- 1357 Okunma
- 6 Yorum
- 4 Beğeni
'ilgi ekici'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Damı Akan Bir Terzi Dükkanında Ütü Yapan El: Biraz ip ve bir iğne. İhtiyacım olan sadece iki şey. Kulaklarıma dokunuyorum. ‘Neredesin’ diyorum kulaklarımı kaparken. ‘Baba, senin yüzünden hepsi.’ Babanın yüzünden her şey. Burayı tanımanın ve burada olmanın suçlusu o baba. İlgi alanının dâhilinde tek merak ettiği konu hayatı boyunca baba olmamış adamın cebinde tespih olup olmadığı, olansa bir baba. Bir baba, baba olmayan başka bir adamın cebini merak ediyor.
Agora Ortasındaki Kusmuğa İşeyen Köpeği Seven Genç: Burayı tanıdığımı iddia etmiyorum ama tanıdığımı da söylemiyorum. Açıkçası bir şey söylemem gerekmiyor. Yağmur yağıyor. Çok yalnızım. Biraz önce yağmur yağıyordu. Uzun bir paltom vardı. Üzerinde uzun, koyu kahverengi renginde ve üç düğmeli bir paltosu olan biriydim. Az önce o bendim. Korkmuyordum. Islanırken nefesimin kesileceği anı da hesaplamıyordum. İnsanın bir sonraki gününü ya da yıllarını hesaplamasını istiyorlar. Buna da planlı yaşamak diyorlar. İşte plan: Islanmak! İşte bir başka plan daha: Daha fazla ıslanmak! En son plan ilgisizliğinin verdiği ilgiyle bakan, uzun boylu ve bir hayvanı andıran orospuyu öpmek. Siz hiç ağır, sessiz göz kapaklarını hiç kapanmayacak gibi bakan bir orospu tanıdınız mı?
Baldırına Dair Utanç İçerisindeki Beyaz: Kapı çarpıyor. Sokak inliyor. Siyah bir kapı çarpıyor. Kimsesiz bir sokak kapıya çarpıyor. Siyah avuçlarından kayıyor kedilerin. Tükürüyorum. Yeni bir delik açtım. Üzerimde hatırası olması gereken ne kadar kıyafet varsa, onlara delik açtım. Yeni bir delik açtım. Yaktım. Bu ateşi derimin altından ellerimle çıkarmak isterdim. Sadece öyle durup, usulca görüyorum. Burayı görüyorum. Biraz ip ve iğneyle dikilemeyecek delikler taşıyorum. Üç düğmeli, uzun kahverengi paltomun altında sevgili delikleriyle biri ıslanarak yürüyor. Yüzüme dokunabilir misin? Hayır, alev alev değilse, kıvılcımlarımı söndürme!
Kayıkta Cesedi Bulunmuş On Dişli Ve Sakallı, Zayıf Bir Telafi: Acizlik her bir yanımı sarmış. Sarkıyorum. Asansör duygularımın altında ezilen kirli işler var. Irgat bir sigara dumanında parmağımla çizdiğim son resmin adıydı. Ben o ırgatın kendisi olamıyorum. Buğulu camda silinmeyi bekleyen acizliklerden hangisiyle başlayabilirim? Sözüme. Tek bir mutsuz adamın etrafında koca bir dünyayı sığdırmışlar gibi. Gogh’un trajik dokunuşları siyahın içerisinde ellerini bulmakla alakalı ve resimle böylece seslenebilir: Görmeni istiyorum. Senden beni görmeni istiyorum. Çörek otları keskin bir anlayış sağlayabilir. Yala, ıslat parmak uçlarını ve topla yere düşmüş otları. Her şeyi unutmadan, damarlarımdaki soğuk jiletin kokusunu hissederken yaşamaya talibim ama beni gör; öyle gidiyorsan git!
Aynadaki Gri Lekeleri Silen Parmak: ‘Beni biraz anlasaydın’ temenni ya da dua değildi. ‘Beni biraz anlasaydın’ sadece ‘beni biraz anlasaydın’ demekten başka bir şey olamazdı. Sadece görmeni arzuladım.
