TAŞ TİĞİN / DAŞ TİĞİN / DEŞTİĞİN ÜZERİNE KISA BİR YEREL ÇALIŞMA
AÇIKLAMALAR:
1- Bu yazı 2015 tarihinde yazılmıştır.
2- [..] Parantez içindeki rakamlar dipnotları gösterir.
3- Yukarıda bir bölümü verilen harita, 1530 tarihindeki arşiv bilgilerine göre hazırlanmış, 1530 / Bey-Şehri Livası haritasıdır.
4- Yazının tamamını okuyamıyorsanız veya yazı düzgün görüntülenmiyorsa aşağıdaki site adresinden bu yazıya ve daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz:
tastigin.wordpress.com/
TAŞ TİĞİN
Bu yazı Deştiğin’in tarih, dil ve kültür alanlarını kapsayan kısa bir yerel çalışmadır. Bilmeyenler için söyleyelim; Deştiğin, Konya’nın Doğanhisar ilçesine bağlı bir kasaba iken, yapılan son yasal düzenlemeler sonucunda, bu ilçeye bağlı mahalle hâlini almış bir yerleşim yeridir.
Deştiğin’in adının ne anlama geldiğini sorduğumda belde halkından bu konuda da çeşitli cevaplar aldım. Genel olarak, Daş-diken’den geldiğini, zamanla değişerek adının Deştiğin olduğu söylendi. “Yapılan savaşta kendilerini kalabalık göstermek, karşı tarafın gözünü korkutmak, kendini gücünden daha fazla göstermek için çeşitli taşlar dikildiği, ismin de ‘Daş-diken’ olarak buradan” geldiği rivayet edildi. Hatta bazı kişiler eski mezarlıktaki 2-3 tane büyük dikili taşı kastederek ismin burada geldiğini söylediler. Bu anlatılanlar bana pek gerçekçi gelmedi.
Halk içinde araştırma yaptığımızda, yöre halkının Deştiğin’in tarihi ile ilgili pek fazla bir şey bilmediğini görüyoruz. Halk, bu yerleşim yerinin tarihinin “Selçuklulara kadar dayandığını ve merkezdeki caminin Selçuklulardan kaldığını” söylüyor. Halkın yaklaşık olarak bildikleri bunlardan ibaret.
Şimdi, konu ile ilgili birkaç kaynaktaki bilgilere bakalım. Wikipedia’da şu bilgiler bulunmaktadır: “Beldenin kuruluşu hakkında herhangi resmi bir belge yoktur. Ancak beldede bulunan, mermer sütun halinde ki tarihi mezar taşları, o dönemlere ait bize sadece, isim olarak Şıh Mahmut ve Şıh Abdurrahman isimlerini; tarih olarak ise fi tarihi 76 ve 86 tarihleri ipucu olarak göze çarpmaktadır. Bunlardan da anlaşılıyor ki kuruluşu çok eskilere dayanmaktadır. Çok sık anlatılan bir efsaneye göre, Horasan’dan gelen iki kabile burada karşılaşmışlar. Her iki kabile de burada yerleşmek istemiş fakat aralarında bir türlü anlaşamamışlar. Bunun üzerine aralarında savaş mukabilinde bir mücadele başlamış. Yerleşim yerine önce gelen kavim, sonraki gelen kavmin çokluğundan korkmuş kendi sayılarını onlardan fazla göstermek için savaş alanındaki siperlere asker babında sütunlar dikmişler. Bu taktik sayesinde amaçlarına ulaşarak sonradan gelen kavmi uzaklaştırmışlar. İşte bu mücadeledeki bu savaş taktiğindendir ki bu yerleşim yerinin adını ‘Taşdiken’ koymuşlar. Bu isim zamanla değişerek ‘Taşdığın’ ve daha sonraları da ‘Deşdiğin’ adını alarak bu adla günümüze kadar gelmiştir. Bir başka rivayete göre ise Anadolu’nun fethinden sonra İran’ın Horasan şehrinden gelen üç kardeşin Doğanhisar, Deşdiğin ve Beyşehir’e yerleştiği, Doğanhisar’daki Ulu Cami, Deşdiğin’deki Şeyh Habip Cami[1] ve Beyşehir’deki Eşrefoğlu Cami birbirine mimari olarak benzemekte ve Deşdiğin kelimesinin Farsça bir anlam taşıyan ve ‘pek yiğit’ anlamına geldiği bir başka söylemdir.”[2]
Wikipedia’daki bu metinde Deştiğin’de bulunan eski caminin ismi Şeyh Habip Cami olarak geçmektedir; fakat Türk Tarih Kurumu Yayınları’ndan çıkan Türk Kültür Varlıkları Envanteri[3] kitabında bu caminin ismi “Ulu Cami” olarak geçmekte ve yapım yılının 1871 yılı olduğu belirtilmektedir. Wikipedia’da yer alan bilgilerin çeşitli rivayetlere dayanan sağlıksız bilgiler olduğu gözükmektedir.
“Doğanhisar’ın Bilinmeyen Tarihi” yazısında Ali Akgündüz, şu bilgileri vermektedir: “Yörük ve Türkmenler Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ‘Via Sebaste’ (Kral yolu)’yi çok az farklılıklarla kullanmaya devam etmişler. Bu yola Roma devrinde ‘Ulu Yol’ denmektedir. Bu Ulu Yol Kavşaklarına ‘Mil’ taşları dikilerek belirtiler yapılmış ilçemizde Kuz mezarlığı önündeki ‘Dikili’ taşta denmekte olan bu taşlardan birisidir. Bu taşlardan biride Akşehir’den, Beyşehir’den ve Konya’dan gelen yolların kavşak noktası olan Kızılören yakınındaki Yunuslar’dadır. Bu taşlardan bir diğeri ise bir kasabamıza ad vermekte yani Deştiğin’e, aslında bu ad sadece dikili taştan da gelmiyor aynı zamanda Deştiğin’in ilk sakinleri Orta-Asya Taşkent’in den gelen Türk’lerdir. Bu Türk’lerin ilk koydukları ad ‘Taş-Tiğin’ (Taşkent Yiğitleri)’dir. Bu cemaatler Sultan dağları ile Toroslar arasında birçok yere ad olarak geldikleri yerin adını vermişler. Türkiye’de Türk, gelinen yer ve başlarındaki bey adları ile oluşan yer halkları katkısız Türk cemaatleridir. Zamanla Deştiğin’e ‘Dostiğin, Daştığın, Aştığın’ gibi isim yakıştırmaları da yapılmış; ancak gerçeği ‘Taş-tigin’dir. Bu sonuca varmak için halkı ile akraba olan köy ve cemaatlere ulaşmak gerekiyor. Aslında isim değişikliğine bilerek veya zaman içinde bilmeden uğratılan yerlerin hepsi için diyebileceğim tek şey isim değiştirmeden çok araştırma yapılmasıdır.”[4]
Akgündüz yazısında şu bilgileri de vermiş: “Daha önce bahsettiğimiz yol ve yerleşim dışında, Eşrefoğulları devrinde Seydişehir’de zaviye kuran Seydi Harun’a bağlı zaviyelerden Şeyh Habip ve Şeyh Bedrettin Deştiğin’de zaviye[5] kurmuşlar. Karamanlılar devrinde Karamanlı bölgesindeki en zengin zaviyelerin başında gelmekte özellikle Şeyh Habip Fakih zaviyesi. Buna Akşehir Özler, Doğanhisar Koçaş köyü vakıfları ile Ruus (Başköy) deki vakıf çiftlikleri bağlıdır. Deştiğin’in kendi öşürünün tümü Şeyh Habip’in zaviyesinin vakfı, örfiye ve salarisi de dâhil.[6] 1584 öncesi tahrirlerde Derbent, Çiğil, Beğri köyleri Akşehir’e bağlı nedeni ise Akşehir’den Kızılören’e gelen yol. Daha sonra Kıbrıs alınınca dağ üstü köyler Beyşehir’e bağlanmış ancak Deştiğin için farklılık vardır. Ne Akşehir’e ne de Doğanhisar’a bağlıdır. 1584 düzenlemesinde Ayaslar, Taştekin (Deştiğin) ve Beğri, Kıreli’ne bağlanmıştır. 1507 tarihli mufassal defterde Deştiğin’in Kınık’ta[7] ziraat yaptığı kaydedilmiş. 1584’te bölgede en çok koyun vergisini Deştiğin vermiş. (Koyun çokluğu o zaman için Boy-cemaat ile de ilişkili) Arazilerini bekleyen Deştivan=kır bekçileri bile var. Buradaki zaviyelerin esas görevlerinden biride yolculara yemek vermektir. Deştiğin’in 40 nefer derviş vergisi var, değirmen vergisi ise 45 akçedir. 1507 de 76 hane 84 nefer, 1524 de 75 hane 107 nefer, 1584 de 138 hane ve Kıreli’ye bağlı. Camisi tavanı değiştirildiğinde geçmiş teknolojisini görme fırsatı bulmuştum. Ses akustiği için yapılmış olan sistem bugün için takdir edilecek bir şey. Demek ki Deştiğin halkı çok gelişmiş bir kültürden gelmiş. Bu da Taşkent’i işaret etmeyi güçlendirmekte.”[8]
Yerleşim yerinde “Tekke Odası” olarak adlandırılan, yıkılması nedeniyle yakın zamanda yeniden yapılan, bir yapı bulunmaktadır. Mehmet Akif Erdoğru’nun arşiv kayıtlarından aktardığı bilgiye göre “Deştiğin, Göçeri ve Boğazsaray köylerinde olan zaviyeler, diğer zaviyelere göre, daha kalabalık dervişleri barındırıyordu. Şeyh Habib ve Şeyh Bedreddin zaviyeleri Deştiğin köyünde bulunmaktaydı. Özellikle Habib Fakih zaviyesi, Karaman zaviyeleri arasında en zengin üçüncü zaviye idi. Bu zaviyenin Akşehir’e bağlı Özler, Koçaş ve Ruus köylerinde vakıf çiftlikleri vardı.”[9] Erdoğru’nun, Başbakanlık Arşivi tapu tahrir tasnifi (TT 455) kaynak alarak aktardığı tabloya baktığımızda 1518 tarihinde Beyşehir sancağında derviş sayısı bakımından en yüksek nefere (40 nefer) Deştiğin’in sahip olduğu (ondan sonra gelen yerin derviş sayısı 18 nefer) bilgisini görüyoruz.[10] Yukarıda benzer bilgileri aktaran Akgündüz’ün bu bilgiyi Prof. Dr. Mehmet Akif Edoğru’nun yayınlamış olduğu arşiv araştırmalarından ve kitabından almış olduğu anlaşılıyor. Bahsi geçen yazıdaki bu alıntıların bir kısmını dipnot vererek gösterdik.
