- 569 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Zenginliği muhtaçlığından gelir
Bazen böyle düşünüyorum arkadaşım: Acz insana bir hediye olarak verilmiştir. Nasıl? Belki şöyle: Güçsüzlüktür insanı çevresine karşı alınganlaştıran. Kendinizi ’yeterli’ bulduğunuz sürece sağınıza-solunuza bakınmazsınız. Dört tarafınızdan yardım aranmazsınız. Fakat aciz olduğunuzda bu sizi fakrınızı (çok ihtiyaçlı olmanızı) gidermede arayışlı kılar.
Diyebilirim ki hatta: Sabah perdeleri bu yüzden açarsınız. Gökyüzüne ara ara bu yüzden bakarsınız. Kedileri (varsa) bu yüzden seversiniz. Sizi ’dışınızda bir varoluşun varlığına duyarlı kılan şey’dir hayat. Evet. Yaşamak aslında acizliğinizin sınırlarını kollamaktır. Ve siz varlığın içinde muhtaçlık muhtaçlık gezen bir avuç güçsüzlüksünüzdür.
Zenginliğimiz fakirliğimizdendir. Tanımaktır. Tatmaktır. Duymaktır. Koklamaktır. Görmektir. Dokunmaktır. Hissetmektir. Bilmektir. Bunların tamamı, değil başka birşey için, ancak onlara muhtaç olmamızla bize yol bulur gelirler. Hoşgelmişler. Bizi ’ben’ kalmaktan kurtarmışlar. Lakin, hakkını yemeyelim, bu ayyüzlü misafirlerin gönlümüzdeki yerini-yatağını hazırlayan aslında aczdir. Acz ve fakr, yani güçsüzlük ve ihtiyaçlılık, ’insan’ dediğimiz şeyin ve hatta ’hayat’ dediğimiz şeyin zeminini oluştururlar. Yani bunlar suyu kaynatmasa hayat da varlıkta fokur fokur duramaz.
Yavaşlayalım. Biz genelde aklımızın varlığıyla varlığımızın sair varlıklardan farkını açıklamaya çalışıyoruz. "Düşünebilen hayvan olmak bizi diğer hayvanlardan bile ayırıyor!" diyoruz. Hepten haksız da sayılmayız. Fakat ben tam olarak böyle düşünmüyorum artık. Ondan öncesi de var. Bizdeki muhtaçlığın vardığı yücelik ve güçsüzlüğümüzün vardığı derinliktir ki, bizi, ancak akılla varlıkta kalabilecek bir yaratılışa sahip kılmıştır. Yani bize bahşedilen bu kıymetli nimet, akıl, aslında nihayetsiz bir aczin ve fakrın tezgâhında örülmüştür.
Burada karışan işleri o çözer. Şu iki pınarın birer karadelik olup bizi varlıktan istifa edecek hale getirmemesi aklın verdiği ’umut’ sayesinde olur. Yani: Evrimcilerin inandığının aksine, insan güçlenirken akıl sahibi olmamıştır, güçsüzleşirken akıl sahibi olmuştur. Acizliğinin ve fakirliğinin onu yokoluşa götürmemesi kendisine bahşedilen aklın yardımıyla/korumasıyla mümkün kılınmıştır.
Akıl, gayb (bilmediğimiz varlar) ve şehadet (bilebildiğimiz varlar) arasında bir yoldur, bir umut kaynağıdır. Veya şöyle söyleyelim: Akıl doğru kullanılırsa bir ’umut bulucu’ya dönüşür. Allah’ın varlıkla olan (isimleri sayısınca) yaratış ilgisini koklayan akıl, eserin sonsuzluğundan ilginin sonsuzluğunu kavrayınca, zamanın da bu ilgiye sınır koyamayacağını kavrar. Umut buradan doğar.
Allah bizi dün seviyorsa bugün de seviyordur. Allah dün hikmetle iş yapıyorsa bugün de öyle yapıyordur. Allah dün yardım isteyenlerin imdadına yetişiyorsa bugün de yetişiyordur. Ancak aklın kurduğu şu düzenekle umudun cevheri alev alır. İşte böylece, buradan geleceğe, şehadetten gayba uzanan düzenekler kurulur. Bilinenden bilinmeyene çıkarımlar yapılır. Bir insan, Allah sevgisinin kalbinde yarattığı cennetten bilir ki, o sevginin sahibi ahirette de bir cennet yaratacaktır. Bu ilgiye hiçbir duvar sınır koyamaz. Ne zaman, ne mekân, ne de kesret...
Bütün mülkümüz bu arkadaşım: Biz Allah’ın mahlukuyuz. Sadece bir kere değil her an yarattığıyız. Her an yeni şeylerle tanışıyor, yeni şeyler hissediyor ve yeni yeni ’ben’ler oluyoruz. Bu farkındalıkların herbiri arkasından bir ’açlık evrenini’ sürüklüyor içimize. Bir karpostalını görmekle bir şehre susuyoruz. Bir dağını duymakla bir ülkeyi merak ediyoruz. Daha bunlar gibi neler neler var.
Buradan şuraya geleyim: Bence aşk da aczin bir şubesidir. Nasıl? Aşk dediğimiz şey de, en nihayetinde, âşık olduğumuz kişiye/şeye karşı hissettiğimiz şiddetli bir muhtaçlık değil mi? Varlığının diğerlerinden daha ayrı bir noktaya konması aslında onun varlığına veya varlığının farklı renklerine veya bu renklerin şahitliğine duyduğumuz bir açlıkla ilgili olmuyor mu? O halde "Muzaaf meyil ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç aşk, muzaaf aşk incizaptır..." diyenin sözünde kıymetli bir hakikat var.
Belki de ism-i Kayyum ile her an varedilmeye (veya varlığı ayakta tutulmaya) muhtaç olan bizler, bu kararsızlık içinde, yaslanacak şeyleri arıyoruz. Bu tutunma arzusunun adı meyil. Meyil sahibi oluyoruz. Yaratışın nedenlerine/sebeplere doğru koşuyoruz. Sebeplerle dua etmeyi öğrendiğimiz zaman meyillerimiz ihtiyaca dönüşüyor. Elmayı ağaçtan istiyoruz. Elmayı ağaçla istiyoruz. Elmaya ihtiyaç hissediyoruz. İhtiyaçlarımızın şiddeti bazen de aşka varıyor. Bizi ona cezbediyor. Tutunacağımız yere doğru akıyoruz. Tutunamazsak yanıyoruz.
Her neyse arkadaşım. Lafı uzatmayayım. Sen anladın beni. Galiba herşey yitip gittiğinde, bütün iddialarımız söndüğünde, avucumuzda sadece ’ilk olduğumuz şey’ kalacak. Yine aciz olacağız. O halde şimdi de yapıtaşımıza uyanık olmak gerekmez mi? Ben duaya biraz da bu gözle bakıyorum: Dua insanın kendisine yapıtaşını/aslını hatırlatmasıdır. İnsan biraz topraktan ama çokça aczdendir. Zenginliği de muhtaçlığından gelir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.