- 884 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'apoptosis'
Dün aynada kararmış yüzüme baktığımda saçlarımın nasıl da kötü kesildiğini fark ettim. Bir oğlum olsaydı ona vereceğim derslerden biri de şu olurdu:’ Kestir, yine kestir ama her kestirdiğinde aynı duyguları sana yaşatmaya devam ediyorsa asla bir berberi eğlendirme. Onun için komik bir öğe haline dönüşme. Siktir et o pezevengi. Gel baban ondan daha iyi kesmezse babanın yüzüne tükür.’ Boş gözlerle bakıyorum. Saç kılları kafatasımın her iki yanından fırlayacakmış gibi duruyorlar. Hem rezil bir saç kesiminin mağduruyum hem de videoya berberi eğlendirmek için şarkı uydurmuş salağın tekiyim. ‘Berberim canım benim, sensiz ben ne ederim…’ Peh, kıçıyla gülmüştür. Biliyorum, defalarca millete izletip ‘bakın bir salak ve onun kaydı’ demiştir. Demese bile içinden böyle yapmak gelmiştir. Ben onun yerinde olsaydım herhalde az önce söylediğimi yapardım. Rezil ederdim o salağı. Yaşadığım yeri adlandırmakta zorlanıyorum. Kentten ziyade vilayet kelimesi daha makul geliyor. Her neyse, bu küçük vilayetin caddelerinde ve sokaklarında beni görenler ağız dolusu kahkahalarını attıktan sonra:’ İşte o salak, bu salak! Ha ha. Aranan salak bu, bakın, saçlarına bakın. Görüyorsunuz değil mi? Parasıyla hem saçı hem sesi hem de tüm varlığı rezil olmuş bir varlık. Çıkartın telefonlarınızı, katlanılmaz yüzünün ve yakılası bedeninin rezil fotoğrafını çekin.’
Gözlerime bakıyorum. Tanrım, ne kadar boş bakıyorum. Ne zaman bu bakışlarımın hadsizliği sonlanacak? ‘İntiharın mevcut duygusunun uygar çıkarımları sonucu hayatta kalıyorum’ tarzı modern bir cümleyle yaklaşıyorlar. Neden bu kadar insan varken, neden bu kadar çok insan var? Bir ‘çok’ inleyişi eşitsizliğin kaynağı olabilir. Azken çokluğun hayali kurulabilir ama çokken korkudan ziyade duygular kötürümdür. Bir berberin geride duran ense aynasında ne kadar çaresizsem, bir kadının gözlerinde de o kadar ‘çok’ hissini yaşıyorum. Çok. Açıklayabilir miyim bunu ona? Yorgunum. Bunu dünyaya karşı söylemek büyük hadsizlik. Ancak ona saygı duymakla beraber yine de ‘yorgunum efendim’ diyebilirim. Kibar bir çokluğun hadsizliği tavandan düşürdüğü yeni doğmuş bir bebeği andırdığı inlemeleri hücrelerce hürce paylaşılıyor: ‘Duyduk duymadık kalmasın! Bütün mitokondrilere paydos! Çekirdekler kardeş olun! Artık difüzyon saçmalığına gerek kalmayacak! Her hücre hür olacak! Duyduk duymadık kalmasın! Düşman hücreleri, bu karar sizin için de geçerli. Kötülükle beslenmenize, kanseri yaymanıza lüzum kalmadı. Artık biz sulhtan yanayız. Sizin de enerjinizi kötülüğe ayırmanız gerekmiyor. Gelin, hep beraber bir barış türküsü söyleyelim:’ Damarlarda, organlarda, çekilmesi güç yarınlarda, atacak kalbimiz daim, yaşadığımız tek vücutta.’ ‘Tek vücut, tek umut!’
