- 1218 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hermann Hesse: Kurt
Fransa’nın dağları daha önce hiç bu denli korkunç ve uzun bir kış görmemişti. Hava haftalardır açık, kuru ve soğuk duraklıyordu. Mat beyaz kar tarlaları, gündüzleri göz kamaştıran bir mavi gökyüzü altında, uçsuz bucaksız uzanıyorlardı, geceleri Ay berrak ve ufak geçiyordu üzerlerinden, somurtkan sarı parıldayarak kırağı geçen Ay’ın güçlü ışığı karın üzerinde donuyor ve ayazın ta kendisi gibi görünüyordu. İnsanlar yolculuk yapmaktan ve tepelerin adını dahi anmaktan kaçınıyorlardı; eylemsiz ve söylenerek pinekledikleri kırmızı pencereli köy evleri geceleri mavi Ay ışığının altında dumanlı, üzgün ve sönmek üzere görünüyordu.
Çevredeki hayvanlar için zor bir dönemdi. Ufak olanlar topluca donuyor, cılız cesetler atmacalara ve kurtlara yem oluyordular. Fakat ayazın ve açlığın korkunç ızdırabını onlar da yaşıyordu. Az sayıda kurt sürüsü vardı orada yaşayan, ve bu zaruret onların birliğini daha güçlü kılıyordu. Ara ara tek tük görünüyordu karın üzerinde süzülürken, çelimsiz, aç ve tetikte, sessiz sedasız ve bir hayalet gibi çekingen. İnce gölgesi kayıyordu yanından karlı alanda. Hissederek uzattı burnunun ucunu rüzgâra doğru ve o esnada kupkuru, acı bir uluyuş duyuldu. Akşam olunca tam sayı dolaşıyorlardı boğuk boğuk uluyarak köylerin etrafında. Orada büyükbaş ve kümes hayvanları özenle muhafaza edilmekteydi, sıkıca kapatılmış pencerelerin arkasına filintalar dayalıydı. Kimi zaman ufak tefek av düşürebiliyorlardı, bir köpek belki, ve sürünün iki bireyi vurulmuştu üstelik. Ayaz hâlâ etkisini sürdürmekteydi. Kurtlar çoğu zaman sessiz ve üst üste, birbirinden ısınarak yatıyorlar ve huzursuzluk içinde kulak kabartıyorlardı ölü ıssızlığa, ta ki içlerinden biri açlığın verdiği eziyetin işkencesiyle bir anda ürküten bir kükreme ile ayaklanana dek. Sonra diğerleri burunlarını ona doğru yöneltiler, titreyerek korkunç, tehditkâr ve şikayetçi bir uluma koptu. Nihayet sürünün küçük bir bölümü yola çıkmaya azmetti. Günün erken vakti mağaralarını terkettiler, toparlanıp koklaşarak taşkın ve korkuyla çıktılar donuk duran havaya. Sonra hızlıca tekdüzen tırıs tırıs kayboldular. Geride kalanlar genişlemiş cam gibi gözlerle bakıyorlardı arkalarından, bir kaç adım gidip, kararsız ve biçare kaldılar ve yavaşça boş mağaraya geri döndüler. Öğle olmadan yolunu ayırdı yolculukta olanlar. Üçü İsviçre’nin Jura dağlarının doğusuna doğru ilerlerken, diğerleri Güney’e doğru devam ettiler. Üçü de güzel ve güçlü hayvanlardı, fakat korkunç şekilde zayıflamışlardı. İçeri çekilmiş beyaz karınları bir kayış gibi inceydi, göğüslerinde kaburgalar sefil bir görüntü sergiliyordu, üçlü, Jura’nın derinlerine kadar ilerleyebildi, ikinci gün bir koyun avladılar, üçüncü gün bir köpek ve bir tay ve çılgına dönmüş öfkeli köylüler tarafından takibe alındılar. Kasaba ve şehir bakımından zengin olan civara korku ve gerilim yayıyordu olağan dışı istilacılar. Kızaklı posta arabaları silahlandırıldı, silahsız hiç kimse bir köyden diğerine gitmiyordu. Bu yabancı çevrede, yeterince avlandıktan sonra, hem rahat hem çekingendi halleri; hiç olmadıkları kadar cüretkâr olmuşlardı ve güpegündüz bir çiftliğin ahırına girdiler. İneklerin anırmaları, ahşap bariyerin çatırdaması, toynakların tepinmesi, nefes nefese bir ısı doldurdu dar mekâna. Fakat bu defa insanlar girdi araya. Her bir kurdun başına mükafât verileceği ilan edilmiş olması çiftçilerin cesaretini ikiye katlamıştı. Ve onlardan iki tanesini öldürdüler. Birinin