Erdoğru, zaviye konusunda şu bilgileri de vermektedir: “Şeyh Habib zaviyesinin de asıl görevi fakirler ve yolcular için yemek pişirip dağıtmaktı. Bilindiği üzere, bu tür zaviyelerde yemek sunmanın dışında, yolcular ve göçmenlere yatacak yer temin edilirdi.”[11] Bu tür faaliyetler dönemin tüm zaviyelerinin yaptığı işler ve görevler arasındadır. Ayrıca Erdoğru, zaviyelerde Ramazan ve Kurban bayramlarında yemek dağıtıldığını da ifade etmektedir. Beldede yakın zamanlara kadar Ramazan ve Kurban bayramlarında her evden gelen çeşitli yiyeceklerin toplanarak Tekke odasında veya alanda hep beraber yendiği, misafir kalacak yerleri olmayan kişilerin Tekke odasında ağırlandığı ve yatırıldığı görülmüştür. Bu faaliyetler bahsi geçen zaviyelerden gelen geleneğin bu zamana kadar devam ettirilmiş olduğunu bize gösteriyor.
Türklerin Beyşehir bölgesinde görünmeleri on birinci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır.[12] Osmanlı öncesinde, on üçüncü yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’da esaslı bir iskân yapılarak büyük ve sürekli köyler teşekkül etmiştir. Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşim yerleri oluşturan Horasan erleri, Beyşehir ve çevresinde de zaviyeler kurarak buraların köyler ve kasabalar haline gelmesini sağlamışlardır. Bazı yerleşim yerlerinin doğrudan kurulmasına etki ettikleri gibi bazı yerleşim yerlerine de dolaylı etkilerde bulunarak buraların iskânını etkilemişlerdir. Tahminen, bu dönemlerde yukarıda isimleri ifade edilen Şeyh Bedreddin ve Şeyh Habib de Deştiğin’de zaviye kurmuşlardır. Günümüze kadar gelen ve “Tekke Odası” olarak isimlendirilen yer de, muhtemelen, buralardan gelmektedir.
Osmanlı ve öncesindeki dönemde kurulan zaviyelerin ne tür bir zaviye olduğu, eğilimlerinin ne olduğu konusunda arşivlerde bilgi olmadığı için bu konularda bilgi sahibi değiliz. Dolayısıyla Şeyh Habib ve Şeyh Bedreddin’in zaviyesinin nasıl bir zaviye olduğunu, eğiliminin ne olduğunu bilmiyoruz. Genel olarak o zamanki zaviyelerin bizim bugün bildiğimiz ve anladığımız anlamda bir eğilime sahip olmamaları kuvvetli bir ihtimaldir. Beldede şeylik, şıhlık, sofuluk, hocalık gibi dini kavramların gerek günlük dilde gerekse akrabalık ilişkilerinde yer edinmemiş olması, belde halkının inanç ve uygulamalarının toplumun ortalamasından hiç de yüksek olmaması bu yöndeki işaretleri kuvvetlendirmektedir.
“Deştiğin” kelimesi üzerinde bir inceleme yaptığımızda bu kelimenin genel Türkçe sözlüklerde mevcut olmadığını görüyoruz. T.D.K’nın Tarama Sözlüğü’ne ve Derleme Sözlüğü’ne baktığımızda “deştiğin veya deşdiğin” kelimesinin olmadığını görüyoruz. Bilinen en eski Türkçe sözlük olan Kâşgarlı Mahmûd’a ait Divânü Lugâti’t Türk’e baktığımızda da böyle bir kelimeye veya benzerine rastlamıyoruz.
“Deştiğin” kelimesini bölerek veya yakın olan kelimelerin anlamlarına bakarak belki bir ipucu bulabiliriz umuduyla sözlüklere bakalım:
1- “Deşme” kelimesi “yarma, kazma veya eşeleme suretiyle içini dışına çıkarma”[13] anlamı günlük dilde kullanılıyor. T.D.K. Derleme Sözlüğünde, “Deş: Su bendi, büvet”[14] anlamında.
2- Develioğlu Sözlüğünde, “Deşti: Çölle ilgili, vahşî yabanî.”[15] T.D.K. Derleme Sözlüğü’nde, “ekilmeyip toprağa kendiliğinden düşen tohumda biten bitki” olarak geçmiş.[16] Ötüken Sözlükte ise, “deşdi: ekilmeyip toprağa kendiliğinden düşen tohumda biten bitki”, “deştî: çekirdekten yetişen aşılanmamış fidan”[17] olarak ifade edilmiş.
3- T.D.K. Derleme Sözlüğünde, “Deştivan, deşdevan, deşduvan, deşteman: Bağ korucusu, kır bekçisi, köy bekçisi”[18] olarak yer alıyor.
4- T.D.K. Derleme Sözlüğünde, “Teşti: Pekmez kaynatılan bakır kap”[19] anlamında.
Farsça’da ise “deşt” kelimesinin “kır” anlamına geldiğini belirtelim. Konuyu toparlarsak, yakın gözüken köklerden veya kelimelerden bir anlam çıkarmak mümkün gözükmüyor. “Deşti” kelimesinin, “toprağa kendiliğinden düşen tohum” anlamından yola çıkarak yöreyle özdeşleşmiş bir bitki türü olan ve bazen beldenin isminin de önüne geçip yöre halkına “termiyeciler” denmesine sebep olan ve toprağa kendiliğinden düşüp büyüyebilen “termiye” ile bir bağlantısı olabilir mi, diye düşündüğümüzde bunun bir zorlama olacağı görülüyor.
“Taş” kelimesinin “daş”a sonrasında “deş”e dönüşmüş olma ihtimaline karşılık “taş” kelimesini araştırdığımızda bu kelimenin Orhun/Orhon Yazıtları’nda (732) geçtiğini görüyoruz.[20] Kelime Divânü Lugâti’t Türk’te (1072-1074) de geçmektedir.[21]
Deştiğin kelimesinin ikinci kısmı olan “Tiğin” kelimesine bakalım. Bu kelime Orhun Yazıtları’nda (732) geçmektedir.[22] Divânü Lugâti’t Türk’te (1072-1074) “Tegin” olarak yer almaktadır. Sözlükte, kelimenin kök anlamının “köle” olduğu, daha sonra bu sözcüğün köleleri anlatmaktan çıktığını ve Hâkânlîler’in erkek çocukları için söylenen bir unvan hâlini aldığı belirtilmektedir.[23] Çin kaynaklarında Tigin’in yabgu ile birlikte sadece Kağan’ın oğulları, küçük kardeşleri ve diğer akrabaları tarafından taşındığı ifade edilmektedir. X ve XI. yüzyılda köle tacirleri tarafından ellerindeki Türk Memlük’lerine bu unvan çok verildiği için, Kâşgarlı Mahmûd “Tiğin” kelimesinin başlangıçtaki anlamının köle demek olduğunu zannetmiştir.[24] Teğin: Tigin, prens, şehzade, bey oğlu. Göktürkler döneminde, vali unvanı olarak kullanılmıştır.[25] Ötüken Türkçe Sözlükte, Teğin: Hakan oğullarına verilen unvan; hükümdar aile üyelerine verilen unvan; prens; veliaht; şehzade.[26] Tigin: Bey oğlu; prens[27] olarak geçmektedir. “Tigin, Teğin, Tekin” kelimeleri aynı kelimelerdir. “Tigin” kelimesi Kül Tigin, Alp Tegin, Kümüş Tegin… örneklerinde olduğu gibi isimden sonra gelen unvan olarak kullanılmıştır. Prof. Dr. Faruk Sümer’in Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları kitabında da “Taş Tigin” ismini görüyoruz.[28]
Günümüzde “yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi” olarak adlandırılan, İlber Ortaylı’nın da hocası olan, Halil İnalcık ile söyleşi tarzında hayatının anlatıldığı “Tarihçilerin Kutbu” kitabında yer adları konusunda bize bazı fikirler verebilecek bilgiler mevcut. Halil hoca burada “yer adları, tarihî bir kanıttır” demekte ve tarih bilincinden yoksun bir şekilde yer isimlerinin değiştirilmesine de bazı örnekler vermektedir. Konu ile ilgili anlattıklarından birisi şudur: “Osman Gazi, İznik’i almak için Kara-Tigin hisarını ele geçirmek zorundaydı.” “Köyün adı o zaman Kara-Tigin, çünkü o kaleyi 1080’lerde, Kara-Tigin adında bir Selçuklu emiri almış ve ismini koymuş; zamanla “g” düşüyor ve şimdi adı Karadin. Gittim oraya, köylü dedi ki, biz, ‘Karadin, Akdin istemiyoruz, biz kara değiliz, kabûl etmiyoruz, müracaat ettik, değiştireceğiz köyümüzün adını.’ Açıkladım, sizin isminiz tarihî bir isim, bin sene önceye giden, bir Selçuklu kumandanının ismidir, tam ismi de Kara-Tigin’dir, dedim.”[29] Halil Hoca, başından geçen olayı bu şekilde anlattıktan sonra “kani oldular herhalde” diyerek ilâve ediyor.[30]
Deştiğin isminin arşiv belgelerinde ve yayınlarda nasıl geçtiği hakkında bilgi verelim:
Ahmet Özkılınç ve arkadaşları tarafından hazırlanan ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan “387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defterleri (937/1530)” yayınında Deştiğin 1530 tarihinde Kır-ili nahiyesine bağlı “Taş-[Di]ğin”[31] ve “Daş-Tiğin”[32] olarak, 1530 tarihindeki yapıyı gösteren haritada da “Taş-[Di]ğin”[33] olarak gösterilmiştir. Kısacası, 1530 tarihinde, Deştiğin’in devlet arşivlerindeki ismi “Taş-Diğin / Daş-Tiğin” olarak gözükmektedir.
Erdoğru, Başbakanlık Arşivi tapu tahrir tasnifini (TT 455) kaynak alarak alıp hazırladığı 1518 tarihindeki derviş sayılarını gösteren tabloda beldenin ismini “Daştiğin” olarak aktarmış.[34] TT 40, TT 399, KK 137 belgelerini esas alarak hazırladığı Kıreli nahiyesi nefer ve hane sayılarının verdiği 1507, 1524, 1584 yıllarına ait bilgilerin olduğu tabloda ise yerleşim yerinin adı “Taştekin” olarak geçirmiş.[35]
1583-1584 tarihli kayıtlara baktığımızda, ilgili kayıtlarda ve bununla ilgili yayınlarda Deştiğin ismi ile ilgili şu bilgileri görüyoruz: Erdoğru’nun Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan Belgeler, 13. Cilt içindeki “Beyşehir Sancağı İcmal Defteri” yayınında “Taştiğin”,[36] Erdoğru’nun “Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı” kitabında “Taştekin”,[37] Erdoğru’nun aynı kitabında ve “Beyşehir Sancağı İcmal Defteri” yayınında[38] ve 1584 tarihindeki yapıyı gösteren haritada “Daştekin”[39] olarak geçmektedir.