‘Tanrı inciyi saklayabilecek gönül versin!’ Bu sözü duyduğum zaman üzerinde pek düşünmemiştim. Şimdi de düşündüğüm pek söylenemez. Odan zeminine sulu izmarit döken dağınık biriyim. Ha ha, dağınık derken ciddi değilim. Kirli, pasaklı, işe yaramaz ve ayrıca o romanlarda okuduğum aşklara kıçıyla gülenim. Gülüyorum. Daha iki gün önce yastığımı sıkıca sarıp nasıl ağladığımı anlatsam, buna şu an ben bile inanmam. O kadar çok gülüyorum ki, göbeğim inceldi. Kaburgalarımı sayıyorum. Yağlar bir süreliğine seyahate çıkıyor. Size kıllarını kestikten sonra göbeğini okşayan biri olduğumu da söylemeyeceğim. İğrenç, çok iğrenç! Fakat ağladığıma emin olabilirsiniz. Bunun için kanıtın var mı diyenlere yastığı gösterebilirim. Konuşamaz. Size istediğiniz dilden cevaplar veremez. Böylece istediğim türden bir çıkmaza girilebilir. Çünkü ben çıkmazların adamıyım. Çıkmaz sokaklarda yürümeyi severim. Sokaktan çıkılmadığı zaman geri dönmeden önce sokağın çıkılmazlığı karşısındaki ilgim artar. Evlerin bitişik haline bakarım. Organlarım da böyle olmalı. Yine de organsız bir vücut şakacıktan ninnilerle besleniyor. ‘Uyusun da büyüsün, e… e…’
Müşteriler için özel geliştirilmiş gülüşlerinden birini çek gözlerimin önünden. İri ve bakımsız sinyal lambalarının ortasında, iskelenin en ucunda denize tükürüyorum. Başka şeyler de yapabilirdim ama ihtiyacım yok. Az önce başından okşadığım köpek çok geçmeden dizime kadar tırmanıp sertleşen organını bacağımda boşaltmaya çabalıyordu. ‘Ne yapıyor bu it’ dedim. ‘Böyle alışkın bu, sevdi mi birini böyle yapıyor’ diye cevap geldi. ‘Yani bildiğin seveni sikerler icabı’ dedim ve sustum. Seveni sikerler azizim. Istırabına kadar yolu var her şeyin. Eğer sen karşındakini, bu ister sevgili, ister kardeş ya da fark etmez herhangi bir şey olsun, onu seni sevdiğinden daha fazla seviyorsan sen sikilirsin. Böyle söyleyince it oğlu itin bile hoşuna gitmiyor. Piç olacaksın. Sen sikeceksin ki, daha fazla üzülen taraf sen olmayasın. Fakat sen efendi, aziz ayaklarıyla ortalıklarda dolanıyorsan, üzülmeye layık bir geri zekalısın. ‘Ne yiyeceksiniz efendim?’ Börekçide çalışan kız bile efendi ağzıyla konuşuyor. Kızın hadsizliği karşısında ‘çiğ börek ve iki çay’ diyebiliyorum. Garson kızın hiçbir günahı yok. Şu an için yok. Gülümsemiyor. İyi ki gülümsemiyor. Gülümseseydi samimi olmadığını düşünecektim. En azından bariz biçimde olmasa da somurtuyor. Herhangi bir derdi olabilir. Burada biz ne yapıyoruz? İki tepsi börek yapabileceğim fiyata, bir porsiyon çiğ börek yiyoruz. Afiyet olsun. İçim boş. Mutlulukla saldırıyorum itişen bulutların grileştirdiği küçük gökyüzüne. Bakışlarımla muşambadan uygarlık akıtıyorum:’ Mutluluk başındaki anlamlı rakam sonrası bol sıfırlı bir banka hesabı. Sen iyisi mi ye sana kesip uzattığım böreği ve kendini kurtar!’
Hadi kıskan bakalım beni! Madem iyi birisiyim, madem güvenilir birisiyim; kıskan beni! İnsanın yüreğini bir saniye de olsa titreten anlar vardır. Bana onu yaşattığını bilsen de, çoktan unuttun. İki kelebeğiz sokaklarda. Hızla ilerliyoruz. Sonuçta bir kelebeksin. Göz kapaklarından öpecek kalabalıklar. Muşambadan bu tatlı kelimeler. Yüreğin yıkılması mecbur duvarlardan birkaçına korkuyla seslenecek:’ Bırakın, bırakın şehrimin kapılarını!’ Sinsice yaklaşan ne? Küçük eller darağacı oluyor çıplaklığının. Sarıldığında titremiyorsun. Kahpece geliyor. Anne yanlış anlıyor. ‘Kasıldı sanırım.’ ‘Kahpe misin?’ İnsan kendine kahpe der mi anne? Ne güzel Türkçe konuşuyoruz. Ben bu dille sızlıyorum. Sızım sızım akıyorum. Doğuma hazırlayan sancı ne kadar sürecek?
