- 435 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Son Nedim miyiz?
Disiplinden çıkmayan öğrenci olarak lise sona geliyorum, son sene üniversite sınavında birincilikle ayrılıyorum liseden. Terleyen bıyıklarımın başlangıç zamanını unutturmayarak 8 dersin 7’sini bütünlemeye bıraktığım üniversite hayatı başlıyor sonra. Çok geçmiyor yüksek okulu da yarım dönem uzatarak hocaların nazarında iyi bir öğrenci olarak tamamlıyorum. Çıkıyorum piyasaya, bana kalsa her şey tamam; evime erkek olabilirim. Her çaldığım kapı yeşil kamuflajları bir süre giymeden onların firmasında yer alamayacağımı söylüyor, kız vermeleri için şart koşulan mühürlü at gözlüklerine sahip toplum kuralını –askerliği- fütursuzca karşıma çıkarıyor.
Bu süreçten oldukça sonra, iyi kötü bir iş bulmuş, yaşantımı idame ettiriyordum ki ait olmadığım bir yerde olduğuma ve bu zayıf halkayı kırmazsam zincirin daima en zayıf halkası olarak kalacağıma emin olmuştum. 12 saat çalıştığım vardiya disiplinlerinde bir akşam 8’de gittiğim işten sabah 8’de çıkarken askeriyenin önünden geçen bir servise bindim. Servisten iner inmez koşar adımlarla askeriyeye girip tecil bozdurma işlemlerini başlattım. Şayet sabahın mahmurluğunu üzerimden atar ve bu deli cesaretimi kaybedersem vazgeçmekten korkuyordum. Evde birkaç kez “ben askere gideceğim!” dediğimde annem büyük tepkiler vermişti, aileden ilk askere gidecek olan bendim ve annemi, kendi nezdinde haklı görmüştüm.
Buradan öncesi hikâyenin kısa fragmanı.
O yaşıma kadar her nerede asker diyaloğu dinlediysem, içerisine gireceğim emir altının ve komutan silsilesinin iticiliğini seriyordu önüme -ki geçmiş yaşantımın tamamını rahat ve el değmemiş geçirmişken. Yerler açıklandı, Manisa dediler. Her kafadan milli maç sembolü vuvuzela gibi ses gelirken kendimi dilini bilmediğim Kızılderili kabilelerini başımla selamlar gibi her söylenene onay verirken buldum. Söylenenlerden çıkardığım sonuç netti; askere gittiğin her yer kötüdür.
Girdik kışladan içeri, askeriyenin içerisinde toprakların üzerinde soydular bizi; orada verdikleri elbiseleri giymemizi istediler. Saçı sakalı uzun gelen apaçi devrelerimi kahrolası kör bıçaklarla traş olmaya gönderdiler. Akşama kadar kafesin içerisinde salınmış maymun gibi bıraktılar bizi kantinin yanına. Tam olarak şöyle eklediler ufukta kaybolup sınırlarımızı çizerken: “Fazla uzaklaşmayın yoksa sabaha kadar koğuşta su çekersiniz!” Takdir edersiniz ki o kantinden çok değil, hiç uzaklaşmadık.
Acemi birlik 45 gün kadar sürecekti, ertesi gün Spil dağından kendisini boşluğa bırakan ve aşağıda ter döken askerlere nispet yaparcasına havada süzülen paraşütçüler, savaşta öldürmeyi önceliğe aldığım düşman askeri gibi en yüce nefretimdi. Çünkü bana özgürlüğü hatırlatan tek şey onlardı, askeriye içerisinde katlanılması zorunlu görünen tutsaklığı ne zaman sevmeye başlasam, bir kartal edasıyla gökte süzülür göğüs kafesimdeki kuşları özgür bırakmak için göğe buğday serperlerdi.
Önce bizden sorumlu onbaşı ve çavuşlarla, daha sonra kıdemli komutanlarla eğitimlere gittik. Komutanlar içerisinde devasa biri vardı, Nedim Astsubay; iki metreye birkaç santimi eksik ve sonradan öğrendiğimiz kesin bilgilere göre 120 kilo bir komutan. İlk iki hafta bizimle hiçbir şekilde diyaloğa girmedi fakat sonra her günün eğitimini birlikte geçirdik. Koşulsuz bize öğrettiği her şeyin önemi çok büyüktü ama 20 yıldır babamın kelamına bu kadar itaat etmemiştim ve bu dev komutan her dilediğinde bizi dikenli, taşlı, çamurlu topraklarda metrelerce süründürüyordu.
