- 802 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kanûnî Sultan Süleyman'ın Sütkardeşi: Beşiktaşlı Yahya Efendi
M. NİHAT MALKOÇ
İstanbul’un Yeraltı ve Yerüstü Zenginlikleri...
İstanbul yerüstü güzellikleri ve zenginlikleri yanında, yeraltı güzellikleri ve zenginlikleriyle de emsalsiz şehirlerimizin başında gelmektedir. Bu koca şehir, bir anne kucağını andıran müşfik bağrında nice büyük şahsiyete beşiklik etmiştir.
İstanbul’u bir İslâm beldesi hâline dönüştüren ve onu dinî değerlerle yoğuran yüksek karakterli şahsiyetler vardır. İstanbul o abidevî şahsiyetler sayesinde ilim ve irfan diyarı olmuştur. Bu şahsiyetlerden biri de yükselme döneminde yaşayan, Kanunî Sultan Süleyman’ın sütkardeşi olma bahtiyarlığına erişen Beşiktaşlı Yahya Efendi’dir.
Beşiktaşlı Yahya Efendi "Molla Şeyhzade" ismiyle de anılmıştır. İstanbullu denizciler Boğaz’ın dört manevi bekçisi olduğuna inanırlar. Bunlar Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi, Beykoz’da Yuşa Aleyhisselam, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir. Hatta Yahya Efendi’nin Yuşa Aleyhisselam’ın kabrini manevî keşif yoluyla bulduğu söylenir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın Sütkardeşi: Yahya Efendi
Beşiktaşlı Yahya Efendi 900(1495) senesinde Trabzon’da doğmuştur. Babası Trabzon kadısı Şamlı Ömer Efendi, annesi Afife Hatun’dur. Aslen Amasyalı oldukları rivayet edilir. Yahya Efendi’nin babası Ömer Efendi Trabzon kadılığı yaptığı sırada, II. Bayezid’in oğlu Şehzâde Selim(Yavuz Sultan Selim) Trabzon Valiliği yapmaktadır. Trabzon küçük bir yer olduğundan aralarında dostluklar oluşmuştur. Öte yandan Yavuz Selim’in oğlu Kanunî, Yahya Efendi’den birkaç gün sonra dünyaya gelmiştir. Hafsa Sultân’ın sütü yeterli gelmeyince Süleymân’a bir sütanne aranmış ve Süleymân, Yahyâ Efendi’nin validesi Afîfe Sultân’dan başka hiç kimseden süt emmemiştir. Böylece Yahya Efendi’nin annesi Afife Hatun, Sultan Süleyman’ın sütannesi olmuştur. Bu durumu Yahya Efendi şu dizelerle ifade eder: “Bir kucakda virüben ikisine / Emzirir tâ iricek ikisine, / Besleyüp ikisini bir ana / İkisi dahî olur şâhâne, / Hân Süleymâna muhakkak o sehî / Pes bu veçhile redâ’andur ahî”
Yahya Efendi’nin çocukluk ve gençlik yılları babasının kadılık görevi nedeniyle, bir şehzadeler şehri olan Trabzon’da geçmiştir. Yahya Efendi, ilk eğitimini Trabzon’da Müftü Ali Çelebi’den almıştır. Şehzâde Selim tahta çıkınca Yahya Efendi de sütkardeşi Süleyman’la birlikte İstanbul’un yolunu tutmuştur. Bu yolculuğa Yahyâ Efendi tarafından şu beyitlerle tarih düşülmüştür: “Vâlid ü validesiyle Yahyâ / Pes başarlar ma’an İslâmbola pâ”
Yahya Efendi’nin Feyizli ve Bereketli İstanbul Yılları...
Yahya Efendi ile Kanunî ta Trabzon’dan sütkardeş oldukları için Kanunî, Yahya Efendi’ye daima "Ağabey" diye hitap ederdi. Trabzon’da kadılık yaptığı için yolu Şehzâde Yavuz’la kesişen Yahya Efendi’nin babası Ömer Efendi’nin Trabzon’dan sonra nerede görev yaptığı bilinmemekte, fakat Şam’a döndüğü ve Şam’da öldüğü tahmin edilmektedir.
Öte yandan Yahya Efendi, İstanbul’da yedi sene medrese tahsili yapmış, aynı zamanda Anadolukavağı’nda Haydarpaşa Çiftliği denilen yerde yaptırdığı bir çilehanede çilesini tamamlamıştır. İstanbul’daki eğitimini Osmanlı’nın meşhur şeyhülislamlarından Zenbilli Ali Efendi’nin yanında tamamlamıştır. O, İslâmî ilimlerde olduğu kadar tıp ve geometri gibi pozitif ilimlerde de söz sahibi bir kimsedir.