Müzede Düşürülmüş Anneanne Yüzüğü: ‘Seni seviyorum, seni hayattan da çok seviyorum’ diyen kızı Necip Mahfuz’un dünyasında bulmuştuk. İşte yalan söylüyorum. Beni doğa acıtamaz. Beni ben gibi insan acıtabilir. Yalnız bu acıyı ben de göremiyorum sanabilirsin. Ara sokağında daha ara sokakları olduğunu bilmek için erken vakitler. Ana cadde yalnızlığında maviliklerin manasını bilmenin ifade edebileceği hiçbir şey yok. ‘Yok’ demek acıtabilir. Beni bu yokluğun söyleniş biçimi üzecek. A’dan sonra kısaca b geliyordu ama a ile b arasında neler olduğunu sorgulayacak kadar mutsuz olamam. Derince göğsünü çekerek olduğum yerde yüzüme sertçe eteklerini sürten rüzgâra direniyordun. Ben hiçbir şeyim.
Parmağını Bekleyen Yüz/Deliğini Bekleyen Top: Bu benim hayalim değildi. Kaçamak yol olmadığını bilmem uzun sürmüştü. İstediğim çağın, yaşamanın manasına erişebileceğimi hayal ettiğim –bunu daha iyi kim anlatabilir sessiz kalışlardan başka- asrın hep önceki yaşanmışlıklar içerisinde olduğunu düşünmem hataydı. Belinden kavrayıp ‘buyurun’ değil, ‘buyuralım’ diyeceğimi öğrenmek için Kaf dağından odun getirmek gerekiyordu. Şayet öyle bir dağ varsa, bu çağ gibi, yaratıcının ve yaratın işin içinde olduğu anı kapsayan rahatsız verici bir şans beliriyordu. Bir zaman kendi yapıtının zamanın kendisi olduğunu düşünüyor, güçlükle duyulabilen insani sesleri taklit etmeye başlıyorsun. Yaşlı bir ruhun genç bedende tarihi başlattığı ilk saniyeden itibaren sayılı olan tüm dünya saatlerinin çarkı tek çomağın vazife olmasına bakıyordu. Bir ses ya da bir rüzgâr; biraz fısıltı ya da hışırtı.
Şiir Gibi Konuşan Yalnız İzmarit: Beni bu sesle hatırla: -Mutlu yıllar! Bu tür alışkanlıkları deliklerimden başlayarak yadırgıyorum. ‘Annem öldü’ diyor bir baba. Baba ‘annem öldü’ diyor. Baba artık baba değil.
Sandalyeye Sığamayan Daracık Kıç: Buraya gel. Ey yalnız, gel buraya. Sarılalım. Hayatında önce hiç sarılmamış, kemiklerin hiç kırılmamış, kalbin kan pompalamamış ve sevmemiş gibi sarılalım. Bunu yalnızlığa yorarsan, bunu gözlerinden damlayan ışıktan süzersen, beni ellerinle sararsan seni terk ederim.
Eski Ve Yeknesak Naftalin Kokan İpek: Çok yalnız bir kapı daha çarpıyor. Sokak ağladı ağlayacak. Burnumdan nefes veriyorum.
Yüzünde Olmayan Bir Ben Tutarsızlığı: ‘Bu tip alışkanlıkları tasvip etmiyorum.’ Köpek havlamaları uzaktan yakına doğru yankı yapıyor. Sözcüklerinin tipini bir ampulün dokunulması güç ısısına benzetiyorum. Işık olmayınca soğuyor. Bedeni soğuyor, daha fazla soğuyor ve nehrin korkulu rüyası buz dağı olmaya aday bir adımla bütünden ayrılıyor. ‘Hiç çocuğun oldu mu?’ Olmadığını biliyor. Yine de böyle bir soru soruyor. Başlarda anladığımı düşünüyordum. Her geçen gün eriyen kemiklerin ve güçten düşen vücudun önünde saygıyla duruyorum. Eskiden her şey daha mı güzeldi? Şu üç kuruşluk memleket kokan peynir, dağlarında denize hasretliğin velice kök saldığı zeytin ağaçları ve huşu içerisinde salınan servi yaprakları. Bana akasya ağacının güneşinden getir.