İlgili belge yayınlarına baktığımızda sadece Taş-Diğin veya Daş-Tiğin ismi 1584 tarihli kayıtlarda Daştekin olarak geçmemiş, Beyşehir sancağı içinde yer alan ve 1530 tarihinde Kara-Diğin, Urum-Diğin olarak geçen yerler de 1584 tarihinde Karadekin, Rum Dekin olarak kayıtlara geçmiş. Yani, 1530 tarihindeki defterlere “Tiğin/Diğin” olarak kayıt edilen kelimeler 1584 tarihindeki defterlere “Tekin/Dekin” olarak kayıt edilmiş. Özellikle 1530 sonrası bazı belgelerde yöre adının “Taştekin veya Daştekin” olarak geçmiş olması ismin anlamını, özünü etkilemez; çünkü Taştiğin, Daştiğin ve Taştekin, Daştekin kelimeleri aynı anlamda kelimelerdir.
Sayın Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru’ya bu isim farklılıklarının neden kaynaklandığını sordum. Bu konu ile ilgili verdiği değerli bilgilerden dolayı Sayın Erdoğru’ya çok teşekkür ederim. Erdoğru, kelimenin farklı yazılışları olabileceğini; fakat kelimenin “Taş ve Tiğin veya Tekin” kelimesinden oluştuğunu belirtti. Bu kelimenin halk arasında bozulmuş şeklinin “Deşdiğin” olduğunu aktardı. Ayrıca (halk ağzında bozulmuş veya farklı yazılmış olsa bile) Tiğin, Diğin, Tekin, Dekin gibi kelimelerin hepsinin aynı kelime olduğunu, Türkçe bir unvan olduğunu, komutan anlamında kullanıldığını ifade etti. (“Tigin” kelimesi ile ilgili detaylı bir açıklamayı yukarıda yapmıştık.) Yerleşim yerinin adının halk ağzındaki çok bozulmuş halinin bazen “ğ”nin de düşmesi ile birlikte “Deştiîn” veya “Deştîn”[40] şekline dönüşebildiği bilgisini ek bilgi olarak verelim.
Kayıtlardaki isimlerde gördüğümüz, ufak da olsa, farklılıkların sebebi ile ilgili şu bilgi verilebilir. Bu farklılıkların bir sebebi farklı kayıt, bir sebebi kayıt yazısındaki karışıklık, bir diğer sebebi de kayıtların farklı okunmasıdır. Bunun sebebi de Arap harflerinin Türkçede bulunan sesli harfleri tam tereddütsüz olarak verememesinden dolayıdır. Konun uzmanı kişiler dahi hatalı okumalar yapabilmektedir.[41] Bu konu uzun ve ayrı bir konu olduğu için kısa bir dipnot verip, konuyu burada kesiyorum ve konumuza dönüyorum.
Sevan Nişanyan’ın Türkiye Yerleşim Birimleri Envanter Kaydı’nda[42] Deştiğin’in ismi, en eski tarihli kayıt olarak, 1530 tarihli Türkçe kaynakta “Taş-Tigin” olarak geçtiği belirtilmektedir. Yukarıda aktardığımız ve kaynaklarını da verdiğimiz üzere 1518 ve 1530 tarihli arşiv belgelerinin yayınlarında da Deştiğin’in ismi “Taş-Diğin / Daş-Tiğin” olarak geçmektedir. Bu bilgi ve belgelerden yola çıkarak “Deştiğin isminin ‘Daşdiken / Taşdiken’ kelimesinden geldiğini” ifade eden başlangıçta aktarılan rivayet ve metinlerin gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Şimdi, yerleşim yerinin ismi “t” ile mi, “d” ile mi başlamaktadır; aslı “taş” mıdır, “daş” mıdır, sorusuna cevap arayalım. Kelimenin kökeni eski Türkçe kayıtlarda aranmak istenirse eski Türk yazıtlarında ve Divânü Lugâti’t Türk’te “taş” kelimesinin “daş” olarak değil, “taş” olarak geçtiğini görürüz.[43] Bu bilgiden yola çıkarsak kelimenin aslının “daş” değil, “taş” olduğunu söyleyebiliriz. Eski Türk yazıtlarında “d” ile başlayan kelime (bir istisna hariç) görülmüyor. Divânü Lugâti’t Türk’te de çok azdır. Bütün bu bilgilerle birlikte Oğuz Türkçesi olarak ortak bir koldan geldiğimiz Azerbaycan Türkçesinde de “daş”[44] olarak telaffuz edilmekte olduğu bilgisini de vermiş olalım.
“Taş-Tiğin” isminin halk ağzında “Deş-tiğin”e nasıl dönüştüğüne bakacak olursak yörenin halk ağzında günlük dilde kullandığımız çoğu “t” ile başlayan kelimenin “d” ile seslendirildiğini görürüz. Bu nedenle “taş” kelimesi de “daş” olarak telaffuz edilmektedir. “Taş-tiğin” yerine köyün ismi yerel halk tarafından “Daş-diğin” olarak ifade edilmiş, sonrasında da dilimizdeki “büyük ünlü uyumu”[45] nedeniyle kalın ünlü olan “a” diğer hecedeki ince ünlü olan “i”lere uyum göstererek ince ünlü olan “e” hâline gelmiş veya zaman içinde telaffuz dönüşmesi nedeniyle “Deş-diğin” halini almış olması kuvvetli bir ihtimaldir. Prof. Erdoğru’nun da ifade ettiği gibi “Deşdiğin” kelimesi, “Taş” ve “Tiğin” veya “Tekin” kelimesinin halk ağzında bozulmuş şeklidir.
Maalesef ki Türkçenin sağlam bir etimolojisi (köken bilimi) yapılmamıştır. Bu nedenle bu alan sıkıntılıdır. Fakat yine de “Tigin” kelimesinin kökenine girmeden bu konuda bir şeyler aktarmak isterim. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi “Tigin, Teğin, Tekin” kelimeleri aynı kelimeler; fakat en eskisi “Tigin / Tégin” kelimesidir. Ötüken Sözlüğü’ne baktığımızda “Tekin” kelimesinin “Tigin / Tégin” kelimesinden geldiği anlaşılıyor.[46] “Tekin” kelimesi “Tégin” kelimesinin “g/k” dönüşmesi ile oluşmuş bir şekli gibi gözükmektedir.
“Tiğin/Tekin” konusunda dikkatimizi çekmesi gereken bir başka nokta da “Tekin” kelimesinin “Diğin” kelimesine dönüşmesinin “Tiğin” kelimesinin “Diğin” kelimesine dönüşmesinden çok daha zor olacağıdır. Yani, halk ağzındaki kelimenin dönüşmemiş ilk hali “Tiğin” olarak gözükmektedir. Cümleyi toparlarsak, kelimenin halk ağzında dönüştürülmemiş ve 1584 tarihli arşiv kayıtlarından önceki aslı “Taş-Tiğin”dir.
Burada kafa karıştıracak ayrı bir bilgi vereyim. Deştiğin’in o dönemde Beyşehir kazasının Kıreli nahiyesine bağlı ve Kıreli nahiyesinin hemen sınırında Göçü nahiyesi var. Göçü nahiyesinin de sınırında Gurgurun nahiyesi var. Bu Gurgurun nahiyesi de Seydişehir kazasına bağlı. Gurgurun ile ilgili belgelerde ve yayınlarda “Döş-Tiğin” (1530),[47] “Dostekin” (1583-1584),[48] “Deştiğin” (1583-1584),[49] “Dos-tiğin”,[50] “Doştiğin”[51] gibi isimle bir köy ismi geçiyor; fakat 1530 ve 1584 tarihindeki yerleşim yerlerini göstermek üzere hazırlanan haritalarda böyle bir isimle yerleşim yeri gözükmüyor. Konuyu Prof. Erdoğru’ya sorduğumda bazı yerleşim yerlerinin haritalarda yer almamasının sebebinin o yerin nerede olduğunun tespit edilememiş olmasından dolayı olduğunu ifade etti. Bu bilgiler, bize, biri Beyşehir kazasına, diğeri Seydişehir kazasına bağlı olmak üzere “Taş, Daş / Döş, Dos, Deş,” ile başlayan birbirine benzetilebilecek isimde iki ayrı yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. Bu yerleşim yerinin bugünkü Deştiğin yöresi ve oranın yerleşikleri ile bir bağlantısı var mı, onun ayrıca araştırılması gerekiyor. Bazı eski yerleşim yerlerinin çeşitli sebeplerle zamanla yok olmuş olduğunu ve günümüze gelemediğini de belirtelim.
Geçmişten günümüze Taştiğin isminde başkaca yerleşim yerleri olup olmadığını özel olarak araştırmadım; fakat Yrd.Doç. Mehmet Salih Erpolat’ın “XVI. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Kocaeli’ndeki Yer Adlarında Meydana Gelen Değişmeler” makalesinde tahrir defterleri kayıtlarına göre verilen bilgiler bize XVI. Yüzyılda Kocaeli Sancağı, İznikmid (İzmit) Kazası’na bağlı “Taştigin” ismiyle bir köy olduğunu gösteriyor.[52]
“Tiğin” kelimesine tekrar dönersek, Yurtsever’e ait “Türkçe Adlar Derlemesi” kitabında “Taş” ve “Tegin” ayrı ayrı da olsa, Divânü Lugâti’t Türk kaynak gösterilerek, erkek isimleri sınıfında gösterilmiştir.[53] Kutalmış’a ait “Türkçe İnsan Adları ve Anlam Kökenleri”[54] çalışmasında “Taştigin / Taş-Tigin”in bir isim olduğunu görüyoruz. Sümer’in “Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adlar-II” kitabının “Son Abbâsi Halifeleri Devrinde Türkçe Adlar” kısmında “Taş Tigin” en ünlü Abbâsî emîrlerinden biri olarak geçiyor. Kitapta Taş Tigin’in çok cesur, yiğit, iyi davranışlı, dindar, az konuşan, hâlim bir insan olduğu çeşitli kaynaklar referans gösterilerek aktarılıyor.[55] Kısacası, Taş Tigin eski Türk isim ve unvanı. Bu isim ve unvana sahip tarihi bir şahsiyet var; başkaları da olabilir.