Yahya Efendi, hocası ölünce Canbaz Mustafa Medresesi’nde müderrislik görevine başlamıştır. Daha sonra da Hacıhasanzâde, Efdâliye, Çoban Mustafa Paşa, Mihrimah Sultan ve Sahn-ı Semân Medreselerinde bugünkü "profesör" karşılığı olan "müderris" namıyla görev yapmıştır. Yahya Efendi, yaşadığı süre içerisinde cami, medrese, hamam ve çeşmeler yaptırır; bununla da kalmaz; ağaç diker, meyve aşılar. Halkın hizmetine olan hiçbir işten kaçınmaz.
İstanbul’un manevî hayatına birçok katkıda bulunan Yahya Efendi, bu şehre geldiğinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın hemşirezâdesi Şerife Hatun’la evlenmiş, İbrahim ve Ali adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya Efendi’nin tarikat olarak üveysî olduğu bilinir.
Bilindiği üzere Kanunî Sultan Süleyman, eşi Hürrem Sultan’ın telkinleriyle oğlu Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğlisi’ndeki ordugâhta boğdurmuştur. Şehzade Mustafa’nın annesi Gülbahar Hatun’u da saraydan çıkarmıştır. Bu uygulamalar Yahya Efendi ve halk tarafından tepkiyle karşılanmıştır. “Yahya Efendi Menakıbnâmesi”nde ve “Sefine-i Evliya”da anlatıldığına göre, Yahya Efendi bu hadiselerden sonra, aralarındaki samimiyete dayanarak bir ihtar yazarak dönemin padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a gönderir. En azından Gülbahar Hatun’u tekrar saraya kabul etmesini ister sütkardeşinden. Kanunî, Yahya Efendi’nin yazdıklarından hoşlanmaz. Bunun üzerine müderrislikten azlolunur. Fakat o, bu duruma fazla üzülmez. Daha sonraki yıllarda Kanunî’yle ve diğer devlet erkânıyla dostlukları devam eder. Kınalızâde’nin anlattığına göre padişahın şeyhe altın ve gümüşten hediyeler gönderdiği, şeyhin de bahçesinde yetiştirdiği bazı ürünleri padişaha yolladığı bir gerçektir. Kınalızâde Hasan Çelebi onun Anadolukavağı’nda Yoros’ta bir mescit, medrese ve hamam yaptırdığını yazar. Yahya Efendi’nin sık sık Yoros’a giderek, dinlendiği de rivayet edilir.
Sütkardeşinden Padişaha İhtar Yahut Neme Lâzım Be Sultanım...
Osmanlı’nın yükselme devri padişahlarından biri olan Kanunî, bir cihan imparatorluğu olan devletin geleceğini düşünür. Gelecekte bu ihtişamlı imparatorluğun çökme ihtimali onu endişelendirir. Özetle söylemek gerekirse "Bu devlet ne zaman ve hangi durumda çöker?" sorusunu Yahya Efendiye bir mektupla sorar. Mektubu okuyan Yahya Efendi bu soruya kısa ve net bir cevap verir: “Neme lazım be Sultanım!”
Eline geçen bu mektubu Topkapı Sarayı’nda hayretle okuyan Kanunî Sultan Süleyman, bu cevaba bir anlam veremez.“Acaba bu cevapta bizim bilmediğimiz bir mânâ mı vardır?” diye düşünür. Sonunda Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir ve der ki: "- Yahya Efendi mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al."
Yahya Efendi şöyle bir bakar: "- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi size açıkça arz ettim."
"- İyi ama ben bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ’Neme lazım be Sultanım’ demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi."
Bunun üzerine Yahya Efendi cevaba dair şu ibretli açıklamasını yapar: "- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olursa, işitenlerde ‘neme lazım’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susarsa, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkarsa, bunu da taşlardan başka kimse işitmezse, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir..."
Bunları dinlerken ağlayan koca padişah, başını sallayarak söyleneni onaylar ve kendisini uyaran böyle bir hak ve hakikat dostu olduğu için Mevlâ’ya şükreder.
İstanbul’un Manevî Sığınağı: Yahya Efendi Külliyesi...
Yahya Efendi, mecburî de olsa, müderrislikten emekli olduktan sonra rüyasında gördüğü bir şahsın işaretiyle İstanbul’un merkezi bir yerinde, Boğaz kenarında, Beşiktaş’ta, Hz. Musa ile Hızır’ın buluştuğu yer olarak kabul edilen "Hıdırlık" adını verdiği bölgede tekkesini inşa eder. Buraya dergâh kurarak ilmî ve dinî faaliyetlerini burada yürütmeye başlar.
