- 766 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞOPEN'İN PİYANOSU
ŞOPEN’İN PİYANOSU 27-11-2010
Polonya Rüyası...Polonya’da uzun bir zaman kalacağız. Bu arada rüyalar da göreceğiz. Belki rüyalarla gerçekler birbirine karışacak...
Dün gece bir rüya gördüm. Rüyayı Polonya’da gödüğüm için bu rüyaya Polonya Rüyası dedim: 10 derece açıyla yükselen bir arazideyim. 50 m kadar yukarılarda kötü karekterli bir adam var. Belki bir ağa, yanında da marabası. Benim bulunduğum yerde de ucu aşağıya doğru- kabzası yukarıda bir tüfek görüyorum. Yukarıdaki kötü adamların bir işler karıştıracağını sezinleyince sessizce çaktırmadan aşağıya doğru sıvışıyorum. Ağa da beni ve tüfeği fark ediyor, adamına emir veriyor. Adamı aşağıya tüfeğin yanına minibüs gibi bir arabayla geliyor tüfeğin sol tarafına arabayı park ettikten sonra güya bize görünmeden uzunlamasına bir çukur açıp tüfeği yatay olarak toprağa gömüyor...
DUŞNİKİ...
Birkaç gün önceden Ula bana anlatmaya başladı: Duşniki...Duşniki...Duşniki’ye gideceğiz, diyor. Ben çok iyi anlayamıyorum. Duşniki bir yer midir? Bir müze midir ? Müzeyse nerededir? Biz tam anlayamadığımız için: Okey, okey... diyoruz.
Dün akşam son bir kez daha anlatınca durum biraz daha netlik kazandı. Artık bu sabah Eva’nın gelip bizi alacağını, Duşniki’ye götüreceğini, Kağıt Müzesini gezdireceğini, Şopen’in evine götüreceğini... biliyoruz.
Bu sabah erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık, oralarda yemek için her birimize birer sandviç ve birer ayran hazırladık. Poşetlere doldurduk. Sıra giyinmeye geldi.
Juda “Minus eight, minus eight, wery cold, wery cold” (Maynes eyt, veri kold) Hava eksi 8 derece, oralar daha da soğuktur. Çok sıkı giyinmelisiniz diyor, kışlık giysileri getirip getirip önümüze koyuyor. Ben daha kalın kazağımı giyiyor, başlığımı ve eldivenlerimi de alıyorum. Tam bu sırada kapı zili çalıyor. Ben kapı telefonundan cevaplıyor, Eva’nın geldiğini anlıyorum. Aşağıda bekleyiniz, hazırız geliyoruz diyorum. Hep birlikte aşağıya indiğimizde Eva ile tanışıyoruz. O da bize, bizi arabasıyla getirip götürecek olan arkadaşı Vieşa ile tanıştırıyor.
Arabayı evin biraz ilerisine park etmişlerdi. Biraz yürüdükten sonra arabaya ulaştık. Elimizdeki yiyecek paketlerini bagaja koyduktan sonra onlar öne, biz arkaya bindik. Daha hareket etmemiştik ki Vieşa bize; arabanın içerisi sıcak, orası çok soğuktur, isterseniz ceket ve paltoları çıkartıp bagaja koyalım, inince alıp giyeriz, böylece üşümeyiz dedi. Bu çok güzel bir fikirdi. Aynen öyle yaptık. Ceket paltoları bagaja koyduktan sonra tekrar arabaya binip yola devam ettik.
Bir saat kadar düz yollarda gittikten sonra tırmanmaya başladık. Kar da şiddetini artırmaya başladı. Yollarda Dikkat! Geyik çıkabilir...tabelaları vardı Dağ yolunda birbirine takriben 20 şer metre aralıkla 3 tane çöp kutusu vardı. Bu çöp kutularının orada bulunmaları çok enteresandı.
2010 un Dünya Merkezi İstanbul’la kıyaslıyorum da... Bundan 8-10 yıl kadar önceydi Arkadaşım Öğretmen Ziya Beyi Hürriyet Tepesi‘nde gördüm. Şişli’den gelip Çağlayan’a doğru gidiyordu. Şu elimdeki çöpü Şişli Camiinden beri elimde taşıyorum, atacak bir çöp kutusu bulamadım, demişti. Ben çok iyi biliyordum ki, Çağlayan’a varıncaya kadar daha çöp kutusu yoktu.
İki saat sonra Duşniki’ye vardık. Demek ki Duşniki bir yerin adıydı.
Duşniki’ye vardığımızda kar da şiddetini artırmıştı. Boyuna yağıyordu. Ve Duşniki en güzel kar manzaralarına sahipti. Bazı insanlar karlarla örtülmüş arabalarının üstlerini temizlemeye çalışıyorlardı.