Yöre halkı arasındaki sözel tarih anlatılarında yerleşim yerinin tarihinin Selçuklulara dayandırılması, Akgündüz’ün “Türkiye’de Türk, gelinen yer ve başlarındaki bey adları ile oluşan yer halkları katkısız Türk cemaatleridir” ifadesi ve kayıtlarda yerleşim yerinin adının “Taş-Diğin / Daş-Tiğin” olarak geçtiği de dikkate alındığında burada bir soru soracağım. Acaba Taş-tiğin ismi “Taş Tigin / Taş Tegin / Taş Tekin” isminde tarihte yaşamış bir beyin, şehzadenin, komutanın, valinin, emirin ismi olabilir mi? Taş Tigin adındaki bu kişi Orta Asya’da ya da Anadolu’da yerleşilen yeri yurt yapmış veya halkın başında bey olarak bulunmuş biri olabilir mi? Bu sorunun cevabını bilmiyorum; olabilir. Tahminin ötesine geçip gerçeğe ulaşmak için tarihi belgeler üzerinden araştırma yapılması ve konunun net bir şekilde ortaya konması gerekir.
Anadolu’ya yerleşimin sistemli, kayıtlı olmaması ve sonrasından yapılan yer değiştirmeler, uygulanan iskân politikaları bu konularda yapılan çalışmaları ister istemez zorlaştırmaktadır. Beldenin yerel tarihi ve kültürü hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için bu yerleşim yerimiz ile ilgili daha detaylı bir arşiv ve yan alan çalışmasına ihtiyaç vardır.
Tarih araştırmalarında tarihî vesikalar işin esasını oluşturur; fakat yerel tarih ve kültür araştırmalarında coğrafi isimler, ağız kelimeler, kültürel benzerlikler, âdet ve inanç benzerlikleri de bizlere bazı değerli bilgiler ve ipuçları verebilir. Bu nedenle yan alanlarda da çok titiz bir çalışmanın yapılması gerekir.
Beldenin tarihi ile ilgili son bir arşiv bilgisi daha verelim. Beyşehir sancağı (livâsı) yönetim olarak Beyşehir kazası ve Seydişehir kazası olarak ikiye ayrılıyor ve bu kazalara bağlı çeşitli nahiyeler mevcut. Deştiğin de 1584 yılındaki kayıtlarda Beyşehir sancağı, Beyşehir kazası, Kıreli nahiyesine bağlı bir köy olarak gözükmektedir. 16. yüzyılda Deştiğin Kıreli nahiyesinin nüfusça kalabalık[56] ve en önemli köyleri[57] arasındadır. 1584 tarihli kayıtlara göre Deştiğin, Beyşehir sancağının en fazla koyun vergisi ödeyen köyleri arasındadır.[58] Bu yüzyıldaki Taştekin ile ilgili kayıtlarda şu nüfus ve hane bilgisi mevcut: 1507 tarihli (TT 40) kayıtta 84 nefer, 76 hane; 1524 tarihli (TT 399) kayıtta 107 nefer, 75 hane; 1584 tarihli (KK 137) kayıtta 138 nefer gözükmektedir.[59] Yalnız bu nüfus sizi yanıltmasın, tahrir defterlerinde kadınlar, kızlar, çocuklar kaydedilmiyor. Bir kıyas yapılması ve fikir vermesi için Beyşehir merkezinin hane sayılarını verelim: 1507 tarihinde 269, 1524 tarihinde 378.
Sonuç olarak, “Taştiğin” kelimesinin halk ağzında “Daştiğin” sonrasında “Deştiğin” kelimesine dönüşmüş olması kuvvetli ihtimaldir. Buraya kadar aktardığımız arşiv belgeleri, edindiğimiz bilgiler bize Deştiğin adının halk ağzında bozulmamış aslının “TAŞ-TİĞİN” olduğu bilgisine ulaştırmaktadır.
DİL, KÜLTÜR VE İNANÇLARDAKİ İZLER
Deştiğin (Taş-tigin)’e kültür ve inanç yönüyle baktığınızda Orta Asya’dan, Şamanizm’den[60] gelen kültürel kodların ve inançların izlerini görebiliyorsunuz. Aynı şekilde dil üzerinden de baktığınızda, çok eski Türkçe kelimeler görülebiliyor. Bu kısa çalışmada yerleşim yerinin bütün âdetlerini, inançlarını, ağız kelimelerini bütün detaylarıyla burada yazmak, incelemek mümkün değil. O nedenle belli bir fikir vermek amacıyla bu konularda bazı örnekler aktaralım.
Aşağıda sınırlı sayıda aktarılan âdet ve inançların neredeyse tamamına yakını eski Türk âdet ve inançları ile bağlantılıdır. Burada konuyu daha fazla genişletmemek için aşağıda eski Türk âdet ve inançları ile olan bağlantıların çok az bir kısmı gösterilecek, konunun tüm detay ve kaynakları aktarılmayacaktır.
1- ÂDETLER:
a) Köstek kesme âdeti: Çocuk yürümeye başladığında çocuğun daha iyi yürüyeceği, takılıp düşmesinin önleneceği inancı ile “köstek kesme” töreni yapılır. Tören için mahallenin küçük çocukları toplanır. Yürümeye yeni başlamış, kösteği kesilecek çocuğun iki ayağı arasına ip bağlanır ve mahallenin küçük çocukları bir evin etrafında koşarak tur attırılır. En önce gelen çocuğun eline bıçak verilir ve yürümeye başlayan çocuğun iki ayağının arasındaki bağ, yani kösteği kestirilir. Kösteği kesen çocuğa en büyük olmak üzere çocuklara hediyeler verilir.
Kısaca anlattığım bu köstek kesme töreninin benzerlerinin Türkiye’nin bazı yörelerinde de uygulandığını biliyoruz. Benzer törenler Türkiye dışındaki Türkler arasında da çeşitli adlarla yapılmaktadır. Örneğin; Altay Türkleri “koy göçü”, Kazaklar “tusav keser”, Kırgızlarda da “tuşoo kesüü toyu” adıyla köstek kesme töreni yapmaktadır. “Özbek, Tatar, Başkurt, Karaçay Malkar Türkleri arasında da geç yürüyen ya da yürümeyen çocuklarla ilgili büyülük mahiyette uygulamalar mevcuttur. Çuvaşlarda yürümekte zorlanan çocukların ayakları bir iple bağlandıktan sonra, cuma namazı çıkışı camiden çıkan ilk kişiye bu bağ kestirilir.”[61] Kırgızların köstek kesme uygulamasını 28.10.2011 tarihinde TRT Belgesel kanalında yayınlanan “Orda Bir Köy Var Uzakta” programında seyrettim. Programdaki Kırgızların köstek kesme uygulamasının, çok şaşırtıcı bir şekilde, yöredeki uygulama ile neredeyse birebir aynı olduğunu söyleyebilirim.
b) Ad verme töreni: Ailenin bir büyüğü tarafından çocuğun kulağına ezan okunur ve adı söylenerek “adına sahip ol” birkaç kez denir.
c) Loğusa şerbeti âdeti: Yörede doğum sonrası “loğusa şerbeti” âdeti ve “palize” yapılması âdeti mevcut.
d) Diş göllesi âdeti: Yeni dişi çıkan çocuk için buğday kaynatıp dağıtılması ve bu “diş göllesi” dağıtılan kişilerin buna karşılık diş hediyesi vermesi âdeti.[62]
e) Evde bir odanın misafir odası yapılması âdeti.
f) Komşudan gelen yiyecek tabağının boş gönderilmemesi âdeti.
g) Gün batımında sonra cenaze defnetmeme âdeti.
h) Ölen kişinin arkasından bişi dağıtma âdeti.
ı) Evlilik ile ilgili bazı adetler: Gelin eve girerken geline kapı eşiğinin üstüne katı yağ sürdürülmesi, gelinin başına buğday atma, gelin eve girmeden testi kırmak, çocuklara şeker ve para atmak (saçma) âdeti. Gelinin ilk dönemlerinde sessiz konuşma âdeti. Bugünkü beyaz gelinlik yerine eski düğünlerde gelinlerin başlarına arakçın denilen (dar kenarı ortada birleşmiş konik silindir şeklinde) bir başlık takılarak süsleme yapılması ve kırmızı tüllü, pullu bir örtü kullanarak duvak yapılması âdeti.
i) Eski bayramlarda her evden bir şeyler getirilerek ortak sofra kurulması ve yemeklerin yenmesi; kadınların kendi aralarında “bayram düğünü” dedikleri eğlence düğünleri yapmaları.
j) Kıyafet âdeti: Yörede yaşlı kadınlar başlık kullanıyor. Bu başlıkların alt kısmının çok sayıda taklit altının neredeyse üst üste olacak sıklıkta dizilmiş olduğu görülüyor. Yine eskiden giydikleri kıyafet ise sarı, kırmızı, mavi, yeşil gibi renklerin olduğu yöresel ağızda “gutni” denilen bir kıyafet.
k) Hayvanlara boncuk takma âdeti: Hayvana nazar değmemesi için hayvanın boynuna ve alnına boncuk ve benzeri şeyler takılmaktadır. Divân-ü Lugâti’t Türk’teki “monçuq” kelimesinin karşılığından atın boynuna değerli taş, aslanpençesi, muska gibi şeylerin takıldığını öğreniyoruz. Buna dayanarak bu âdetin eski Türk âdetlerinden gelme olduğu söylenebilir.
2- İNANÇLAR:
a) Ağaç: Yöre halkının inancına göre perşembe öğle ezanından cuma namazı çıkışına kadar geçen süre içinde her türlü yaş ağaç kesmek günah kabul edilmektedir. Eğer ağaç bu zamanda kesilirse başa kötü bir olayın geleceğine inanılmaktadır. Türk kültüründe ve inancında önemli bir yere sahip olan ağacın burada İslâmiyet’le de ilişkilendirildiği gözükmektedir. Yörede selvi ağaçlarının da mezarlıklarda ölünün baş ve ayaklarına dikildiği görülmektedir.