Bakkalın mahmur yüzü karşısında benim merhametsiz ve de kirli yüzüm var. Kepekli ekmeğin canı cehenneme! Son aldığımda yediğim her dilimde aynı acı tadı aldım. Yediğim her şeye karşı ayrı saldırgan tutumlarım oluşuyor. Çoğunun yediği dokunuyor. Son zamanlarda daha derinden hissediyorum. Anlık tepki veren bir mekanizmayla yaşıyorum. Öyle güzeldi ki doğmamış olmanın verdiği yenilenme hissi! Ancak ilerleyen zamanda parmak uçlarından yırtılmaya başlayan çoraplarım var. Ha, büyük konuşunca duymak istediğimi daha rahat anlatabilirim. Yüz yüze hiç görmediğin birinin ölümüne insan ne kadar üzülebilirse, o kadar üzgünüm. İnsanların aynı duyguları tadabilmesi kadar harika bir var oluş olamaz. Ben de burada bir yaratıcı olsaydım, örneğin bir şey var ediyor olsaydım, insanlar için ortak duygular yaratırdım. Hayalindeki sevginin ellerine tutuşturulmuş okşanacak saç telleri misali diyelim. Göremiyorsun ne kadar üzüldüğümü. Sen bir bakkal kadar tanımıyorsun beni. Bakkal yüzüme baktığı zaman anlıyor: ‘Neyin var?’ –Üzgünüm bakkal bey, çok yalnızım, kalbimdeki umutları uçurtmalara bağlamışım da, çocukluğumda yitirdiğim tadı ağzımda. ‘Metal gibi mi?’ –Evet, sanırım o metal tadını ağzımda sessizlik bölüyor. Daha basit ve uygun şekilde şöyle tekrarlıyorum. -Korkuyorum. ‘İnsanın yolu kendine çıkmalı.’ Bir bakkal daha böylece filozof oluyor. Gecenin bilmem kaçında, büyük porselen fincan da kahve içerken neler, daha neler… ‘Güzel miydi uçurtmaların?’ –Allah belanızı versin! Allah belanızı versin! Günyüzü görmeyin! ‘Başka?’ –Lisenin karşısında bir bakkal vardı, senden iyi olmasın. Ona giderdim uzun aralıklarla. Yarım ekmeğe soğuk sandviç yapardı. İçine salatalık turşusu koyardı. Bayılırdım. Ondan önce kırmızı teleferiklere bakarken, caddenin köşesinde, taksi durağına yakın tostçunun salçasına ağzım sulanırdı. ‘Şimdi?’ –Her şeyi unuttum. Hayır, kestim, akıttım bu iyilikleri. İyilik denmez aslında, saklı cennetin kayıp yazıları mı denmeliydi? ‘Uçurtma?’ –Saatlerce deneyebilirdim. Saatlerce diyorum. Uçup uçmaması önemli değil. Sıfır Tempra’nın dolgun kıçı bile umurumda değildi. Salıyorum, salıyorum ve uçurtma gökyüzünde meleklere emanet. Tanrı’nın bir çocukla mutlu olduğuna inanıyordum. Camideki şefkatli adamın ayet okuması vardı. Biz ona cüz diyorduk ama zorlamıyordu. Üç dört ayet okutup ‘tamam, yarın da şuraya çalışırsın gelirsin, şimdi uçurtma uçurtmaya gidebilirsin’ diyordu. Uçurtmaları herkes seviyordu. Hapishanenin avlusundan uçurtmalara bakıp gülümseyen insanların olduğunu söyleyen bir abi vardı. Mahallenin terli gömlekli, ön cebinde marlboro taşıyan abisi. O da severdi uçurtmaları.