Yalnızlığın Bol C’li Hali: ‘Yazın güzel değil, sonbahar da daha güzel oluyorlar.’ İnsan karşısındaki insanı tanımadan ona sırrını vermemeli. Doğruca evine bakan ve ardı ardına sigara içen bir kadının porselen fincanı içerisinde tabaka haline gelen kahve lekesine bakıyordum. -‘Yıkamıyor musun?’ -‘Yıkıyorum ama köpüklü süngerle değil. Sıcak suyla çalkalayıp tekrar kullanıyorum.’ -‘Neden?’ -‘Deterjan kokusu alıyorum kimi zaman ve kahvemden tat alamıyorum. Midem kalkıyor.’ Doğruca evine bakan ve ardı ardına sigara içen kadının giydiği parlak eşofmanın altındaki ödem tutmuş vücudunun ruhuyla kavgalı duruşuna bakıyorum. On saniye. Dokuz, sekiz ve sıfır. El sallıyorum. Ne güzel el sallıyormuşum! Yeni şeyler öğrenme merakım hiç bitmiyor. Bir ara alkışlama konusunda mahir olduğumu düşünüyordum.
Bir Meleğin Kokusunda İçini Bekleyen Toprak: Şimdiyse eminim; iyi derece de el sallayabiliyorum. Burada benim kadar güzel el sallayan biri yok. Eğer varsa ve bana derlerse ‘şu senden daha iyi el sallıyor’, o zaman buradan gidebilirim. Buna ihtiyaç kalmadan, ardı ardına sigara söndüren kadın da elini kaldırıyor ve gidiyorum. Yakında paslı gövdesiyle tersaneye bakıma gireceğini uman geminin eski bacasına bakıyor, gökyüzündeki bulutların içini dolduran rengin gemi bacasından çıkan duman olduğunu fark ediyorum. Bizim bir şarkımız olmalı. Tut elimden, tepelere kaçalım.
Tekini Kaybetmiş Dikişsiz Çorap: Ağır lafların altında, ince bir bisiklet tekeri altından geçen salyangoz gibi ol. Eğer yurdumuzdan ayrılmasaydık, caddeye çıkmayıp, kendi mahallemizde, boş bir arsada kalabilseydik bunların hiçbiri olmayacaktı. Şimdi herkes her yere gidebiliyor. Bu bir lüks olarak kalabilmeliydi. Kendi mahallemizdeki boş arsaların aslında bizim olduğunu, bizim için var edildiğini, bizim onlara gereksinim duyduğumuzu hiç düşünmemiştik. Kalın bir teker geçseydi üzerinden, salyangoz çok küçük bir ihtimalde olsa kurtulabilirdi. Ancak ince tekerdeki basınç Fransa’ya yolcululuk yapıp, krem olmaya aday salyangozun canını almıştı. Katı bir cismin altında kalan küçük bir ofisti çatlamış kabuğu. ‘Özünde herkes iyiydi. O da iyiydi. Hatta özümde ben daha iyi olabilirdim.’
Benzeri Görülmemiş Masa Ayakları: Rüzgâr saçlarımızı okşamıyor. Bizim yüzlerini bilmediğimiz yüzlerimiz var. Rüzgâr kalbimizdeki yaraya değebilirse ağlayabiliriz. Bakışlarının koktuğunu sana kimse söylemiş miydi?