“Türk etnik-kültürel geleneğinde, her ağacın birer canlı varlık olduğuna inanılmıştır. Buna göre de kutsal ağaca zarar veren veya dallarını kıran birine zeval geleceğine inanılmıştır.”[63]
“Kuzey-Türk destanlarında çam, önemli yer tutar. Çünkü bu bölgelerde daha çok yaygın ağaç, çamdır. Altay destanlarında ‘dünya ağacı’ veya ‘gök direği’ bir çam idi. Hâlbuki bu dünya ağacı, Türk mitolojisinde kayın ve bazen da kavak idi. Yani kuzeye doğru çıkıldıkça, efsanelerle masallarda çam ağacı önem kazanıyordu.”[64]
Ağacın kutsiyeti ile ilgili Türk mitolojilerinden bir-iki örnek verelim: “Oğuz destanında, Oğuz Kağanın birinci karısı gökten inmişken, ikinci karısı ise bir ağaç kovuğundan, yani; yerin sonsuzluklarından gelmişti.”[65] “Uygurların türediği tek ağaç da yine iki nehrin meydana getirdiği küçük bir adada bulunmaktaydı.”[66] “Bu aynı zamanda eski Türk inanç sisteminde kutsal ağaç motifinin önemli bir unsuru teşkil ettiğini göstermektedir. Nitekim, Dede Korkut’da da Basat’ın ulu bir ağaçtan türemiş olduğu görülmektedir. Bu sebeple, eski Türklerde ağacın dış kısımları kadar kökü de büyük bir öneme haizdi.”[67]
“Altay mitolojisine göre gökyüzüne doğru çok yüksek bir çam ağacı yükseliyordu. Gökleri delip çıkan bu ağacın tepesinde Tanrı Ülgen oturuyordu.”[68]
“Eski Türklerde daha çok tek ağaçlar ve bunlardan da çam ve benzeri cinsten olanların kutsal sayıldığı görülmektedir. Nitekim araştırıcılarına göre, bütün Altaylı kavimlerde en çok çam ve kayın ağacı kutsal kabul edilmekte ve bunlardan sonra da çınar ve servi ağacı gelmektedir.”[69] “Buryatlar, Yakutlar, Çeremisler, Başkurtlar, Kazaklar ve Kırgızlar, arazide tek duran ulu ve yaşlı çam, kayın, servi ve çınar ağaçlarına nezirler adamakta, kurbanlar sunmakta, birtakım dini törenlerle onlardan dilekte bulunmaktaydılar.”[70] Yakut Türklerinde kayın ağacı kadar, karaçam ağaçları da kutsaldı.”[71]
“Türk ve Moğol toplumlarında mezarların ağaç altına yapıldığı veya mezarlara ağaç dikildiği etnograflar tarafından tespit edilmiştir.”[72] “Günümüzde, benzer inanışların Müslüman Türkler arasında da yaygın olarak bulunması dikkat çekicidir. Bu anlamda, Müslüman Türklerin mezarlara gömdükleri ölülerinin baş ve ayakuçlarına çam ya da selvi ağaçları dikme geleneğini devam ettirdikleri bilinen bir gerçektir.”[73] “En eski devirlerden itibaren, hemen her Türk boyunun inanç sistemi içinde bazen aynı bazen de farklı ağaçların kutsal kabul edildiği görülmektedir. Başlangıçta, Tanrının ve hükümdarın sıfatı olan bu kutsal ağaç inancı, zamanla hükümdarlığı, ataları temsil etmiş ve en nihayet sülalenin ve boyun temsilcisi olmuştur. Böylece bu ağaç, kutsal ağaç, ölümsüzlük ağacı ya da hayat ağacı olarak da nitelendirilmiştir. Bu anlamda, İslam öncesi Türklerde gökleri delip-geçen kutsal bir ağacın var olduğu inancı yaygındı. Bu ağacın bazen kayın bazen de çam ağacı olduğu anlaşılmaktadır.”[74]
Ağaca kutsallık atfetmek Orta Asya ve Şamanizm’le bağlantılı gözükmektedir.[75] Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın belirttiğine göre, Sümerlerde de ağaç kutsal kabul edilmektedir. Ağacın kutsal kabul edilmesi çeşitli kültürlerde ve inançlarda da rastlanmaktadır.
b) Ateşi Suyla Söndürmeme:[76] Yörede ateşin üstüne doğrudan su döküldüğünde içinden çıkan dumanla birlikte şeytanın çıkacağına inanılır. Ateşi suyla söndürmekten korkulur. Küllüklerde cinlerin, şeytanların olduğuna, bunların orada yaşadıklarına inanılır. Ateşe saygı, ateşi suyla söndürmeme, ateşe tükürmeme Türk geleneklerinde karşılaşılan bir durumdur.[77] Örneğin; “Yakut Türklerinde de Seroşevskiy ve diğerlerinin bildirdiğine göre, ‘ateşi keskin bir şey ile karıştırmak, ateşe ayak uzatma veya ateşi su ile söndürmek kesin olarak yasaktır’”[78]
c) Al basması: Yeni doğum yapmış, loğusa kadına cinlerin, perilerin musallat olabileceğine, eğer bunlar musallat olmuşlarsa kadının ruhsal durumunun bozulacağına inanılır. Yörede doğum sonrası, loğusa döneminde kadının psikolojisinde bir bozulma olursa bu olay “albasması” olarak nitelenir.
“Alkarısı veya Albastı özellikle lohusa dönemini yaşayan annelerin korkulu rüyası olan, çeşitli varyantları bütün Asya’ya ve bu arada Türk kültürünün çeşitli boylarına yayılmış bir inanıştır. Türk boylarında, alkarısı, albastı, al albıs, albıs, almış gibi isimlerle anılır. Efsanenin temeli Türklerin İslamiyet’ten önceki inanç sistemleri olan Şamanizm’e dayandırılabilir. Yakutlarda, Kırgızlarda, Kazaklarda, Özbeklerde, Kazan Tatarlarında, Gökoğuzlarda ve Anadolu Türklerinde lohusayı alkarısından korumak için değişik çarelere başvurulur. Kırgız-Kazak inanışına göre iki türlü albastı vardır. Bunlardan Kara Albastı ciddi ve ağırbaşlı bir ruhtur. Sarı Albastı ise doğum yapan kadının ve çocuğunun ciğerini söküp suya atar. Hoca’nın veya Baksı’nın (Şaman’ın) okumasıyla giderler. Dış görünümü sarışın bir kadın suretindedir. Bazen keçi veya tilki suretlerine de girer.”[79] Deştiğin inanç kültüründe de koyuna olumlu bir imaj yüklenirken, keçiye karşı olumsuz bir imaj yüklenmekte ve keçi ile şeytan arasında bağ kurulmaktadır.
“Kazakların inancına göre ‘al ruhu’ demirciden korkarmış.” “Kırgızlar da doğum zamanı yurda (eve) demirciyi davet eder, doğumun kolay geçmesi için demirci de demir dövmeye başlar.”[80]
d) Baykuşun uğursuzluk getireceği inancı: Baykuşun birinin evine konduğu zaman o evden birilerinin öleceğine işaret sayılır.
e) Güvercinin kutsal sayılması: Muhammet’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında takipten kurtulmak için mağaraya girdiğine, bir güvencinin mağara içinde yuva yaptığına, Muhammet’i takip edenlerin güvercin yuvasını gördükleri için mağara içerisinde kimsenin olmadığına kanaat getirip mağaraya girmekten vazgeçtiklerine, Muhammet’in bu vesile ile takipten kurtulduğuna inanılması nedeniyle, İslâmiyet’le bağlantılı olarak, güvercin kutsal kabul edilir. Yörede güvercin avlanılmaz ve avlayanlar da hoş karşılanmaz. Yerel ağızda “gök” kelimesi “göv”, “güvercin” kelimesi de “gövercin” olarak söylenir.
f) Ölmüş bir kişiyi bir şey isterken veya yerken gördüğünde ölmüş kişinin o şeyi veya herhangi bir yiyeceği istediğine ve o yiyeceği “canının çektiği”ne inanılması: Komşulara, ihtiyaç sahiplerine yiyecek dağıtılır veya yedirilir. Bu dağıtım esnasında veya yemek sonrasında ölen kişi kastedilerek “canına değsin” denilir. Genel olarak tüm yemek bitimlerinde de, adet olduğu için, “geçmişlerinizin canına değsin” şeklinde bir ifade kullanılır.
g) Cenaze mezara götürülürken tabutta ayağının sallanması giderken yanında aileden de birilerini götüreceğine inanılması: Ölen bir kişinin yanında birilerini de götürebileceği inancının Şamanizm’de de olduğunu görüyoruz.[81]
h) Cenazelerin üzerine ve kesilen hayvanların üzerine “şişmesin” inancı ile bıçak konulması: Yörede bıçak cenaze üzerine veya kesilmiş hayvanın üzerine “şişmesin” inancı ile konuluyor gözükse de bıçak koymanın eski Türk inançlarından kaynaklı olduğu gözüküyor. Burada bıçak demir olduğu için konulmaktadır. Demirden korkan kötü ruhlar inancı Türk boylarında çok yaygındır.[82] Burada amaç demir koyup kötü ruhları uzaklaştırmak, zarar vermelerini önlemek olabilir; fakat zamanla bu bağlantı kopmuş ve inancın bu kısmı unutulmuş olabilir.
ı) Yeni doğan çocukların kırkının çıkması inancı.
i) Ölmüş kimselerin kırkının çıkması inancı.[83]
j) Gece sakız çiğnenirse ölü etinin çiğneneceği inancı.
k) Gece ıslık çalınırsa şeytanların çalan kişinin başına toplanacağı inancı.
l) Uluyan köpeğin cinleri, şeytanları gördüğü için uluduğu inancı. (Şamanist ayinlerde köpekler uluyarak gelen ruhu haber ederlerdi.)
m) Akşam tırnak kesilmez inancı.
n) Kulak çınladığında birinin kulağı çınlayan kişiyi andığı inancı.
o) Avucunun içinin kaşınması elinden para çıkacağı inancı.
ö) Yatan bir kişinin üzerinden atlanılmayacağı, atlanırsa, üstünden atlanılan kişinin boyunun kısalacağı inancı.
p) Güneş ve ay tutulması olduğunda bunun kötü güçler; cinler, şeytanlar tarafından tutulduğu inancı.
r) Nazar boncuğu, üzerlik, muska İnancı.
s) Kötü şeylerden korunmak için hayvan kuru kafası, küçük kaplumbağa kurusu asma.
Geçmişte çocukların bir nevi oyun gibi yağmur hafiften çiselerken ellerine iki taş alıp birbirine vurarak “tarlada çamur, teknede hamur, ver Allah’ım yağmur” diyerek daha fazla yağmur yağdırmaya çalışmaları eski Türk inançlarında yağmur yağdırma taşı olarak kullanılan “Yada taşı” ile bağlantılı olabilir. Eski Türkler arasında yağmur tılsımları, yağmur çağırma motifleri yaygındır. Yada taşı veya yeşim taşı denilen taşla yağmur yağdırılmaya çalışılır. İslamiyet ile birlikte Şamanizm ve eski Türk mitolojileriyle bağlantılı bu inanç başka bir kuvvetten yardım istendiği için şirk kabul edilmiş, zamanla terk edilmiş ve çocuklar arasında taşları birbirine vurarak Allah’tan yağmur isteme oyununa dönmüş olabilir.