KAĞIT MÜZESİ
Arabayı münasip bir yere park ettikten sonra ilk önce Kağıt Müzesine gittik. Kağıt Müzesi tarihi bir binaydı. Gerek kendisi gerek çevresi çok güzel görünüyordu. Beş kişilik biletimizi alıp içeriye girdik. İçeride, tavandan asılmış aşağıya doğru sarkan papirüs kağıtları ve üzerinde basılmış yazılar gördük. Hayvan postlarının üzerine yazılmış yazılardan tutun da , kağıdın icadı, papirüs kağıtları, kağıtlar, ve bugün gelinen son nokta, ince pelür kağıtları ve tuvalet kağıtlarına kadar kağıdın tarih içindeki yolculuğunu ve bunları yapmakta kullanılan alet edevat ve makinaları gördük. İlkel baskı makinaları gördük.
Hepimiz biliyoruz ki kağıdın ham maddesi ağaçlar. Alt katlara doğru inerken ağaçlar, kütükler gördük. Biraz daha ilerleyince parçalara ayrılmış ağaçlar, odunlar, biraz daha ilerleyince daha da küçük parçalara ayrılmış yongalar va minik parçalar, daha sonra da odun talaşları derken ağaçların kağıt oluşuna doğru bir yolculuğa çıkmıştık.
Bir kat aşağıya indiğimizde kocaman bir havuzda kağıt hamuru yapmışlardı. Talaşlar artık kağıt hamuru olmuştu. Daha aşağıda masa üzerinde büyük küvetler içerisinde birisinde beyaza yakın, birisinde sarı, ne olduğunu bir bakışta anlayamadığımız kirli eriyikler vardı. Bir pres, bir kurutucu sıcak fırınlama makinası vardı. Ne yaptıklarını tam olarak bilmediğimiz görevliler oralarda kıpırdıyorlardı. Bizden daha önce gelen birkaç kişi vardı . Önce onları davet ettiler. Biz bulunduğumuz yerden onların nasıl kağıt yaptıklarını izledik.
Sonra sıra bize geldi, bizi aşağıya davet ettiler. Önce her birimize naylon sarı önlükler giydirdiler ve sırayla kağıt yaptırdılar. Ts’ai Lun’un M.S. 105 yılında kağıdı icat ettiği gibi, kağıdı yeni baştan icat ettik.
Tabii ki 2115 yıl sonra kağıdı yeniden icat etmek hiç zor değildi. Elimizde kağıt yapmak için gerekli her şey vardı. Hepimiz kağıt yapabildik.
Üst katta gezinirken görmüştüm, 20 x 30 gibi çerçevelere gerilmiş elek gibi materyaller vardı. Bunların ilkel serigrafi veya matbaa baskı kalıpları olabileceklerini düşünmüştüm. Aşağıya inince bu çerçevelerin aynısından gördük. Demek ki bunlar kağıt yapmakta kullanılıyordu. Başka 2 x 2 cm lik metalden yapılmış boş bir çerçeve de onun üzerine giydiriliyordu. Üst üste giydirilmiş olan bu çerçeveler iki elle sağ ve solundan tutularak içersinde beyaz eriyik bulunan küvete daldırılıyor, eriyikler çerçevenin içine alınıyordu. Alt çerçeve elek gibi süzgeçli olduğundan eriyiğin suyu hemen aşağıya akıyordu. Çerçevenin içinde kalan eriyik suları aktıktan sonra 3mm kadar yükseklikte kalıyordu.
Suyu akmış olan eriyik halindeki kağıt hamuru artık kağıt olmaya hazırdı. Çerçeveler yine iki elle ters yüz edilerek yan taraftaki bir bezin üzerine transfer ediliyor. Çerçeve sağ sol sağ sol kenarlarından küçük küçük bastırılıp malzeme bezin üzerine alınıyor. Sonra suyunu almak ve yeni yapılacak olan kağıtların birbirine yapışmaması için üzerine bir bez daha konuluyor. Yapılan kağıtlar 10- 15 tane olunca Preslenerek suları iyice alınıyor. Sonra sıcak ve sıkıştırıcı fırından geçiriliyor. Fırından çıktığında kağıdımız hazırdı...
Aynı işlemleri sarı küvetteki malzemelerle yaparsanız sarı kağıt yapabiliyorsunuz. Küvetteki kağıt hamuru dibe çökmesin diye ara sıra küvetteki eriyikler büyük bir kepçe ile karıştırılıyor.
Ben bunu gördüğümde hemen öğrenmiştim. Buna rağmen oradaki görevliler hepimizin ayrı ayrı denemelerine ve kağıt yapmalarına fırsat verdiler.
Önce her birimize birer muşamba önlük giydirdiler. Önlükleri başımızdan giyip bağcıklarını arkalarımızdan bağladık. Olduk birer kağıt yapımcı ustası. Sonra küvetlerin başına geldik. Önce Ali, Sonra Şerife ve sonra da ben beyaz kağıt yaptık.
Sonra hep birlikte içinde sarı eriyik bulunan küvetin başına geçtik. Yine aynı şekilde sırayla her birimiz sarı kağıt yaptık.
Biz kağıt yaparken Eva da tam karşımızda durup bezlerin iki ucundan tutup düzgün serilmesinde bize yardım etti. Ts’ai Lun bugün hala yaşıyor olsa ve bizi görseydi bizi mutlaka yanına çırak olarak alırdı. Her birimiz çok iyi ustalardık. Hiç bozmadan itina ile yapıyorduk.