Önceleri eğitim adı altında bizimle eğlendiklerini düşündük, yalan yok. Yeri geliyor birkaç saniyede yere yatmamızı, yeri geliyor techizatla 3 kilometre koşmamızı istiyorlardı ve sivil yaşamda bunlar mantık içermezdi. Keza askerlik boyunca da hep aynı şeyi tekrarladık; askeriyede mantık yoktur. Nedim Astsubay doğudan, görevden eğitim için gelmişti Manisa’ya. Bizimle eğleniyor görünüyordu ama aklının dağlarda olduğu da aşikardı. Tüm eğitimlerde ilerleyip elimize silah verdiklerinde nişan alma eğitimlerine başlama emrini verdi devasa komutan. Yere yatarak nişan alma eğitiminde birkaç kez topuklarımızın birbirine paralel olması gerektiğini ve bu konunun hassasiyetinden bahsetti diğer komutanlar. Bir eğitimde manganın en az yüzde yetmişi öğrenilmesi gerekeni kapmadan başka eğitime geçmiyorlardı, bunu çavuşlar kendi aralarında konuşurken duymuştum. O günün tamamı bu eğitimle geçti ve günün sonunda, çavuşlar topuklarımızı basarak paralel yerde yatan askerlerin üzerinden geçtiler. Bir çoğunun canı yandı ve çavuşlara tepki gösterdiler, çavuşlar bunun Nedim Astsubay’ın emri olduğunu söyleyip iyice gerilen askerleri istirahate bırakarak günün eğitimini bitirdiler.
Bu günden sonra askeriyenin herhangi bir yeriyle değil, Nedim Astsubay’ın neden askerin canını yakmak için emir vereceğiyle ilgilendim. Spil dağından sarkan ve başımda küçük gölgeler bırakan paraşütçülere bile alışmıştım fakat böyle yiğit bir adamın kendi askerine eziyetini kendime ve daha sonra akşam toplanınca basılan topuklarını hatırlayıp küfürler yağdıran koğuş arkadaşlarıma anlatmalıydım. Sonraki günlerin nişan eğitimlerinde tıpkı çavuşların söylediği gibi Nedim Astsubay kendisi bastı yerde yatan askerlerin topuklarına. 120 kilo adamı ayak bileğimde taşımanın acısı Nirvana’da hissetmenin yanı sıra ilerleyen günlerde bu acının aksi bir eğri oluşturup git gide azaldığını gördüm. Ne yani? ”Öldürmeyen acı, güçlendirir!” ilkesiyle mi hareket ediyordu bu komutan ?
Gidip kendisiyle konuşmaya karar vermiştim, bu riskli bir hareketti ama değerdi. Çok zaman asker döverken görmüştüm onu ve bu işi bile büyük resmiyet içerisinde yapıyor, dayak yiyen asker yaptığı hatayı tekrar etmeyeceğine emin ayrılıyordu huzurdan. Karşılığında dayak bile yesem soracaktım, “neden topuğumuza basıp, canımızı yakıyorsunuz?” demenin birçok yolunu buldum fakat karşısında konuşabilme marifetimi gerçekleştirene kadar ne demek istediğimi anlamış –ona kalsa sevgi ile- sırtıma bir yumruk patlatmış ve bugün içtimada bu konuya değineceğini söylemişti. Baş selamı verip uzaklaştım yanından.