3- BAZI AĞIZ KELİMELER:[84]
Aşağıda verilen kelimelerde sesletimi yapılırken uzatılan kelimelerin üzerine şapka “^” işareti; alfabemizde mevcut olmayan ağız açık, geniz kapalı olarak çıkartılan “n-g” karışımı ses için ise“ŋ” simgesi kullanılmıştır.
Ağız: Doğum yapmış hayvanın ilk dönem sütü.
Ahraz: Dilsiz; sağır ve dilsiz.
Aŋ: Tarla sınırı.
Arakçın: Eski düğünlerde duvak yapımında kullanılan ve gelinin başına takılan (ortası ince silindire benzer) yüksek başlık.
Atkı: Saman atmakta kullanılan büyük ahşap dirgen.
Bellik: İşaret.
Beribeter: Çok beter, fena.
Bêzirme: Bazlama.
Bişi: Özel aylarda, bayramlarda, ölüm sonrasında hamurun yağda pişirilmesiyle yapılan ve dağıtılan yağlı ekmek.
Bişirgeç: Sac üzerindeki yufkayı çevirmekte kullanılan, kılıç şeklindeki düz, ince tahta araç.
Boğasak: Büyükbaş hayvanın (ineğin) çiftleşme dönemine girmesi ve bu döneme yönelik bazı işaretler sergilemesi.
Boğcalamak: Birisine boğacak şekilde davranma, hırpalama, oynama.
Bödek: Havuç.
Börtme: Tam pişmeyip hafifçe kızarma, alasulu kalma; ellerin, yüzün veya bitkinin soğuktan yanması.
Börttürmek: Tam pişirmeyip hafifçe kızartmak, ala sulu bırakmak.
Böyet: Suyun önü kesilerek oluşturulmuş havuz, gölet.
Burgmak: Ağrımak, sancımak. (örn.: Karnım burgdu.); bürkmek.
Buymak: Donmak.
Cay: Naz, eda.
Cıdırık: Çok az, azıcık.
Cılga: İnce, dar yol.
Cıvdırma: Coşma; sevinçten delirecek gibi olma, havalara uçma; ağaçlarda hızlı boy atması.
Çevirgeç: Sac üzerindeki yufkayı çevirmekte kullanılan, kılıç şeklindeki düz, ince tahta araç.
Çığırma: Çağırma.
Çıkla: Katıksız, sade.
Daklaşmak: Takışmak, inatlaşmak.
Dalamak: Isırmak. (Köpek, ısırgan, diken gibi şeyler için kullanılabilir.)
Darıkmak: Nefesi kesilmek.
Deşirmek: Devşirmek, toplamak.
Didek: Gaga.
Diğrek: Dik; diri; dinç.
Diğrelmek: Doğrulmak.
Dirgen: Saman veya ot almak için kullanılan çoklu demir çatal.
Dorum: Fidan olmaktan çıkmış, fakat gelişmesini tam tamamlamamış genç çam ağacı.
Dörtmek: Ekmeğe yoğurt, reçel, yağ gibi şeyler sürmek.
Döven: Çeşitli kabuklu bitkileri tanelerinden ayırmak için kullanılan, düz tahta şeklinde olan ve altında çok sayıda kesici taş olan tarım aleti.
Dutcak, Dutacak: Sıcak tava, tencere gibi şeyleri tutmakta kullanılan bez, tutamaç.
Düğü: İnce bulgur.
Dünek: Tünek; kümes.
Dürge: Dürülmüş belli sayıdaki yufka ekmeği.
Dürme: İçine katık konularak sarılmış yufka ekmeği.
Ebinme: Kendini taşıtmak için başkasının sırtına sarılma, binme.
Ebişme: Çocuğun sırta alınması veya sırtta taşınması; kendini taşıtmak için sırta sarılma, binme.
Edik: Patik.
Eğirme: Kendi etrafında çevirme, burma. (Örn.: Yün eğirme, gibi.)
Eğirmeç: Yünü bükerek ip haline getirmekte kullanılan alet; kirmen.
Elcek: Eldiven.
Embel değneği: Baston.
Emenmek: Çok fazla emek vermek, çalışmak; özenmek, imrenmek.
Emsiz: Çalışmayı sevmeyen (emeksiz), uyuşuk, tembel.
Ênel, Eğnel: Tarlada çalışan işçilerin düzenli bir sıraya girdikten sonra her bir işçinin karşı hizasındaki yer veya çizgi sırası.
Eringen, Eringeç, Erincek: Üşengeç, tembel.
Evmek: Acele etmek.
Evselemek: El yordamıyla yoklamak.
Evtikleme, Eftiklemek: Telaşlanmak, acele etmek; azıcık korkmak, heyecanlanmak, heyecandan kıvranmak, panikleme.
Evzinmek: Oyalanmak.
Fırtma: Herhangi bir şeyin yerinden oynaması, çıkması; kurtulma; kaçma.
Fıymak: Kaçmak.
Finnarı: Ulaşılması zor olan en uzak yer.
Gaklamak: Kurutmak için meyveyi çizmek, dilimlemek. (Örn.: Erik gaklamak, elma gaklamak gibi.)
Gaksımak: Bulgur tarzı bir yemeğin bozulma hâli.
Galak: Şapka siperliği.
Galgımak: Hoplamak, zıplamak; oynamak.
Ganere gibi: Hızlı, doymak bilmez bir şekilde yiyecek tüketme; hızlı ve iştahlı çalışma, hareket sergileme.
Garık: Yarık açılmış bir şey; suyu aktarmada kullanılan küçük su kanalı; bitkileri sulamak için yapılmış toprak suyolu.
Garıklama: Bitkiler için suyolu açma, toprağa yarık açma işlemi; yarıklama.
Gasalak: Kasılan, övünen, reklam yapan kişi.
Gavete: Domates.
Gavut: Ezilmiş haşhaş.
Geyrek: Kasık.
Gırçma: Sapı uzun kalacak şekilde biçme, kırçma; dipten kesmeme.
Gırıntı: Çam ağaçlarının kurumuş, kırılmış dalları; yakacak için alınmış çam ağacının ince dalları; kurutulmuş yufka ekmeği; dökülmüş ekmek parçaları.
Gıynaştırmak: Kapı veya pencereyi az açmak, aralamak.
Goru, Goruluk: Kümeli şekilde olan çam ormanı.
Gödek, Güdük: Kısa boylu.
Göğerçile: Küf.
Göğerme: Sebze ve meyvelerin yeşillenmesi, yeşermesi; vücudun bir yerinin morarması; ortalığın aydınlanması; küflenme.
Göğerti: Yeşillik, yeşerti.
Gölle: Kaynatılmış buğday.
Gömbe: Fırında yapılan yağlı, haşhaşlı kalın ekmek.
Göreslemek, Göresi gelmek: Göreceği gelmek, özlemek.
Göv: Gökyüzü.
Gövelek: Kelebek.
Gubarma: Herhangi bir şeyin kabarması, şişmesi; başarı, zenginlik, gurur gibi şeylerden dolayı kasılma; böbürlenme.
Guburlanmak: Kasılmak, böbürlenmek, havalanmak, hava atmak.
Gubuz: Kibirli, inatçı, uyuz gibi anlamlar içeren bir kelime.
Gurka yatmak: Kuluçkaya yatmak.
Gurna: Kurna.
Gursak: Kanatlı hayvan midesi.
Güvê: Damat, güvei.
Halberi: Nispeten, orta halli.
Haney: Evlerde alt katta bulunan geniş alan.
Hapas: Avuç dolusu.
Hersiz: Hırslı, kıskanç, fesat, doymak bilmeyen.
Honça: Oğlan evinden kız evine giden nişan hediyesi.
Horata: Şaka, takılma.
Hönkürmek: Şiddetli bir şekilde burun temizleme.
Hulku daralma: Ruhu daralma, içine sıkıntı basma.
Iğraşma: Kıpırdaşma, hareketlenme, kıprama.
Iğratmak: Hareket ettirmek.
Iğşalamak, Işalamak: Sallamak, silkmek.
Ikılama: Güç bir işi zorlanarak yaparken çıkan ses, ıhlama.
Imık: Ilık.
İlenç: Beddua.
İlime: Yapılan bir şeyin içe sinmesi.
Keşik: Sıra.
Kösülmek: İki büklüm olmak, uzanmak.
Mazarat: Zararlı, yaramaz.
Met, Çelik çomak: Küçük boy kazık ve büyük sopa ile oynanan bir tür oyun.
Okuma: (Düğüne) sözlü davet, çağrı. (Örn.: Düğüne okuma: Düğüne davet etme.)
Okuntular: Düğüne davetliler.
Okuycu, Okuyucu: Düğüne davet eden kişi, çağrıcı.
Omaç aşı, Oğmaç aşı: Un çorbası.
Oŋma: Rahata kavuşma; şifa bulma; yarama.
Oŋmasın!: Huzur bulmasın, şifa bulmasın, yaramasın anlamında bir ilenç.
Oşamak, Oğşamak: Düğünün müzikli özel bir bölümü. (Örn.: Gelin oşamak, güvê oşamak tabiri mevcut.)
Öŋmek: Gözetlemek, pusuya düşürmeye çalışmak.
Öseme: Özleme.
Ösüz: Öksüz.
Övendire: Çift hayvanlarını yürütmek için kullanılan ucu çivili uzun değnek.
Pelit: Meşe ağacı; meşe tohumu, meyvesi.
Sal: Üstü açık şekilde olan tabut.
Sası: Tatsız, yavan; sözünü bilmeyen, densiz.
Seki: Merdiven.
Selek: Paylaşımcı, eli bol; sepet.
Senit: Ekmek yapımında kullanılan büyük, düz tahta.
Sêrik: Kurtçuk.
Sêriklenme, Sêrik atma: Kurtlanma.
Seyitmek: Koşmak.
Sıcmaş, Sıcmaç: Suda haşlanarak pişirilmiş yeşil (taze) fasulye.
Sıdırmak: Sıyırmak.
Sıkırdım: Baskı, sıkıştırma.
Sıktırnaç: Çamaşır mandalı.
Söbü: Yumurta gibi, oval.
Su sıyırtmak: Arktan geçen suyun düzgün akmasını sağlamak için engelleri gidermek.
Suyutkun: İyice su çekmiş, nemlenmiş ağaç ya da dal parçası.
Sümeyine konuşmak: Boş, bilgisiz konuşmak.
Sürgü: Tarlalarda düzleştirme ve kesekleri kırma için kullanılan “T” şeklindeki kalın kütük, tarım aleti; ilkel kapı kilidi.
Sürüşme: Karşılıklı uğraşma, çekişme, itişme.