Yüzüne baktığım an da kaç uçurtmam tellere takıldı? Oysa ben dağlara çıkardım uçurtmamla. Benim denizim gökyüzüydü. Kirlenmemiş bir maviliğin nostaljisi değil, asla. ‘Hep vardı, biliyorsun değil mi?’ –Haksızlığa uğrayan ve unutulanlar için bu şarkı gelsin. Az daha dokunsaydım frekansı kaybediyordum. Dağlara ait hiç bitmeyen ayı hikâyeleri. Yüzyıllar önce keşişlere ait mağaraların artık yeni ev sahipleri olan ayılardan bahsediyorum. Bu ayrılık en çok onlara yaradı.
Yüzümde ne görüyorsun? Bunu bilmem gerekmiyor. Omuzlarımdaki meleklerin yorgunluğunu gözlerimde görebilirsin. Daha iri bak! Yumurta gibi çatlasın gözbebeğin. Yırtılan geceden sabaha kalan umutsuzluksa, başka bir yöne çevirebilirsin bakışlarını. Ne sen Edi’sin ne de ben Büdü! Bakkal ısrarsız bir tavırla ‘peki, sen ne düşünüyorsun’ diye soruyor. Üşüyen ruhuma kaç kat yalnızlık gerekli donması için? –Rüzgârların senin bez şemsiyeleri uçurduğu akşamı hatırlıyor musun? Güneş hiç batmamış gibi gecenin bir vakti senin bez şemsiyelerin için fedakârca rüzgâra direnmiştim. İşte ben buyum. Yalnızca biraz iyi birisi. Çocuklar uyurken, sokakta savrulup dönüveren kuru bir yaprak parçasıyım. Dönüyorum. Ellerimin dokunabildiği gölgelerin ve karanlıkların yüksek sesli haykırışlarını bekledim. Geldiler. Yeminle geldiler. Buradan gitmem gerek! ‘Yapma, öleceksin!’ Ha ha! –Bakkal bey, acımıyor. ‘Yapma, her şey bitmiş değil!’ –Hissetmiyorum. ‘Sen ateşini arayan bir odunsun!’ –İltifat ediyorsunuz bakkal bey! Bitmiş bir sigaranın ölü gözlerinin izdüşümü şurası: Garip bir ifade sonucu karakolda bir gece beklediğimi hatırlatırım. Mecburi sanatların sonuncusuna gelirsek, kulağına fısıldarken öldürmeli sesinin tonu. Sevgi bir ton meselesidir. Tonlamayı anlamalısın. Tonla tonlanacak tonsuzluklar, tonsuzluğundan tonlanışları tonlayamamışlardı. Donsuz çıkmayacaksın bu havalarda dışarıya. Arapça harf oyunu sonrası geriye ‘o’ ve ‘onsuzluk’ kalıyorsa, seksi bir Endülüs hikâyesi anlatacak yine kendim kalırım. Bir ‘o’ sonrası Endülüs bahçelerinde maki bayramına törenler yapılırdı. Simsiyah, gür, kıvırcık ve daha ne kadar uzun olabilir bakışlarıyla yumurta çatladı çatlayacak. Biraz daha acı, biraz daha keskin bir ölümün hazırlanışı bedenimde kendisini hatırlatıyor. Alışkanlık ölümün ellerinde savrulurken hiçbir şeyi unutamamak yoruyor. Temiz sandığın ellerinde keskin idrar kokusu acıtıyor bardağı. Dokunduğun yer de asit, yaraları patlatıyor: ‘İltihap şeddeli!’
nlatamıyorum. asıl nlatılır u? lmuyor, anımı akan e? enüz itmedi u anlışlar e en ine eneyebilmenin uhtaçlığını issediyorum. uymak stiyorum enden u erçeği. e uruyorsun? ngelini nlat?