İçtima saati geldiğinde herkes yerini almış komutanı bekliyordu, kendimi tutamayıp yakın gördüğüm birkaç dostuma komutana bu soruyu sorduğumu söylemiştim. Azınlık kısım komutanın açıklığa kavuşturacağı soruyu biliyordu ama genel toplam aynı acıya sövüyordu desek yanlış olmaz. Nedim Astsubay gelip selam verdikten sonra beş asker çağırdı en ön sıradan, çavuşlara eliyle işaret ederek beş silah istedi içeriden. Önüne dizdiği çaylak askere verilmesini emrettiği silahlarla çok beklemeden atış pozisyonu alınmasını istedi. Bizler beklenen sorunun cevabına yakınlığımızdan istemsiz tebessüm ediyorduk ve komutan beş askerin topuklarına basarak üzerlerinde yürümeye başladı. Askerlerin yüzünün bize dönük olması, yüzlerindeki acının ve küfürün okunmasına sebep oluyordu. Nedim Astsubay’ın yüzünde kendinden emin bir tebessüm vardı. Her bastığı askerin botundan çıkan gıcırtı ile ağzından çıkan inilti arasında bir yerlerde konuşmaya başladı:
“Küfür ediyorsunuz değil mi bana? Her ayağınıza basılmasını emrettiğimde, her botunuzu çiğnediğimde anneme ve hatta doğacak kızıma kadar gün yüzüne çıkmamış küfürler diziyorsunuz değil mi?”
Basmaya devam ettiği ayağının altındaki askerlerin yüz ifadesi değişmiş, ağızlarını da oynatmayı kesmişlerdi, cüsse olarak en küçük askerin topuğuna basıp bekledi ve devam etti sözlerine:
“Ben ister miyim lan şu ana kuzusunun ayağına basmayı ? Her birinizi kınalayıp yolladılar olum bana, ben bilmiyor muyum sanıyorsunuz bunları? Yirmi yaşındasınız ulan daha, sizleri buraya yalnızca savaşmaya değil yaşken şekil almanız için de gönderiyorlar! Düşüncenizi açmak, içerisine derinlik katmak için! Doğudan geliyorum ben, bilmeyeniniz yoktur. Orda en çok yara alan asker ayağından vurulur; kuma kafasını gömen deve kuşu gibi kafasını taşın arkasına saklayınca tüm bedeninin kaybolduğunu sanırlar ve insan anatomisinin getirisi olarak yere yatınca, ayaklar birbirine paralel olmak yerine kaslara karşı koyamayıp hedef haline gelirler. “
Tek nefeste her bir kelimeyi tane tane önümüze dizerek yüzümüzdeki soru işaretleri barındıran tebessümü almış, büyük bir şaşkınlık bırakmıştı. Söylediklerinin bilimsel boyutuna mı odaklanayım yoksa geçmiş zamanda ona beslediğimiz ön yargıya mı hayıflanayım diye düşünürken yerde yatan askerlerin üzerinden inip çavuşlar dahil hepsine, yeniden askeri nizama geçmesini emretti. Herkesin yerinde sabit kalmasını beklemeden “ buradan ayrılıp gittiğinizde birçoğunuz doğuya gidecek ve ben sizi esnetmezsem, kaslarınızı zorlayıp ayaklarınıza basmasam biliyorum ki vurulacaksınız! Eğer birliğe yakınsanız topal kalıp gazi olacak, intikaldeyseniz şehit olacaksınız! Anneniz sizi bana kınalıyor ama yolladığı gibi de geri istiyor ulan! Ben istiyorum ki sizler bana küfredin, bu annenizin gözyaşı dökerken bana edeceği zehir zemberetbedduadan iyidir!” deyip bir sigara yaktı çavuşların hizasına doğru yürürken.
Koşulsuz herkes askerden öğrenilecek şeyleri 12 aya yayacaktı, ben 12 ay boyunca her asker şafağında bu günü hatırladım. Her şeyin bir sebebi olmasının, kötülüğün altında yatan iyiliklerin ve iyiliğin hizmet ettiği yolların çizgilerini ezberletmişti bu komutan bana. Askerden çıktığım çok zaman oldu, geçenlerde gazi bir abiyle tanıştım. Kahpe bir kurşun topuğuna saplanmış ve yeterince yara almadığı için devlet tarafından da gazi tanınmamış. Abi olayın oluş döngüsünü anlatırken muhabbet arası “senin botuna Nedim Astsubay basmamış abi, canın vaktiyle yanmamış!” deyip bende başımdan geçeni anlattım.
Bir yerlerde canınızı yakan devasa canlılar görürseniz, aklınızın kenarına yazın:
tok aslan, ceylanı ovada süt emzirir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.