Tanrı’nın Elleri Olsaydı, Bu Kadar Güzel Olabilirdi: Yaptığı tabağa bakıyorduk. Daha doğrusu tabağın üzerinde yaptığı kabartmaya bakıyorduk. Son zamanlarda seramik üzerine işlemeler yapıp satıyordu. Geniş ve düz bir porselen tabağın üzerindeki işleme hoşuma gitmişti. Âdem ve Havva’yı tasvir ederken, ortada duran ağacın dalına sarılmış yılan gülümsüyordu. Havva alabildiğince kadınsıydı. Dahası narin bir Avrupai Havva modelinden ziyade, doğum sonrası şişkinlikleri henüz inmemiş bir kadında olabilirdi. Elbette bunları kırmızı renkte olan salyangoz için de düşünüyordum. Gölün kıyısındaki yarım asırlık kiraz ağacının gölgesinde uyuklayan kedinin gözlerini zorla açıp bakmaya yeltendiği yer de ilgi çekici varlığıyla sürünen salyangoz al yanaklı bir pamuk işçisine benziyordu. Üzerindeki elbiselerinin ipliklerine kadar terinin işlediği sıcakta, pamuk tarlalarının suya ve de emeğe ihtiyaç duyduğu bahar vaktinin çılgın bir çiy düşüşünü takip eden aylardan bir isimle orada, duvarda asılı tarihin altındaki takvim yaprağında kız ve erkek ismi olarak belirtilen yerde kız ismi olarak onun ismi yazılmıştı. -‘İsmimi görünce takvim yapraklarından bir daha koparmadığını düşünüyorum. Haksız mıyım?’ Vücudu deprem bahanesiyle yıkılmış ve ranta mecbur bırakılmış arsadan farksızdı. Önceleri çok insanın yaşadığı bir yerdi ancak şimdi kimse yok. Poyraz vaktinde diriliği ve ilgisi sönen haliyle yabani otlar burada kendini gösteriyor. Buraya, benim yanıma neden geldiğini iyi biliyorum.
Güneş Artık Isıtmıyorsa Tenini: Ona her şeyi anlatabilirim. O da bana her şeyini anlatabilirdi. Şimdi ona hiçbir şey anlatamıyorken, o da anlatmak istemiyor. Ben unutuyorum, o unuttuğum kadar hatırlıyor. Ben yaşamıyorum, o yaşamadığım kadar yaşıyor. Ben acı çekiyorum ve o gülüyor. Klişe bir tamlamamın kökü düşüyor. Çekiyor. Ekiştiriyor. Nadas vaktinde aynı tövbelerin sıralandığı popobüs kuyruğu uzuyor. Rahat olduğunu düşünüyor. İri bir kalkan balığının kendini su içinde tutmak için uyguladığı kuvveti, boğazından kafatasına arkadan tırmanan sinirlerinde saklı olabileceği ihtimaliyle yaklaşıyorum. -‘Ne yapıyorsun?’ Ellerimi birbirine dolayan lastiği parçalıyorum. Gözlerimin dili kaygan ve yeşil renkte. Daha koyu, kopkoyu ve tiksinmiyorum. Burada, tam şurada lağım döküyorlar. Su içine karışan pisliği temizleyemeyen tuzun tükenişini canlı takip ediyorum. Elimi içine sokuyorum. Burası buzun ilk hali. Sonra, içini kaplayan ve korunan ısı her şeyin zıddıyla mukadder olmasında saklı.
Akvaryumda Ölü Balıklar: ‘Dört taneydi. Başta sevinmedim değil, haklı buldum defalarca kendimi ama sonra yoruldum. Haklı olmaktan yoruldum. Haksız olmak daha ilgi çekici gelmeye başladı ve sen geldin. Üşüdüğüm için düşüyordum. Magma ‘gel’ iniltileriyle toprağa buyur ederken beni, hadsiz bir şekilde unutkan serseri bir Japon balığına olan aşkından dolayı uzun dikiş iğnesini suya batırdım. Ölürken bile ölmüyordu. Sana bacasındaki öksürüğü sessizce göğe iteleyen gemi kadar yakınlaştım. ‘Si tu meurs, je te tue.’ Bir zamanlar burada insandık! Köyün içinden geçtim. Ben köyün içinden geçmeye bayılıyorum. Benim hiç köyün içinden geçtiğimi görmedin. Eğer bir kere olsun benim köyden geçtiğimi görseydin, bana yalvarırdın ‘ne olur bir daha, bir daha geç’ diye. Çünkü ben o kadar güzel köyden geçiyorum ki, sen beni kentin en serseri, zavallı yaratığı olarak görüyorsun. Burada oturmuş elma sirkesi içiyoruz. Her şeyin anası olduğu gibi, sirkesi yapılırken elma da annesini dışarı veriyor. Anacıl tavrıyla en tepede yavrularını haftalarca koruduğunu biliyorum. Başta küçücük bir şeyken, acılara dayanmak adına büyüdü, büyüdü ve anne olduğunu evrene göstermeyi kabul etti. Annelik öyle her kadının yapabileceği bir zanaat değil. İki meme emzirme, üç bez değiştirmeyle olacak iş değil. Sirkenin annesi kadar büyük olduğunu umduğum Havva’nın bacakları ilgimi çekiyor. ‘Neden böyle bacakları? Dünyaya inen ilk iki insandan biri değil mi? Bacakları neden yağlanmış gibi duruyor?’ Artık çalışmak zorunda değiliz. Paydos! İşçiler, birbirinizle fiskos zamanına hoş geldiniz! Ne güzel bağlanıyor hücreler birbirine! Özlemin difüzyonun tarihinde en ilkel ürünlerden biri olduğunu kabul etmem, insanlık tarihinin aslında evrimleşememiş olduğunu kanıtlıyor ama bu kadar şahane bir duyguya ihtiyaç duymuyorum. Aletlerin yapısı değişiyor. İnsan kendi ürettiği aletler sayesinde kendine paye vermeye başlıyor. Bu ne yaman çelişki ağzının yumuşak kıyısında saygı duruşum! İğneyi önce kendime batırdığımdan biliyorum ne kadar batabileceğini. Kan akarken ağzımı açmış kirini içime çekiyorum. Kıyı rüzgârlarının farika tepelerinde uygunsuz sesler çıkaranlara kestiği bir ceza var. Atomların çarpışmasını özledim. Buna izin vermeyen bir Tanrı yok. İki türlüde acı çekeceğini bilen bir Tanrı var. Suyunda hortum, kıyında kan, sırtını yalayıp derini çekiştiren ürperti, gözlerindeki bozkır güneşi ve Tanrı’nın bahşettiği yeşil bir atomyolunda giz yaşıyor. Nefes bile almadan, dudaklarını ıslatıp, tekrar konuşacağını umuyorken, nasıl da sessiz ve kederli duruyorsun şimdi. İkimizde, o hayalimizdeki ikimiz değiliz. Bahtsız meraklılardan başka bir şey olamayız. Merak insanı güvensiz kılar. Defalarca aynı karanlığa merak salınca, insan kendini unutuyor. Aydınlığı unutuyor. Ya da alışıyor karanlığa, körkütük yabancı kalışlarına. Böylesine yakıcı ve yıkıcı olduğumu bilmiyordum. En çok hırslandığı an daha çok çekiyorsun. Kenetlenen şey kendimiz. Çıldırdın mı? Kes şunu! Neden sıkıyorsun? Sıkma, çok sıkıyorsun. Kırılacak ya da yalpalanıp düşeceğinden değil, bir daha ayrılmayacağından korkuyorum.
Islah Halı Kokusu: Kimseyi rahatsız etmediğimi düşündüğüm zamanlarda, sen döndün ve dedin ki:’ Rahatsızlık veriyorsun.’ Merakımı gidermek için soyundum. İpince bir bıçak ucunu derinin üzerinde gezindirirken, ürpertinin doruğunda ıslak ayaklarımla üşüdüğümü gördüm. Günden güne eriyen kemikleriyle daha uhrevi gözüken varlığın önünde saygı duruşundan çekilmeye karar verdim. Her ne yaparsam yapayım yapmacık geliyor. Gözlerimi kapayıp uyumaya yeltendiğim soğuk odalar cereyana tutulmuş kırgın bir tikin ırgatlığıyla besleniyor. Üzerine geliyorsun. Üzerine gelen yumuşak ve kalın dudakların nefes alıyor:’ ‘Diyalektik metafiziğin nasıl olduğunu ya da olmadığını öğrendim. Bu konuları sevmeye başladım. Sen de seviyordun bu konuları.’ Üzerine balık kokusu sinmiş parmaklarım karanlık odada ıslak bir zemine oturdu. Korkuyorum zatürree geçirecek. Doktor artık bu köye uğramıyor. Ben ne güzel geçiyordum hâlbuki köylerden!