Aşağılık bir pasaklıyım. Aşağılık derken, cidden aşağıdayım. Fayansa çarpıyor yüzüm. Bir süre daha böyle kalırsak, felç olacağım. Yüzümü sevmiyorum. Titreyen bir et parçası kendi iradesi olabilir. Ellerim sığmıyor yüzüme. Pis pis gülüyor uzun boylu, hafif şişman biri. –Hey sen, gel buraya bakalım! Gel diyorum lan, puşt! Hem pis pis gülüyorsun, hem de gidiyorsun arkanı dönüp. Ne mi oldu? Ne olacak lan? Neden gülüyorsun pis pis? Küçük bir kum parçasını motora attığın zaman olacakları sana izlettiririm somun kafa. Lan dümbük, kendine çal saksafonu. Şu elini çıkar gocuğundan da, öyle adam gibi konuş. Ne? Ne yapayım lan boksörsen? Bana da piyangodan para çıksa açacağım restorana o ismi koyacaktım. Var evet, biliyorum öyle bir restoran var, olsun ben de esepyo boksör koyardım adını. Mozambikli esepyo lan! Bak çıkar şu ellerini gocuğundan! Bana mı vuracaksın? Adamsan vur da görürsün!
Yumruk filan yemedim. Pis pis gülüp gitti. Sen bana dönüp ‘gitti mi’ diye sordun. Ben sana ‘arkasını dönüp pis pis güldü’ dedim. Arkanı dönüp, onun arkasından baktın. Arkasına bakmadan yürüyordu.
Piyango bileti almadım. O paraya çay içtim. O paraya sigara aldım. O paraya çikolata ısırdım. O paraya boş boş gezdim. O paraya hayaller kurdum. Fakat sen piyango bileti olmak istedin. Bir ortaokul olasılık sorusu içerisinde eksik yüzümün kaybolan parçası bıyığımın kıllarını aradım parmaklarımla. Doğru ve doğruca kestim. Dudaklarım uzaklarda bir yerde çabuk kandırılıyordu. Açısız dedikodular kapatıyordum. Sadece seslerin filtresi olabilseydi ve doğruyu söylemekten çekinmeseydi yeterdi. Sessizlik keskin; sızlıyor iki ruj. Kapitalist alçakgönüllü, yardımsever göt büyütenlerden olduğumu itiraf etmem gerekirse, peynirini yedim bu işin. Kırmızı sosyalizmin, kırkından sonra üzerlerinde daha yakışıklı durduğu adamların bisikletlerine uzaktan baktım. Kadınlar aynı evlat seviciliği içerisinde kendi benliklerini topraklaştırıyorlardı. Senin de…
Her şeyi geçelim. Bakkal papatya ekmeği bakıp gülümsüyor. ‘Seviyorum şunu.’ –Ben de. ‘İnsana güzel şeyler anımsatıyor.’ –Benim de. ‘Şimdi ne yapacaksın?’ –Her zaman bir şeyi anlatırken eksik parçalar vardır ve onları ya anlatmak istemezsin ya da anlatamazsın. Hayallerimin beyazperdesini açmıyorum. Alelacele, geçici bir serüven diyorum. Biraz daha yüzün kıvılcımların peşinden gidiyor. Yüzünü aynaların eskittiğini düşünüyorsun. Eğer aynaya bakmasaydın ya da ne sen ne de başkası seni görmeseydi asla eskidiğini düşünmezdin. İlkel kabilelerin modern utançlığı bu anlatışım. Bana bakıp gülüşleri (ha ha) sakızı burnuna yapışacak cinsten çiğneyen orospuyu andıracak. Rahatsız olma; örneğin ben rahatsız olmuyorum. Geceleri ağlıyor. Duvarlar ince; sesi geliyor. Ağlıyor. Bazen pezevenk sertçe onu sikiyor. O ağlıyor. ‘Yapma’ diyor. ‘Yavaş’ diyor. Pezevenk ‘sus lan, zıbarırız birazdan’ diyor. Aylardır aynı şeyler tekrarlanıyor. Gecenin üçünde polis kapımızı çalıyor. Ben camdan bakan, üzerinde çocuksu pijaması eksik orta yaşlı ev hanımıyım. Dizleri parçalanmış eşofmanımla duvara sürtünüyorum. Perdeyi derinden kokluyorum. Yıkadıktan sonra ilk kokularını özlediğim perdenin köşesinden sokağa bakıyorum. Orospusuyla pezevengi aşağı iniyor. Para azsa biralar çoğalıyor. Para varsa votka tercih ediliyor. Para olsa da olmasa da ağlayışlı sikişler devam ediyor. Daha sevimlisi şöyle olsun:’ Sevişelim mi?’ Saatlerce, durgun bir gölün üzerinde rahatına bakan nilüferin tenini saran damlaların titremeden güneşi kıskandırması gibi. Birkaç parlak ter damlasını göğsünde birikir de öyle gülelim. Paran olsun, iyi değilsen bile iyisin. Bunu güneydoğulu birinin ağzıyla yapalım:’ Paran varsa, ağasın, paşasın. Paran yoksa istersen evliya ol, sen kimsin?’ Bu aptalca para muhabbeti de nereden geldi? Bakkala en son ne zaman bakkalı bırakabileceğini sormuş olabilirim.
