklerden biri arkasından elini kaldırıp bağırmaya başladı ki, taksi durdu. Bunu görünce kaçıştılar. Bir süre bekledikten sonra camdan başını çıkaran herif bize baktı. Eliyle yolun tam ortasında duran Şahin’i gösterdi, “Kimin bu?” Aynı anda gözlerimizi arabaya yönelttik. Volkan, “Bilmiyorum ki,” dedi, “az önce yoktu. Bir beş dakika tuvalete gittim, buradaydı.” Adam arabanın sahibinden tekerine kadar ana avrat küfür etti. Geri vitese takıp döndü.
Tostlarımız ve biralarımız bitmişti. Önce tuvalete girdim. Ardından birer bira daha almak için bahçeye yöneldim. İçimden Hamdi’ye ve o iki tipsize saydırırken dolabın kapağını açtım. Aldığım şişeleri açmış hareketlenmek üzereyken karşımda sıska, çelimsiz orta yaşlı bir adam belirdi.
“Selamün aleyküm topram.”
“Selamlar,” dedim başımı eğerek.
Adam, “Beni Yavuz abi gönderdi,” dedi.
“E e,” dedim, derin bir nefes aldıktan sonra.
“Miki,” dedi adam.
“Ne mikisi abi,” dedim. Artık sinirleniyordum.
“Yavuz abi sen miki de o anlar dedi.”
“Tanımıyorum,” dedim, ne Yavuz’u biliyorum ne mikiyi. Yanlış gelmişsin sen.”
“Yok mu şimdi kaset?”
“Ne kaseti abicim,” diye çıkıştım.
“Erotik kaset,” dedi yüzüme tip tip bakarak.
“Pardon abi, burası kasetçi dükkanı gibi mi görünüyor. Kafe ve pansiyon burası.”
Adam başparmağıyla ardını işaret etti, “Yavuz’a söylerim bak…”
“Söyle.”
Kapıdan çıkmak üzereyken döndü ve işaret parmağını salladı, “Söyleyecem bak Yavuz’a.”
“Söyle,” dedim, yanında bir de Hamdi olacak, ona da söyle.”
Elimdeki biralarla kapı önüne çıktım. Volkan birkaç alman müşteriyle ilgileniyordu. İşini bitirir bitirmez yanıma geldi. Yol ortasındaki arabayı işaret etti. “Kimin bu ya, sen gördün mü?” Görmedim anlamında başımı salladım. “Sen içerdeyken herifin biri daha geldi, geçemeyince sinirle gitti deşti tekerin birini.” Gözlerim kısa bir arayıştan sonra patlak lastiği buldu. Gülümsedim. Bu gece bir filmdir oynanıyordu ama… Şişeyi kafama diktim.
“Kim ulan bu Yavuz’la Hamdi, sen tanıyor musun?”
“Nolmuş ki onlara? Hayatımda o iki isimde hiç kimseyi tanımadım.”
“Ben de tanımadım.” Ama, işte…” dedim ve sustum.
Yolun solundan ağır ağır gelen şık giyimli adam önümüzde durmuştu. Kafenin tabelasına bakıyordu. Ve aynı ağırlıkta içeri girdi. Peşinden gittim. Resepsiyondaki yerime geçtim, “İyi geceler,” dedim,
Hamdi mi Yavuz mu, yoksa bir İsmail olabilir mi?”
“Necati,” dedi “ben. Boş odanız var mıydı?”
Tuttuğum nefesimi çaktırmadan bıraktım. Hemen işlemlerini yapıp, odasına kadar eşlik ettim.
