- 605 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DEVİN KARNINDAKİ UĞULTULAR
Bir masal devinin karnında uyanıyorum sabaha. Yapış yapış olmuş kirpiklerimi açmakta zorlanıyorum. Guruldamalar ve horultular arasında başlayan günün koşuşturmasına bırakıyorum kendimi.
Her sabah aynı uğultu. Kendini yitirmiş, bilinci boşalmış bir yaratığın anlam yüklenemeyen boğuk boğuk çıkan sesi...Yabanıl bir haykırışa benzeyen bu sabah uğultusu, enerjisini yitirmeden gün boyu inişli çıkışlı bir ritmle çok uluslu otomobil sektörünün son model ürünlerinden çıkan homurtulara karışıyor. Dört bir yandan menzili belirsiz kalabalıklar akıyor devin karnında;devin her hantal adımında oradan oraya savruluyor akışa kapılıp gidenler. İnsanları avuç avuç ağzına atıyor dev...Sadece insanları mı? Alt yapısız gecekondu mahalleleri, elektronik teknolojinin nimetleriyle donanmış gökdelen siteleri devin dişinin kovuğunu dolduramıyor.Kendi birikimi yetmiyor, takviye kuvvetler gibi yetişenler, Türkiye’nin dört bir yanından gelen insan kafileleri de açıkçası yetmiyor devi doyurmaya...Ekmek parasının ya da canının derdinde, umut kırıntılarıyla yerinden yurdundan olmuş insanlar devin karnında bir çırpıda öğütülüyor. ...Şarkılarda duydukları, filmlerde izledikleri efsunlu akşamlar, yıldız yağmuru altında geçirilen geceler, tül gibi hafif hayatlar, lezzet tüten sofralar, aşkla bakılan sular çok çok uzaklarda, örneğin bir rüya aleminde kalıyor;bedenlerinden süzülüp oluk oluk akan yorgunlukları devin ağdalaşmış kanına karışıyor. Demli çayın yanında çıtır simitler mis gibi kokan balık ekmekler, semt pazarlarının zenginliği, bereketi canlandırmıyor bezgin bedenleri. Rüyasız uykular, yüreği hafifleten bir gelecek vaadini de alıyor uyanan bilinçlerden...Geçmişi yağmalandığından geleceğin taze bir ekmek gibi tüten umutları kıyım kıyım kıyılıyor, belleksiz ucube bir dünyaya savrulmuş devin karanlık karnında parça parça yok oluyor.
Evvel zamanlarda güneşin altında laleler açar, yaz yağmurlarından sonra çan kulelerinden minarelere gök kuşakları uzanır, kar altındaki şehir meydanlarına derin mi derin sessizlik çöker, güzün kızıl yapraklarını akşam rüzgarları uçuşturur, mayıs geldiğinde erguvanlar havai fişekler gibi dört bir yana saçılır, mehtaplı gecelerde, Boğaz’da yakamozlar arasında dolaşılırdı. Her bir karışı kanla, aşkla yükselen yedi tepenin arasında gürül gürül sularıyla, akıntılarıyla, güneş doğarken ve batarken tutuşan muhteşem boynuzuyla denizleri birbirine bağlayan Boğaz uzanır...Masmavi sularında denizkıları gözlerinden inciler akıtarak savaşa tutuşan tanrıları seyreder, tapınaklarda pagan dinlerden semavi dinlere binbir dilde dualar okunur, binlerce yıldır koynunda büyüyen hayatları anne şefkatiyle saklayan şehre dünyanın dört bir yanından gelen bin bir gezgin güzellemeler düzmekte birbirleriyle yarışırdı...Evvel zamanlardı.
Devin keçeleşmiş saçlarını Boğaz’ın suları yıkayamıyor nice zamandır. Ağırlığıyla insanı da ağırlaştıran kokusunu dağıtamıyor poyrazlar lodoslar...Sarnıcın kapısını açıyorum, özlediğim şefkati su damlalarının sesinde bulduğumu fark ediyorum...Su damlalarından bir koza örüyorum kendime. Sarnıçta su damlalarından bir koza içinde arınıyorum. fısıltılar sızıyor...Devin karnındaki ev içlerinin, balkonların, avuç içi bahçelerin, sokakların, caddelerin uğultusu kozada çözülüyor, birbirine girmiş hayatlar, o hayatları taşıyan insanlar fısıltılarla ayrışıyor, hikayeleri hikayem oluyor. Nefes almakta zorlanan dev öksürüyor...Nefes darlığını kabullenmiş, ağır başlı bir refleksle tutuyor göğsünü...Suskunluğa gömülüyor bir an için...Bin yılları taşıyan anılarının canlanıp karanlığa gömüldüğünü duyumsuyorum. Bir an içinde olsa belleğine sevecen dilinin seslerine kavuştuğunu düşünüyorum. Bir mucize olsa, şu dev cüsseyi kucaklasam, elini yüzünü temizlesem, burnunu silsem, yaralarına berelerine pansuman yapsam, saçlarını tarasam, sarnıçlardaki efsunlu sularla kaslarının yorgunluğunu alsam...Denizden bir lodos kopup gelse, gün yeniden başlasa.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.