Körüklü Otobüsün Koridorundaki Baca Borusu: ‘Burada oturabilir miyim’ diye sormadın. Eski bir ceket astarın yırtıldığı gün, bugün. Öyle zevkle yırtıyorsun ki, ipekböceğinin ağlayan zarı kadar narin ve çıkardığı ses kadar da güçlü. Tanrım, günahkârım! Gitgide daha sıska olmaya başlayan kollarımızdan bizi ayırmaya başlayacaklar. O hiç görmediğimiz ama olduğuna inandığımız eller burada bir yerde saklanıyor. Birbirimize tanıdık tanımlamalar söylemek için hayli geç kaldığımızın farkındayım. Soğuk odaların adamı olarak aradan sıyrılıyorum. Masumura Yasuzo’nun yitirdiği öznel iradesine benzer güçsüzlüğü şimdiden hissediyor olmam mantıklı gelebilir mi? Üzüldüğüm şey bir noktanın olduğunu tam olarak bilemeyişim. Her şeyi o nokta içerisinde bulup, yine de orada yitirmişsek, aslında üzüntünün de sevincinde gereksiz kaçacağının farkındayım. Aynı yerde, olabildiği kadar iri haliyle bir serserinin köylü güzellemeleri yaptığı içkin halin surlarına her gün kum çekiyorum. Başta yumuşak ve yükselemez olduğunu sandığım tüm inceliklerin birer kayaya dönüştüğü yer, merhametsizliğin ve yanlışın cevheri olan yine ayrı merak cezbinde yatıyor.
Vasfını Yitiren Vasıf: Alışkanlık oldu. Alışkın oldun. Alıştırıldın. Kendini alıştırdın. Alışkanlıklarının aşkına, aşkın bir alıştırmanın esirisin. Tekdüze, yadsınınca garip bir mumun ergin eğilişine benzer boşluğuyla düze çıkmayı amaçlayan yavaşlayan bir totomotifsin. Kendini yadsıyorsun. Beni yanıltıyorsun. Olabildiğince sakin kalmaya çalışıyorum korkuluğu kırık yüksek bir merdivene çıkarken. Sıradanlığa daha nasıl sıradan olup yaklaşabilirim kaygısıyla yaklaşan, olayların gidişi hakkında olabildiğinde dürüst davranmayı seçen ve ağırbaşlı fikirlerin ticarethanelerde konuşulmayacak kadar asabi olduğunu kavrayan sen yoksun. Sen hiç yoksun. Yok olduğun için yok olduğunu düşündüğümü düşünüyorsan yanılıyorsun. Varsın diye yok oluşun bu kadar canlı ve yüksek görsel özellikleriyle canlanıyor.
Mutlu Yıllar: Ama sen göremiyorsun. Çünkü sen yoksun. Sen, benim görmek istediğim bir hayalden başka bir şey değilsin. Bu şarkı güzel. Dur. Kulağını yaklaştır kulağıma. Ses çıkarma. Sadece dinle.
Kendine Sarılamadığı İçin Bu Kadar Kederli: Yaşanması gerektiği için biter.
YORUMLAR
ilgi isteyen bir yazı olmuş. birbirinin benzeri bir sürü forum varken, sayıları da gittikçe artarken, forum alanı olarak kullanılan yazılar bölümünü seni bildim bileli ciddiyetle kullandığın için ayrıca tebrikler, teşekkürler.
bu arada, bu yazı için sonra buraya aktarırım diye bir kağıda yazdığım yorum, sayın yeğenimin o kağıdı uçak yapıp pencereden fırlatması sonucu kaybolmuştur. idare et. hörmetler.
bu yazıyı bu saatte okumam iyi oldu...nedense bazı yazıları geceye ve karanlığa daha çok yakıştırıyorum...belki bütün yazıları, şiirleri gecenin kör bi vakti hep böyle okusaydım daha çok sevecektim edebiyatı bilemiyorum...