Şimdi o pis pis gülen yanında yarısı kadarmış gibi duranı soymuş, kocaman elleriyle duvara alçı yapar gibi sıvazlıyor. Kabaran dalgasının nihayetinde pörsümüş deriden farkı kalmayacak. Muşambakabin bakışların beni daha fazla incitemezdi. Hiçbir şey yok! İç bir şey yok! Bir şey yok kısaca. Hanım hanımcık kaldıralım raflarını mutfağın. Mercimeğini, fasulyesini, nohudunu, eriştesini, makarnasını, kurumuş biberini, Kastamonu sarımsağını, Balıkesir yumurtasını. Fidayda da, fidayda. Tanrı’dan gelir, ne gelirse bahtına. Başını da yesin bu sevda. Ha ha. Öksürdü. Bir insan öksürdüğü zaman ne kadar komik olabilir ki? Zayıflamak demek yeni bir ekonomi dengesi kurmak demekten başka nedir ki? İşin gücün yok mağazalarda dolanıp, bir de yeni kıyafet mi alınacak? Ye anacım, ye babacım; dünya malıdır, zengini geberir, fakiri de; her bir şeye aldırma. Uçur gitsin, kalk hapı koy babanın şarap çanağına.
Düştüm. Öyle bir düşüş ki, hücrelerimin dizemle nasihatler bıraktığı pist sabit kalmadı. Raks ihtiyatlı gölgelerin arasından sıyrılıp gözlerin alımsı kıvrımlarında gezindi. ‘Ellerim üşüdü.’ Bunu hiç utanmadan dedin. Ellerinin üşüdüğünü sen söylemeseydin bilemezdin ama utanmadan sen yine de ‘ellerim üşüdü’ dedin. Elinin tekini ellerimin arasına aldım. İki iri kömür parçası ellerimin arasına beton üzerinde üşümüş nihale gibi elini koydun. ‘Neden diğer elini de getirmiyorsun, onu neden kaçırıyorsun’ bakışlarımdan rahatsız olmuş olmalısın ki, nihaleyi ısıtan demliğin kıçına benzer ellerimden elini çektin ve ‘öyle işte’ dedin. Sadece ‘öyle işte’ demek için buraya kadar gelmiş olabilirsin ama bu bana yetmezdi.
Halimden mutsuz değilim. Gölgemle her bedenlerini sarışımda peşimde deli divane gibi koşuşturan kedilerin arasında dudağımdaki izmarite ait mısralara dökülmemiş kelimelerin gözümü kıstırdığı anlar oluyor. Onlar yiyecek bir şey beklerken, ben içlerinden birini yakalayıp kucağımda sevmeye başlıyorum. On saniye sonra uykuya ait mırıldanmalar başlıyor. Bu noktada karanlığın içinde kimsenin gelmesini istemezdim. Zoraki bir orospuyu belirli aralıklarla sikmeye gelen bıyıklı, kırklarında kavatın elindeki poşet kedilerin umurunda bile değil. Fakat ben elimi boşlukta gezdirdiğim anda bile heyecanlanıyorlar. Kapıyı aldırış etmeksizin sertçe kapatıp merdivenleri çıkarken, isyancı birini hapseder gibi demiri üzerine kilitlenen bakkala bakıyorum. Sahibi olmadığı zaman nasıl izbe ve yalnızlık barındırıyor. Onlarca içeceğin, cipsin bir anlamı yok. Gazetelerin çıkmadığı bir günü yaşamak gibi. Okunacak bir gazetenin olup olmaması sorusundan ziyade, bir gün gelmeyecek gazetelerin olma ihtimali korkunç bir duygu. Her nasılsa yaşıyorlar ve insanların yaşadıklarını hatırlatıyorlar ama bir gün gelmedikleri an korkunç bir şey başa gelecekmiş hissiyle dolular. Kanları mürekkep olan gazete sayfaları üzerinde yenmiş son mutsuz yemek üzerinden bir on saat geçmiş olabilir. Ellerin şimdi daha soğuk ama bunu fark edemeyecek kadar gururlusun.