Geri döndüğümde biram ısınmıştı. Yarısı dolu şişeyi bir dikişte bitirdim. Volkan yine arabayı gösteriyordu, “Bak.” Baktım. Arabanın lastiklerinden biri daha deşilmişti. Güldük. Boş şişenin dibindeki son damlayı da ağzıma akıtmaya çalışırken kafama çarpan şey yere düştü. Fıstık. Ardından bir tane de Volkan’ın kafasına. Aynı anda karşı pansiyona baktık. Sevişken Kızlar bunlar olmalıydı. Atmaya devam ediyorlardı. Fıstıkları toplayıp onlara tek tek geri fırlatırken, biri “Fıstıksız gitmez ama o biralar,” diyordu. Bir anda kayboldular. Biz şaşkındık. Az sonra iki kız köşeden görününce biraz da heyecan basmıştı. Çekirdek yiyerek bize doğru geliyorlardı. Geldiler, geldiler, yanımızdan geçer gibi yaptıktan sonra gelip yanımıza oturdular. Hemen yandaki hediyelik eşya dükkânının kapalı kepenklerine gürültüyle yaslanarak. Kepenk yarım dakika kadar sonra açıldı, içeriden Psikopat Amca fırladı. Ona bu ismi o gece vermiştim. Kızların korkuyla ayağa kalkmasıyla tokat yemeleri bir oldu. Kızlar kaçarken, o bizim üstümüze yürüdü. Elini kaldırdı, biz de ona karşılık vermeye hazırlanırken, “Çocuklar siz miydiniz?” dedi. Elini indirdi. Dükkâna girdi. Kepenk gürültüyle kapandı.
Volkan’la birbirimize, “Noldu şimdi” der gibi bakıyorduk. Moralimiz bozulmuştu. Bu konuyu ve sonrasında gelişenleri Psikopat Amca’yla, hatta pek çok kişiyle tekrar tekrar konuşacaktık. Bir süre sessizce oturduktan sonra ayrıldık. Ben kafenin kapısını kapadım ve iki odadan birindeki sedirlerden birine uzandım. Camdan, dükkânda kitap okuyan Volkan’ı görebiliyordum. Çok geçmeden uyuyakalmışım. Bir ara zil sesine uyandım. Evli bir çifte oda verdim. Bir ara da dışardaki küfür sesine. Doğrulup baktım, Volkan, elindeki sivri şeyle yol üstündeki arabaya sinirle giden adamla konuşuyordu, Sağlam teker kalmadı ki abi, senden önce kaç kişi geldi.” Ana avrat düz giden adam, elindekiyle beyaz arabayı boydan boya çizerek geri döndü.
Tuvalete girdim, elimi yüzümü yıkadım, dışarı çıktım. Ona doğru yürürken Volkan eliyle arabayı gösteriyordu. Zavallı harap bir haldeydi. Saati sordum. Beşe geliyordu. Ona tam da sahibi geldiğinde görünürde olmamamız gerektiğini anlatırken, biri erkek, orta yaşlı, sarhoş üç kişi arabaya yaklaştı. Anahtarı kilide zorlukla sokup kapıları açtılar. Hurdanın çalışması biraz zaman aldı. Ama gözümüzün önünden, patlak lastiklerle tıngır mıngır geçip gidiyordu işte. Bakıştık.
Sabah nöbetlerimizi teslim etmiş evlerimize yol alırken, “Ne biçim bir geceydi bu lan!’” dedim, kollarımı açarak.
“Anlamadım ki abi.”
Köşeyi dönmek üzereyken başımı çevirdim. Kızlar yanlarında iki izbandutla Psikopat Amca’nın dükkânının önünde bekliyorlardı. İyi de kimdi bu Hamdi ile Yusuf? Ya ertesi gece Kadir ismini fısıldayarak benden kadın isteyenler? Aradan on yedi sene geçti. Sırrı inanın çözemedim.
YORUMLAR
olricx
bu anlattığım olaydan bir sene önce tam da saat kulesinden aşağı inmek üzereydim. karşımdan otuzlarında iki abi hararetli bir şekilde konuşarak geliyor. yanlarından geçerken biri beni eliyle işaret etti, "aha bunlar götürüyor karıyı kızı" dedi. önümü kestiler, bi dakika diyerek. açık açık sordular, "kız durumu nasıl sende. bu saçlara çok kız geliyor mu?" yok abi dedim, alakası yok, gören kaçıyor. ardından hızla uzaklaştım.