her bölümde ekstra attığın başlıkları -ki çok iyilerdi hepsi- ben sanki yoklarmış gibi okudum çünkü yazıdan ne kopmak ne de uzaklaşmak istiyordum...böyle yaparak geçişlerde de herhangi bi duraklama veya aksama olmadı...ki bu da iyi bi şey...
sadece her bölümde yazının bana yazdıracağı bir takım güzel düşünceler oldu...yalnız ben yazıyı cepten okuyup bitirene kadar birçoğu bu karanlıkta kayboldu...
paltodan başlim önce...paltoları ben çok severim...eskiden beri bu böyle...paltonun tılsımı-sırrı nedir bilmiyorum ama hep bir paltoya sarılmak istemişimdir...fikrim bugün de değişmiş değil...canlı olması veya canlının onu üstünde taşıması gerekmiyor...üşüyen ve unutulan yerlerinizi bir paltoya sarıp örtebilirsiniz..senelerdir hayalini kurduğum siyah bir palto diktirmiştim sonunda, çalıştığım tekstil firmasındaki rıfat ustaya...belki de genç yaşta çalışmış olmanın en güzel tarafı o paltoydu bu zamana kadar...üç dört sene giydim o karalar bağlamış paltoyu...yerleri süpürüyordu nerdeyse ve içinde kayboluyordum elli kiloyla...paltonun kendisi benden daha ağırdı sanki...neticede ayrılmak zorunda kaldık...herkes taşıyamaz bir paltoyu...hele ki böyle bir paltoyu...onu taşıyabilecek sağlam kemikte lazım vücutta...bana üfleseler uçar giderdim ama paltom beni ayakta dimdik tutabiliyordu işte...neyse saçmaladığımın farkındayım ama sormak istiyorum yine de bana sarılır mısın? sen değil...ya da bir başkası...bunu gökyüzüne, yıldızlara, şimdi dışarda yağan yağmura ve hatta evrendeki boşluğa soruyorum...bana sarılır mısınız? bi paltom yok ve üşüyorum anlıyor musun? insan da insana sarılır elbette ama benim kemiklerim bana yeterince batıyor zaten...başka bir omurgalının kemiklerini de incitmek istemiyorum...ama geçenlerde gorilleri gösteriyorlardı mesela onlara da sarılmayı çok istemiştim...sarılmak isteğiyle doluyum ama kimseye adamakıllı sarılamıyorum örneğin...
İsmail abiye de sarılmak istiyorum...Erdal bakkala da...ve en güzel eli kim sallıyor biliyor musun? İsmail abi...seni bilmiyorum ama ben hayatımda denize böyle güzel el sallayan birini daha hiç görmedim...onu öyle görünce herkese el sallamak gelir içimden...bu istek de böylece kursağımda kalır diğerleri gibi...
şimdi sen gidersin...ben giderim...geriye de bu saftirik cümlelerim kalır...
uzun zaman olmuş seni okumayalı...arada bir yaz böyle iyi geliyor...
geriye bakıp okumayacağım zaten...bu uykulu sersem halimle bi hayli saçmalamış olmalıyım...öyle hissediyorum...hani insan anlatır anlatır bitiremez, sonra dönüp bakarsın bi incir kabuğunu bile doldurmayacak cinsten...benimki de öyle işte...tartarın o yönü ağır basıyor...
neyse kusuruma bakma sen...kendine iyi davran...
......
Bencilgen tarafından 1/4/2018 10:04:21 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bencilgen tarafından 1/5/2018 5:49:42 AM zamanında düzenlenmiştir.
Bencilgen
HakkınSesi
bana verdiğin kitapta, "hareket halinde iken alttan kayan asfaltı izleyip keyif alanlar ya da bunu hissetmeden kapalı kutudan ileri bakanlar" diye ayırmıştı yazar insanları. sen ilkisin sanırım ve yazı bana o kitabın hissini veriyor. paragraflar ağır ilerliyor. sonra kitapta geçen hamahlatlık kelimesini gördüğümde girdiğime benzer bir tribe sokuyor beni..