boğazından geçti mermi, diğeri bir balta ile öldürüldü. Üçüncüsü kaçmayı başardı ve karın üzerine yarı ölü halde yığılana dek koştu. Sürünün içinde en genç ve en güzel olanıydı, gururlu bir hayvan hem güçlü kuvvetliydi hem de kıvrak ve formda. Uzunca soluk soluğa yerde kaldı. Kırmızı daireler oluşuyordu gözünün önünde, ve ara ara ıslıklı, acı bir inleme çıkarıyordu. Fırlatılan bir balta sırtına isabet etmişti. Fakat dinlendikten sonra tekrar ayağa kalkabildi. Ne kadar uzaklaştığını henüz şimdi fark etti. Etrafında insan veya ev kalmamıştı. Hemen ötesinde karlı devasal bir dağ vardı. Chasseral dağı. Ona tırmanmamaya karar verdi. Susuzluğun verdiği azap ile yerde buzlanmış olan kar kabuğundan ufak ufak ısırıyordu. Dağın diğer tarafından hemen sonra bir köye denk geldi. Akşam üzeriydi. Sık bir çam ormanında bekliyordu. Usulca sıcak ahırların kokusunu takip ederek, pürdikkat bahçe çitlerini dolaştı. Sokakta kimseler yoktu. Çekingen ve iştahlı göz gezdirdi evlerin içlerinden. O an bir el ateş edildi. Başını yükseltti ve koşmaya yöneldi, ikinci atış sesi gelirken. Vuruldu. Beyaz karnının yan tarafı kan ile lekelendi, kan iri damlalar halinde ince ince katı damlıyordu. Buna rağmen büyük adımlarla sıçrayıp kaçarak ötedeki dağlık ormana ulaşmayı başardı. Orada bir süre kulak kabartarak bekledi ve iki yandan sesleri ve adımları duyuyordu. Korku dolu gözlerle dağdan yukarıya doğru baktı. Yalçın, ormanlıklı ve tırmanılması güçtü. Fakat başka bir seçeneği kalmamıştı. Aşağısında bir kargaşa, söylenmeler ve ışık dağa doğru uzanırken, nefes nefese dik dağın yamacına tırmanmaya başladı. Yarı karanlık çam ormanın içinden titreyerek tırmanırken yaralı kurt, yan tarafından kahverengi kan akıyordu. Hava yumuşamıştı. Batı’daki gökyüzü susamış, kar yağışı vaat etmekteydi. Nihayet bitkin halde yüksekliğe ulaştı. Mont Crosin yakınlarında kaçtığı köye tepe, hafif eğilimli, büyük karlı bir alanın üzerinde duruyordu. Açlık hissetmiyordu, fakat yaranın kasveti her yanını bir ağrı ile sarmalıyordu. Aşağı doğru sarkan çenesinden sessiz, hastalıklı bir havlama geliyor, kalbi ağır ve ağrıyarak atıyor, ve ölümün pençesi üzerine tarifi güç ağırlıkta bir yük gibi basıyordu. Yek duran iri dallı bir çam ağacı onu kendine çekti; dibine oturdu ve gözlerini gri karlı geceye sönük dondurdu. Bir yarım saat geçti. Mat kırmızı bir ışık düşüyordu karın üzerine, tuhaf ve yumuşak. Kurt inleyerek ayağa kalktı ve o güzelim başını ışığa doğru çevirdi. Güneydoğu’da yavaş, iri ve kankırmızı Ay’dı hazin gökyüzünde yükselen. Haftalardır bu denli iri ve kızıl olmamıştı. Üzgün takılmıştı ölmekte olan hayvanın gözü mat teker şekline Ay’ın, ve yine hırıldadı geceye zayıf bir uluma ıstıraplı ve tonsuz. Işıklar ve adımlar geliyordu peşi sıra. Kalın mantolara bürünmüş köylüler, Avcılar ve tüylü deri şapkalı çaylak gençler ve hantal basıyorlardı tozluklu çizmeleriyle karın üzerine. Bir yaygara koptu. Ölmek üzere olan Kurt bulundu, iki el ateş edili ve her ikiside ıskaladı. Sonra ölümle pençeleştiğini fark edip, ellerindeki sopalarla saldırdılar. Hiç birşey hissetmiyordu.
Kırılmış uzuvları ile taşıdılar onu St. İmmer’e. Gülüyor, övünüyor, içki ve kahve içeceklerine seviniyor, şarkı söylüyor ve sövüyorlardı. Ne karla kaplanmış ormanın güzelliğini, ne yaylanın parlaklığını, ne de Chasseral’ın üzerine asılı ve filintaların namlusunda, kar kristallerinde ve kurdun kırık gözlerinde kızıl Ay’ın kırılan loş ışığını fark eden vardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.