Sürüşünü sürme: Kinini gütme, çekişmesini sürdürme.
Süzek, süzgeç: Süzme işinde kullanılan araç.
Şahbaz: Çalışkan.
Şebit ekmek: Yufka.
Şıpdüştü: Kapı mandalı.
Şirnemek: Şımarmak, yaramazlık etmek.
Tat: Dilsiz.
Te’lemek: Korumak, sakınmak; hafifçe yapılan dikiş.
Tengerlek: Yuvarlak.
Tezikmek: Koşmak.
Tıstık: Burnu tıkalı konuşan.
Tızıkmak: Koşmak.
Tokuç: Elbiseyi vurarak yıkamakta kullanılan saplı tahta.
Tor: Havlu.
Tömüs: Tümsek.
Tülek, Toy: Gençliğinden dolayı tecrübesiz, acemi.
Tülermek: Tüylenme, kabuklaşma.
Usugmak: Aklını başına almak; sakinleşmek.
Utlu olmak: Yaptığı bir şeyden dolayı suçluluk duymak, utanmak, sıkılmak.
Uvunma: Uğunma; acıdan, ağrıdan sesin kesilmesi, kaskatı kalma durumu.
Üleşmek: Paylaşmak, bölüşmek.
Üleştirmek: Bölüştürmek, paylaştırmak.
Ülüg: Boğaz. (Canlı ve nesne için kullanılabilir.)
Ümüg: Boğaz. (Canlı ve nesne için kullanılabilir.)
Ütmek: Çarpmak, kandırmak, dolandırmak; kumarda kazanma; tüyleri yakma.
Üzerlik: Tepesi üçgen şeklinde olan ve üçgenin alt kısmında ise ipe geçirilmiş çok sayıda bitki tohumu, hayvan kabukları, boncuklar olan ve nazara, kötü şeylere karşı koruyacağına inanılan şey.
Yaba: Harman yapımında kullanılan, tahtadan yapılmış, çoklu çatal.
Yağır gibi: Bu benzetme ile yağlı kir kastedilmektedir.
Yalabık: Cilalı, parlak, düzgün. (Kişi, hayvan veya nesne için kullanılabilir.)
Yalaz olmak: Evsafını kaybetmek, aşınmak.
Yampiri: Yan yan yürüyüş. ( Örn.: Yampiri yumpiri yürümek.)
Yansalamak: Sözü yineleyerek alay etmek, taklit etmek.
Yarma: İri yarılmış ağaç, odun.
Yavuklu: Nişanlı, sözlü, sevgili.
Yuvak: Toprak damların üstündeki toprakları sıkıştırmakta kullanılan silindir şeklindeki taş.
Yuvalak: Bulgur ve kıyma ile yapılan, yuvarlak şekli olan, sulu köfte.
Zâre: Tahıl.
Zınarmak: Karşı çıkmak.
“1507 tarihli mufassal defterine göre, Beyşehir Sancağı ve köylerine Mut, Ermenek, Manavgat ve Alanya kentlerinden kimi ailelerin göç ettikleri tespit edilmiştir.”[85] Ayrıca Mersin, Alanya, Teke gibi konargöçerlerin yoğun yaşadığı cemaatler yaylak veya yaylak yolu olması nedeniyle Beyşehir Sancağı sık kullandıkları bir yerdi.[86] Deştiğin’de kullanılan ağız kelimelerin Derleme Sözlüğü’nde olup olmadığına bakarken aynı anlamda kullanılan ağız kelimelerin derlendiği yerler arasında Bor, Mut, Silifke, Ermenek, Yalvaç, Eğridir, Anamur, Şarkikaraağaç, Manavgat, Mersin, Isparta, Niğde, Karaman, Afyon en çok dikkatimi çeken yerler oldu. Sonrasında azalarak da olsa Denizli, Çivril, Çal, Acıpayam, Nazilli, Fethiye, Milas, Bodrum sayılabilir. Ankara, Antalya, Balıkesir, Kütahya, Bolu, Eskişehir, Sivas, Tokat, Amasya ve Manisa’nın bazı ilçeleri de kısmen dikkatimi çekti. Az da olsa Merzifon, Mudurnu, Ayaş, Kozan, Kadirli, Kandıra, Sivrihisar, Divriği, Pınarbaşı, Ağın, Ünye, Fatsa, Alanya gibi yerler de dikkatimi çeken yerler arasındaydı. Bu yerlerin yüzeysel bir bakışla görülen yerler olduğunu belirtmem gerekir. Beyşehir Sancağı ve köylerine göçtüğü söylenen kimi ailelerin geldikleri yerler ile en başta yoğun bir şekilde gözüme çarpan yerler arasındaki benzerliğe özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Buradaki ortak kelimeler Beyşehir Sancağına ve ona bağlı köylere göçtüğü söylenen ailelerin ağız kelimelerdeki izlerini ve akrabalık ilişkisini gösteriyor olabilir. Bahsi geçen yerlerin aynı zamanda Türklerin göç yolları üzerinde olduğunu hatırlamak gerekir.
Deştiğin (Taş-tiğin)’e ait ağız kelimelerin ve diğer yerlerde derlenen anlamı aynı olan ağız kelimelerle ne miktarda benzerlik gösterdiğini öğrenmek üzere ayrıca detaylı bir çalışma yapılabilir. Böyle bir çalışmanın doğruluğunu etkileyebilecek en önemli sorun Derleme Sözlüğü’ndeki ağız kelimelerin ne kadar titizlikle derlendiği ile ilgilidir. Yine de kelimeler üzerinden yapılacak araştırmalar şüphesiz ki bizlere çok değerli bilgiler verecektir.
SONSÖZ
TDK’nın yapmış olduğu on iki ciltlik bir derleme sözlüğü mevcuttur; fakat tüm kelimelerin derlenmiş olduğu söylenemez. Bu nedenle, kitle iletişim araçları vasıtasıyla insanların ortak kelime kullanımına ve telaffuzuna hızla geçtiği günümüzde ağız kelimeler kaybolmadan tamamının derlenmesi gerekmektedir. Dilin daha da fazla ortaklaşması şüphesiz ki faydalıdır ve gereklidir; fakat ağız kelimeler tam derlenmez ve bu kelimeler derlenmeden kaybolup giderse bizler için çok büyük kayıp olur.
Bu yazıda, örnek vermek amacıyla, Deştiğin / Taş-tiğin’e ait sınırlı sayıda ağız kelimeye yer verilmiştir. Burada aktarılan veya aktarılmayan bazı kelimelerin veya anlamlarının Türk Dil Kurumu’na ait olan Derleme Sözlüğü’nde kayıtlı olmadığını belirtelim. Bu çalışma küçük bir yerel çalışma olduğu için ağız kelimelerde olduğu gibi sınırlı sayıda âdete, inanca yer verildiğini de bir kez daha hatırlatalım.
Dile, kültüre önem verenlere tavsiyem şu: En azından kendi çabalarınız ve imkânlarınız ile tüm ağız kelimelerinizi, âdetlerinizi, inançlarınızı, deyimlerinizi, atasözlerinizi, hikâyelerinizi, akrabalık isimlerinizi, yemeklerinizi, motiflerinizi, damgalarınızı, kıyafetlerinizi, yer adlarınızı toplayın ve bunlar kaybolmadan kayıt atına alın. Bu tür varlıklar, bugün olmazsa ilerde, farklı alanlarda işlenebilecek kıymetli bilgilerdir; bunların yok olmaması dilimiz, kültürümüz ve tarihimiz açısından çok önemlidir.
Kısa incelememizde görüldüğü üzere, birçok yerleşim yerimiz gibi, Deştiğin / Taş-tiğin de tarihî, kültürü, âdetleri ve inançları bakımından incelenmeye muhtaç bir yerleşim yerimizdir. Son cümle olarak şunu söyleyebiliriz; yöre halkının yerleşim yerinin ismi ile ilgili baştaki anlatımlarından da anlaşılacağı üzere, yöre halkı, yerleşim yerinin isminin aslının “Taş-tiğin” olduğunu bilmemektedir.
DİPNOTLAR:
[1] Bahsedilen Şeyh Habip Cami’nin ismi beldede bu isimle bilinmemektedir. Eski cami gibi sıfatlandırılarak anılmaktadır. Türk Tarih Kurumu Yayınları’nın Türk Kültür Varlıkları Envanteri kitabında bu caminin ismi Ulu Cami olarak geçmektedir. (Y.N.) (Kaynak için 3. dipnota bakınız.)
[2] tr.wikipedia.org/wiki/De%C5%9Fti%C4%9Fin,_Do%C4%9Fanhisar E.T. 01.02.2015
[3] Haşim Karpuz, Türk Kültür Varlıkları Envanteri 42, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Cilt III, Ankara, 2009, s.1733
[4] Ali Akgündüz, www.doganhisar.org/tarih4.htm E.T. 01.02.2015
[5] Belde de günümüzde “Tekke Odası” olarak bilinen bir yerin olduğunu belirtelim. (Y.N.)
[6] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.234 (Y.N.)
[7] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.148 (Y.N.)
[8] Ali Akgündüz, www.doganhisar.org/tarih5.htm E.T. 01.02.2015
[9] Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.157, 291, 381
[10] Bkz. M. Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.349
[11] Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.291
[12] M. Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.39
[13] Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 2, s.1183
[14] T.D.K. Derleme Sözlüğü, Cilt IV, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.1437
[15] Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Asiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 31. baskı, 2015, s.204
[16] T.D.K. Derleme Sözlüğü, Cilt IV, s.1437
[17] Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 2, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2007, s.1183
[18] T.D.K. Derleme Sözlüğü, Cilt IV, s.1437
[19] T.D.K. Derleme Sözlüğü, Cilt X, s.3898
[20] Yazıtlarda kelimenin geçtiği yerleri görmek için bkz. Talât Tekin, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2010, s.171; Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2011, s.858
[21] Bkz. Kâşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t Türk, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005, s.538
[22] Yazıtlarda kelimenin geçtiği yerleri görmek için bkz. Talât Tekin, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2010, s.174; Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2011, s.863
[23] Bkz. Kâşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t Türk, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005, s.546
[24] Bkz. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları I, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı, İstanbul, 1999, s.38
[25] Orhan Güdül Kutalmış, ebitik.azerblog.com/anbar/670.pdf , s.248, E.T. 01.02.2015
[26] Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 5, s.4682
[27] Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 5, s.4823
[28] Bkz. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları II, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı, İstanbul, 1999, s.524, 863
[29] Emine Çaykara, Tarihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5. baskı, 2006, s.176, 177
[30] Bahsi geçen isimle benzerlik gösteren Konya’da da Karadiğin Deresi Köyü var. Ayrıca 1530 tarihli Bey-Şehri Livâsı haritasında da göl kenarında Kara-Diğin isminde bir yerleşim yeri var (Bu yerleşim yeri 1584 tarihli haritada ismi Karadekin olarak geçmiş ve son olarak ismi Karadiken olarak gözüküyor). Bu isimlerin bahsedilen Kara-Tigin ile bir ilişkisi var mı, bunu da konuyla ilgilenenlerin dikkatine sunuyorum. Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir başka husus da yer isimlerin nasıl değişimler geçirdikleridir.