İstanbul’un ruhanî mekânlarından biri olan Yahya Efendi Külliyesi, bir taş yığını de-ğil, maneviyat çölünü andıran Karaköy’le Ortaköy arasında adeta manevî bir vahadır. Huzurun ve tefekkürün filizlendiği feyizli ve bereketli bir yerdir. Lisan-ı hâliyle dirilere her daim ders veren bu kadim kabristan, hayatla ölümün ne kadar iç içe olduğunu haykırıyor bizlere. Bu mekân, pörsümeye yüz tutmuş İstanbul’un ruhunu dinçleştiriyor. Burası manevî gül bahçelerinin dikenleri arasında iri ve diri bir gülü andırıyor. Ruhumuzu çepeçevre kuşatan tarih, burada dile geliyor. Dünya hayatının ve tenin fani, ruhların ve ahiretin ise bâkî olduğunu haykırıyor gelip geçenlere. Kibrimizi ve enaniyetimizi törpülüyor buradaki mezar taşları.
Yahya Efendi Külliyesi, her geçen gün özünü kaybederek amansız ve anlamsız bir modernleşme yarışı içerisine giren İstanbul’un manevî bir sığınağıdır adeta. Maddenin cenderesinde sıkışan ruhlar bu mekânda inşirah bulur. Aslında bu sadece günümüzde değil, geçmişte de böyleydi. Zira Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Beş Şehir’ isimli eserinde “İlâhî mağfiret Yahyâ Efendi Dergâhı’nda âdeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki sedle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu, yahut aşk bahçesi sayılabilir.” diyerek bu gerçeği vurgulamaktadır.
Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin Şairliği...
Mutasavvıfların çoğu ilâhî hakikatleri muhataplarına etkili bir biçimde anlatmak ve benimsetmek için şiirin gücünden yararlanmışlardır. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli bu Hakk ve hakikat dostlarından birkaçıdır. Onlar derecesinde olmasa da, Beşiktaşlı Yahya Efendi de düşüncelerini anlatırken şiirden faydalanmıştır. Bir Hakk ve hakikat dostu olan Yahya Efendi “Müderris” mahlasıyla şiirler yazmıştır. Yahyâ Efendi’nin şiirleri ölümünden sonra bir divan hâlinde bir araya getirilmiştir. Yahya Efendi’nin şiire, “Muhibbî” mahlasını kullanan sütkardeşi Kanûnî Sultan Süleyman’la birlikte çocukluk yıllarında Trabzon’da başladığı tahmin edilmektedir.
Bilinmelidir ki Beşiktaşlı Yahya Efendi hiçbir zaman şairanelik peşinde koymamış, mutlak hakikatleri muhataplarına iletmek için şiiri bir vasıta olarak kullanmıştır. Yahya Efendi, şiirlerinde dünya hayatını ve nefsini sürekli yermiştir. Birkaç beytini, şiirine örnek olarak vermek istiyorum: “Hep gelenler yana yana geldi gitdi dünyadan/Şimdi nöbet bana geldi döne döne yanayım.”; “Ledün ilmini ehli ve Mevlâ bilir derler/Fıkhî meseleyi ise molla bilir derler.”; “Katıdır taştan Müderris, kalbin eğer Hû deyip/İnlemezsen gayretin yok; inletir dağları Hû.”; “Ayağına olurum herkesin hâk (toprak)/Kılsın diye birisi kalbimi pâk.”
Hakk ve Hakikat Peşinde Geçen Bir Ömrün Hitamı...
Hakk’ın ve hakikatin batıl karşısında daima muzaffer olması için ömrünü adeta maneviyat ordusunda bir asker gibi mücadeleyle geçiren Yahya Efendi, 9 Zilhicce 978 (4 Mayıs 1571) tarihinde kurban bayramı gecesi vefat etmiştir. Cenaze namazı bayram namazından sonra Ebüssuûd Efendi tarafından Süleymaniye Camii’nde kıldırılmış ve dergâhın bulunduğu yere defnedilmiştir. Cenazeye devlet yetkilileri, âlimler ve halktan büyük bir kalabalık katılmıştır. Büyük bir sevgi ve muhabbet halkası içinde ebediyete uğurlanmıştır.
Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin izi ölümünden sonra da silinmemiştir. Daha sonra II. Selim’in emriyle bu gönül dostunun mezarının bulunduğu yere bir türbe inşa edilmiştir. Yahya Efendi’nin kabrinin bulunduğu yer zaman içerisinde büyük bir kabristana dönüşmüştür. Ziya bu büyük gönül dostuna yakın olmak isteyen şehzadeler, paşalar, devlet adamları ve muhipleri özellikle ve ısrarla burada gömülmek istemişlerdir. Külliyenin yanındaki bu türbe bugün de manevî çehresinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Yahya Efendi dün olduğu gibi bugün de sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir. Allah rahmet eylesin. Rabbim Allah yolunda canıyla ve malıyla mücadele eden bu gibi yüksek ruhlu şahsiyetlerin sayısını artırsın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.