- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
GECENİN YÜZÜ
Gecenin Yüzü
Nurşen Kaygısız
“Daha dün buralardaydı. Kim söylüyor onun her şeyi bırakıp gittiğini. Yok öyle bir şey. Olsa ben bilmez miyim? Ben demez miyim size? Hiç olası var mı bunun?”
Gözlerini kısarak etrafına bir göz attı. Herkes suskundu. Kimse bir küçük karşılık bile vermiyordu söylediklerine.
Yeliz usulca yanında oturan Hacer’e çevirdi başını. Göz göze geldiler. Yeliz’in soru dolu bakışlarına hafif bir baş işaretiyle karşılık verdi Hacer. Anlaşmışlardı. Bir kaç saat sonrasında belki, belki de akşama. Bütün bunlar, detaylar net değildi elbet. Ayrıntılar üzerinde daha sonra da birtakım düzenlemeler yapılabilirdi nasıl olsa.
“Anneeee…”
“Anne… Çabuk buraya gel.”
Sessizliği yırtıverdi dışarıdan gelen bu iki cümle. Artık ufaktan homurdanmalar, kesik kesik konuşmalar el ile kapatılmış ağızlardan taşan gülüşmeler, kıkırdamalar başlamıştı bile.
“Dün pasta hanenin önünde Melahat’la karşılaştım. Neler söylüyor bir bilsen?”
“Ne söylüyor? Söylenecek ne var ki. Her şey zaten apaçık ortada değil mi?”
“Sen bilmiyorsun? Dahası bildiğini zannediyorsun. Dağ Veli iki gün önce kahvedeymiş. İleri geri saymış dökmüş kahvedekilere. Hatta biraz da gözdağı vermeye kalkışmış.”
“Ne demiş?”
“Bak, sen de merak ettin değil mi? Ya işte böyle…”
“ Merak edeceğim elbet. Herkeste var olan kalp de bendeki taş değil. Anlat hele ne demiş Dağ Veli. Kime gözdağı vermeye kalkışmış?”
“Eee... Herkesin bir bildiği var. Bildiği kadar üflüyor neye.”
“Doğru doğru da… Anlat sen hele…”
“Gülistan gönüllü değil imiş. Rızası hilafında gerçekleşmiş her şey. Ona diyormuş küçük bir zarar versin, bir kılına halel gelsin, pişman ederim. Bu böyle biline.”
“Gülistan’ın Ahmet’le birlikte kayıp olması elbette ki önemli. Biri aylardan beri ortalarda yok. O, cehennem ateşinden sıçrayıp da yeşile düşen kıvılcım gibi şimdi. Gülistan, her nerede olursa olsun kurtardı sayılır kendini. Beterin beteri vardır, derler ya. Bunun daha beteri var mıydı sen söyle allasen?”
“Bir parça daha iyi, diyelim. Bir parça daha iyi…” diye onayladı arkadaşının sözünü.
“Daha ne olabilirdi ki.”
Başını kaldırdığında Saliha’nın mavi gözleriyle karşı karşıya kaldı. Delici, kesici, parçalamak isteyen iki mavi göz.
“Belli ki söylediklerim kimsenin umurunda değil. Kurmuşsunuz bir laf kazanı, kimse elinden geleni bırakmıyor. Herkes kesesinden, heybesinden, çantasından cömertçe bir parça alıp atıyor kazana. Kaynasın kazan, kaynasın ki köpürsün. Köpürsün ki taşsın. Herkes payına düşeni yaşasın. Bir parça yansın. Yansın bir parça.”
Cebinden kenarına minik sarı bir gül işlenmiş bir mendil çıkardı. Özenle açıp yüzünü kapattı. Avuçlarıyla yüzünü bastırdı. Parmaklarının arasında kaybolup gitmişti bütün öfkesi. Mendili yüzünde bir müddet tuttu. Her şey yerli yerine yerleştiren sıra dışı bir güçle denetliyormuş gibi durdu. Binlerce yılın ötesinden fırlayıp gelmiş bir kâhin edasındaydı şimdi. Söyleyecekleri için enerji topluyor, söyleyeceklerini sıraya koyuyordu. Derin bir nefes aldı. Tuttu nefesini uzun süre. Yüzündeki renk biraz daha pembeleşti binlerce yılın büyüsünü yüzünde toplamış bir efsuncuydu şimdi.
“Ben de biliyorum dedi. Ben de biliyorum. Bakmayın sürekli kendimi kandırdığıma. Ne siz kanıyorsunuz ne de ben. Herkes her şeyin ayırdında aslında. Benim işime gelmiyor sadece. Aylar önce gitti. Haftalar geçti. Günler, saatler, dakikalar…
Aslına bakarsanız geçmedi. Dilek dileyip de taş para atılan kuyular gibi doldum ben. Doldum. Doldum. Doldum… Benim yüzüm gecenin yüzü. Kapkara. Kapkaranlık.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.