Ali’nin güzel bir kamerası vardı. Bu güzel anı kameraya çekerek ölümsüzleştirdi.
Kağıttan da öte...
Hep beraber tekrar içinde beyaz kağıt hamuru malzemesi bulunan küvetin yanına geldik. Bu sefer çerçeveyi usta tuttu. Şerife’ye “Elini çerçevenin içine parmakların açık olarak koy ve bastır, hiç çekme” dedi. Şerife denileni aynen yaptı. Usta Şerife’nin eliyle birlikte çerçeveyi küvete daldırıp malzeme aldı. Şerife elini birkaç dakika daha aynı pozisyonda tuttuktan sonra elini çekmesini söyledi. Şerife elini çektiğinde elinin yeri çerçevede boş olarak kalmıştı. Sonra aynı kalıbı sarı malzeme bulunan küvete daldırdı. Sarı malzemeler Şerife’nin elinin boş bıraktığı yerlere dolmuştu. Bu sefer beyaz kağıt üzerinde sarı el resmi yapmış olduk. Bundan sonraki işlemler bir önceki beyaz kağıttaki uygulamaların aynısıydı. Kalıptaki malzeme bezin üzerine aktarıldı. Preslenip fırınlandı.
Beyaz kağıt üzerine el resmini de her birimiz ayrı ayrı yaptık.
Resim denemesi...
Yine beyaz küvetin önüne geldik. Çerçeveyi küvetin içine daldırıp malzeme alarak çıkardık. Suyu süzüldükten sonra üzerine minik çiçekler, dallar, yapraklar tüy-telek koyduk. Üzerlerinden bastırarak alttaki malzemeye yapışmasını sağladık. Sonra bir maşraba ile küvetten biraz eriyik aldık. Bu koyduğumuz malzemelerin boşluklarını dolduracak şekilde döktük. Ondan sonraki işlemler yine aynıydı. Bezin üzerine transfer edildi, üzerine başka bir bez kondu, preslendi ve fırınlandı. Bu sefer kağıt üzerine resimler yapmıştık. Her birimiz de bu çalışmadan ayrı ayrı yapıp birer resim sahibi olduk.
Meğer biz neymişiz be abi? Yoksa Ts’ai Lun’un torunları mıyız?...
Sonra bu yaptığımız çalışmaların hepsini bize verdiler. Gelirken Türkiye’ye getireceğiz. (Getirdik)
Yemek...
Kağıt Müzesi’nde epey çalışıp kağıt, resim ve üretim yaptıktan, yorulduktan sonra güzel bir yemeği hak ettik. Muhteşem bir restoranda yemek yedik. Sebze çorbası şehir merkezindeki yediğimiz çorbadan güzel ve doyurucuydu.
Biz yemeğimizi yerken bir baba yanan şöminenin yanına geldi. Küçük oğlunu kucağına aldı ve şömineden elleri ve ayaklarını ısıtmaya çalışıyordu. Restoranın yanından dere geçiyordu. Pencerelerinden park ve muhteşem kar manzaraları görünüyordu. Kamera ile çevreden birkaç görüntü aldık.
Mineral water...
Yemekten sonra yürüyerek biraz yukarıya doğru tırmandık. Mineral Water merkezine geldik. Mineral suları 6 ayrı musluktan büyük bir havuza akıyordu. İsteyen istediği kadar içebiliyordu. Su ücretsizdi, ancak içmek için bardaklar ücretliydi. Yemeğin üzerine maden suları iyi gitti. Ben ikinci bardağı başka bir musluktan doldurmak istedim. Ancak o musluktan akan su sıcaktı. Demek ki her ayrı musluktan ayrı özelliklerde sular akıyordu.
Şopen’in evi... Biraz daha tırmanınca Şopenin evine geldik. Şopen bu evde yaşamış ve o ünlü bestelerini bu evde yapmıştı. Biraz ilerde Şopen Konser Salonu vardı. Burada yılda bir kez olmak üzere Şopen anılır ve Şopen konserleri verilirmiş. Biz oradan geçerken de bir konser icra edilmekteydi.
Biraz daha yukarıya çıkınca Şopen’in siyah, kuyruklu piyanosunu gördük. Ve ben Şopen’in piyanosunda mini bir konser verdim ve resim çektirdim. Arabayla yine iki saat yol sürüp, akşamdan sonra eve gelebildik.
Juda Türkçe çalışmış... Akşam eve geldiğimizde Juda bizi kapıda karşıladı. Elinde bir liste vardı. Listeye bakıp bize Türkçe olarak “Hoş geldiniz” dedi. Sonra tekrar listeye bakarak, bugün nasılsınız? İyi vakit geçirdiniz mi? gibi günlük kullanılabilecek kelime ve cümleleri okuyup söyledi. Juda bugün Türkçe çalışmış. 15-20 Kadar Türkçe cümle araştırmış ve bir liste halinde yazmıştı. Eve gelince oralarda çektiğimiz görüntüleri TV de seyrettik.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.