Taşlaşmış gibi aynı yerde saatlerce oturuyorum. Karıncalaşan kıç altı duyumsamalarımın birkaç elipsi harekete ihtiyacı var. Bahçe duvarına doğru bakıyorum. Bir gün bu balkondan düşeceğim. Boktan bir ölüm olurdu. Geçen gün hastaneden çıkarken de ona öyle söyledim. Kalabalığın çıkardığı uğultu tiksinçti. Hasta dediğin susar, acısını derinden yaşamaya çalışır ama hastane binası nasıl bir aptal mimarın projesine maruz kalmış ki, hastalığını yaşamaktan aciz insanların konuşmalarını birer uğultu rüzgarı haline gelip, zamanın tersi oranınca hiç durmadan her bir tarafta kendini hissettirebiliyor? Sonuç geliyor. Beyaz bir kâğıdın içerisinde insana hasta olup olmadığını söyleyebiliyorlar. Okuyorum tek tek; ‘hasta değilmişsin’ diyorum. ‘Evet, biliyorum, doktor söyledi’ diyor. ‘Ben de onu söylüyorum ya, hasta değilmişsin. Hem benim doktordan ne farkım var? Bu doktorlar da ne boş beleş insanlar. Önlerine gelen röntgen, tomografi ya da tahlil sonuçlarına bakıp, sizde şu şu var, bunu bunu yapacaksınız diyorlar. Ben de aynısını yapabilirdim. Bir de az uzman olunca ameliyata girip, terzi gibi kesip biçiyorlar. Sonra da dünyanın parasını götürüyorlar. Yemişim doktorluğu!’ Önümde her zamanki gibi hızlı adımlarla yürüyor:’ Ne diyorsun sen Allah aşkına? Olsaydın o zaman doktor, ne konuşuyorsun böyle?’ ‘Yattım’ diyorum, ‘çalışmadım hiç son sene. Çalışsaydım ben de üniversite de tıp kazanacak puan alabilirdim.’ İkimiz de başka şeyler düşünme öncesinde sistem eleştirisi yapan gevezenin sesini duyabiliyoruz.
‘Darboğazdan geçiyoruz.’
‘Nerden çıktı şimdi?’
‘Boğazım acıyor. Bir gün Adalara gidelim.’
‘Gidelim.’
‘Yanımıza sırt çantası alalım. İçine yiyecek dolduralım. Orada her şey pahalıymış.’
‘Olabilir.
‘Sıkı tutun.’
‘Tutuyorum.
‘Dikkat et.’
‘Ediyorum.’
‘Sıkı tutmuyorsun.’
‘Tutuyorum.’
‘Enseme üflemeyi keser misin?’
‘Üflemiyorum.’
‘Nefes alıp veriyorsun.’
‘Öleyim mi?’
‘Başka yer de nefes alıp ver o zaman.’
‘Tamam.’
‘Sıkı tutun.’
‘Tutuyorum.
‘Dikkat et.’
‘Ediyorum.
Tanrı inciyi saklayabilecek gönül versin! İç şu limonlu çayını da kalkalım. Berberi öldürmeye gideceğim. Sonra o sikişken iti ve en son kendimi. Unutmadan bakkala uğra müsait olduğun bir zaman. Beş kuruş borcum vardı. Yüzün kalırsa geriye, onu öde üşüyen ve üşengeç ellerinle. Tabi beş kuruşluk değerimin dahi olduğunu düşünmüyorum ya yanında, neyse.