[31] Bkz. Ahmet Özkılınç ve ark., 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1996, s.80; Ahmet Özkılınç ve ark., www.devletarsivleri.gov.tr/icerik/3071/osmanli-arsivi-daire-baskanligi-yayinlari/
[32] Bkz. Ahmet Özkılınç ve ark., 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1996, s.78; Ahmet Özkılınç ve ark., www.devletarsivleri.gov.tr/icerik/3071/osmanli-arsivi-daire-baskanligi-yayinlari/
[33] Bkz. Ahmet Özkılınç ve ark., 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1996, s.139; Ahmet Özkılınç ve ark., www.devletarsivleri.gov.tr/icerik/3071/osmanli-arsivi-daire-baskanligi-yayinlari/
[34] Bkz. M. Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.349
[35] Bkz. M. Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.366
[36] Bkz. Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.123; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[37] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.366
[38] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.73; Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.134, 166; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[39] Bkz. Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.166; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[40] Aralarında bir ilişki var mı, Taştiğin/Daştiğin isminin halk ağzında bozulmuş şekli midir, bilmiyorum; ama Muğla iline, Yatağan ilçesine bağlı “Deştin” isminde bir köy var. Bu isme tesadüfen rastladım. Benzeyen isimler üzerinden özel olarak bir araştırma yapılabilir. Taştiğin/Daştiğin isminin bozulmuş şekli midir, yerleşim yerleri arasında bir ilişki var mıdır, öğrenilebilir.
[41] Arap harfleri Türkçe kelimeyi tereddütsüz bir şekilde, tam olarak, yazıp okumaya uygun değildir. Bu eksiklik Osmanlıda merkez ile taşra arasında çeşitli karışıklıklara neden olmuştur. Bu nedenle Osmanlının son dönemlerinde de bu konuda çeşitli arayışlara girişilmiştir. Bu konuda Enver Paşa, “huruf-i munfasıla”, Enverî harfler diye bilinen bir girişimde bulunmuştur. Arap harfleri Türkçenin ses yapısına uygun olmamasına ve Türkçedeki sesli kelimeleri tam tereddütsüz bir şekilde aktaramamasına rağmen, konuyu bilmeden veya konuyu dinle ilişkilendirip, dini saiklerle Arap harfleri savunuculuğu, seviciliği yapanlara da buradan bir bilgi vermiş olalım.
[42] Sevan Nişanyan, www.nisanyanmap.com/?=&y=de%C5%9Fti%C4%9Fin&t=&lv=1&u=1&ua=0 E.T. 01.02.2015
[43] 20 ve 21 numaralı dipnotta verilen kaynaklara bkz.
[44] Yasemin Altaylı, Alpertunga Altaylı, Azerbaycan-Türkiye Türkçesi Ortak Kelimeler Sözlüğü, Tiydem Yayıncılık, Ankara, 2009, s.71
[45] Dilimizde bir kelimenin birinci hecesinde kalın bir ünlü (a, ı, o, u) bulunuyorsa, diğer ünlüler de kalın; ince bir ünlü (e, i, ö, ü) bulunuyorsa diğer hecelerdeki ünlüler de ince olur. Bakınız; İmlâ Klavuzu, TDK Yayınları, Ankara, 2000, s.10
[46] Ötüken Türkçe Sözlük, Cilt 5, s.4698
[47] Bkz. Ahmet Özkılınç ve ark., 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 1996, s.78; Ahmet Özkılınç ve ark., www.devletarsivleri.gov.tr/icerik/3071/osmanli-arsivi-daire-baskanligi-yayinlari/
[48] Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.124; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[49] Bkz. Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.137; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[50] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.77
[51] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.413
[52] Yrd.Doç. Mehmet Salih Erpolat’ın “XVI. Yüzyıldan XX. Yüzyıla Kocaeli’ndeki Yer Adlarında Meydana Gelen Değişmeler” makalesine bilgi ağı (internet) üzerinden ulaşabilirsiniz.
[53] Bkz. Erk Yurtsever, Türkçe Adlar Derlemesi, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı, İstanbul, 1997, s.21, 71
[54] Orhan Güdül Kutalmış, ebitik.azerblog.com/anbar/670.pdf , s.247, E.T. 01.02.2015
[55] Bkz. Faruk Sümer, Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları - II, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1999, s.511, 516, 524
[56] Bkz. M. Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.73
[57] Bkz. Belgeler, Cilt XIII, Sayı 17, Mehmet Akif Erdoğru, Beyşehir Sancağı İcmal Defteri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı, Ankara, 1993, s.123; Mehmet Akif Erdoğru, www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/dergi/belgeler-cilt-xiii-sayi-17-yil-1988/
[58] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.221
[59] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 366
[60] Şaman (tam Türkçe karşılığı, Kam), genel olarak ruhlarla uğraşan bir şifacıdır. Türklerin eski dininin Şamanizm olarak tanımlanması Batılı bilim insanlarınca yapılmıştır. Buna karşı Türklerin dininin “Gök Tanrı” inancı olduğu ileri sürülmektedir ve bu konu literatürde tartışılmaktadır. Konu ile ilgili bkz. Saadettin Gömeç, Şamanizm ve Eski Türklerin Dini, Berikan Yayınevi, Ankara, 2011; Ünver Günay, Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Berikan Yayınevi, Kayseri, 2015
[61] Mustafa Aça, Trabzon-Şalpazarı Çepnileri ile Çuvaş Türklerinin Doğum Sonrası Etrafındaki İnanış ve Uygulamaları Üzerine Bir Karşılaştırma Denemesi, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 2008, S.: 1; Kış, s.: 21-34’den Rezan Karakaş, Diyarbakır’da Bebeğin İlkleri Hedik, Köstek Kesme Törenleri ve Çocuklara Yönelik Halk Hekimliği Uygulamaları, turkoloji.cu.edu.tr/pdf/rezan_karakas_diyarbakir_halk_hekimligi_uygulamalari.pdf E.T. 31.01.2015
[62] Bu ve diğer benzerlik gösteren âdetler için bakınız; D. Ali Arslan, Ankara Türkmen Köyünde Halk İnanışları, Büyüler, Kargışlar, Yakarışlar: Kavaközü Derlemesi, Akademik Bakış / Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, ISSN:1694-528X, Sayı 10, Eylül 2006, www.akademikbakis.org/eskisite/pdfs/10/kavakozu.pdf E.T. 04.02.2015
[63] tr.wikipedia.org/wiki/A%C4%9Fa%C3%A7_inanc%C4%B1 E.T. 04.02.2015
[64] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 5. Baskı, Ankara, 2014, s.607
[65] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1987, s.18’den Ramazan Işık, Türklerde Ağaçlarla İlgili İnanışlar ve Bunlara Ait Kültler, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 9:2, 2004, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[66] Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi I, Ankara, 1971, s.88’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[67] Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi I, Ankara, 1971, s.89’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[68] Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi I, Ankara, 2010, s.90-91’den Gözde Sazak, Türk Sembolleri, İstanbul, 2014, s.113
[69] A. Kadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm (Materyaller ve Malzemeler), Ankara, 1986, s.64’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[70] A. Yaşar Ocak, Bektaşî Menakıpnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul, 1983, s.86-87’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[71] Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi I, Ankara, 1971, s.93’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[72] A. Yaşar Ocak, Bektaşî Menakıpnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul, 1983, s.88’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[73] Deştiğin’de mezarlıklarda mezarlığın baş ve ayak kısmına ağaç dikilmesi, özellikle de selvi ağacı dikilmesi kültürü devam etmektedir.
[74] Ayten Altınbaş, Eski Türk Kültüründe Hayat Ağacı ve Ölümsüzlük Otu, Türk Dünyası Araştırmalar Dergisi, S-51, İstanbul, Aralık 1987, s.143,144’den Ramazan Işık, s.89-106’dan portal.firat.edu.tr/Disaridan/_TEMP/278/file/2004-2/RAMAZAN%20ISIK%20TRKLERDE%20AACLA%20LGL.pdf , E.T. 04.02.2015
[75] Bu konuda bakınız, Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006, s.48, 84 v.d.; s.271 v.d. Ayrıca bu konuda Yahudilik’teki ve İslâmiyet’teki kaynaklarda geçen cennetteki ağacın yasak meyvesi; İbni Tüfeyl-İbni Sînâ’nın Hayy İbn Yakzan’ı; Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gazi’nin rüyasındaki ulu çınar hatırlanabilir. Türklerde çeşitli ağaçlar kutsal kabul edilmektedir.
[76] Bu inanç toplumun kendi eski inançlarından kaynaklı olabileceği gibi Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken göç yolları üzerindeki başka inançların etkilerinden kaynaklı da olabilir. Bu veri aynı zamanda gelinen kaynağı ve geçiş yollarını da gösterebilecek ipuçları verebilir.
[77] Bu konuda bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 5. Baskı, Ankara, 2014, s.656-58.
[78] Bu konuda bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, II. Cilt, 5. Baskı, Ankara, 2014, s.657
[79] www.turkcebilgi.com/alkar%C4%B1s%C4%B1#bilgi , (Not: Site, bu bilgileri Çukurova Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nden almıştır.) E.T. 04.02.2015
[80] Bu konuda bkz., Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006, s.69
[81] Bu konuda bkz., Fuzuli Bayat, a.g.e., s.239.
[82] Bu konuda bkz., Fuzuli Bayat, a.g.e., s.69; ayrıca bk. s.57-72
[83] Bu konuda bkz., Fuzuli Bayat, a.g.e., s.144, 145, 146, 228
[84] Ağız kelimelerin hazırlanması esnasında ayrıca şu kaynaklardan istifade edilmiştir: T.D.K Derleme Sözlüğü I-XII, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1993; Kâşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t-Türk, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005; Saim Sakaoğlu, Konya Ağzı Üzerine Araştırmalar, Kömen Yayınları, Konya, 2012; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük 1-5, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2007; İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük 1-3, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2005
[85] Ramazan Ceylan, www.baslamis.net/?pnum=9&pt=TAR%C4%B0H%C4%B0M%C4%B0Z ; Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.148
[86] Bkz. Mehmet Akif Erdoğru, Osmanlı Yönetiminde Beyşehir Sancağı (1522-1584), IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.152, 153
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.