- 1243 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Kanıyla Kaldı Ellerim
Yağmuru umursamaz bir tavırla yürüyorum...
Bedenim, yağan yağmurla sırılsıklam olmuş, ellerim cebimde; kulaklarım, kulağımdaki kulaklığın sesine odaklanmış.
Şiirler dinliyorum, şarkıları tekrarlıyorum kendi kendime.
Şakaklarıma yağan yağmur, ince ince, tane tane...
Silmek için ellerimi cebimden çıkarmıyorum bile. Ânı yaşıyorum sadece. Ve tebessümler yağdırıyorum beni görenlere.
Yağmurun mutluluğunu, şarkı ve şiirlerin tadını çıkarıyorum oracıkta.
Dinletmek istiyorum yoldan geçenlere dinlediklerimi.
Kulaklığımı çıkarıyor, hafif bir soluklanıyorum ve bir su rica ediyorum büfeden.
Etrafı izleyerek suyumu yudumlarken anlam veremediğim bir ses duyuyorum uzaklardan.
Yarım kalan suyumun ağzını kapıyor, sese doğru canhıraş bir vaziyette koşan insanlara bakıyorum.
Yine anlam veremediğim bir ürperdi doğuyor içime, mesken edinmiş gibi çıkmıyor bir türlü.
Merakımdan insanların koştuğu yere telaşlı adımlarla ilerliyorum.
Sokağı dönüyor, kalabalık insanların alelacele sağa- sola koşuşturduklarını görüyorum.
Hâlâ ne olduğunu bilmediğim sesin merakı içindeyim.
İlerliyorum.
Çok az bir görüntü görebiliyorum insanların arasından.
Bir kaza olduğunun kanısındayım; ama hâlâ emin değilim.
İyice yaklaşıyorum olay yerine.
İnsanları yara yara geçiyorum, gördüklerime inanamıyor, donup kalıyorum:
Yerde yüzüstü yatan bir kız, bir de erkek kan revan içinde, 10-15 metre ilerde paramparça olmuş bir motosiklet...
İyiler mi diye öğrenmek için erkeği ters çeviriyorum.
"Bu, bu, bu Ömer abi!" diyorum bağırarak ve onu bırakıp yerde kan revan içinde yatan kıza; Özlem’ime, sevgilime, hayat arkadaşıma koşuyorum.
Kana bulanmış simsiyah saçları yüzünü kaplamış, o dokunmaya kıyamadığım gözlerini örtüyor.
"Özlem! Özlem! Ses ver ne olur!" diyorum bir umutla.
Başını iki avucumun içine almış, yüzündeki kanı elimdeki yarım kalan su ile silmeye çalışıyorum.
İnsanların uğultusundan hıçkırıklarımı duyamıyorum neredeyse.
"Ambulans, ambulans çağırın çabuuuuk!" demeden ambulans geliyor.
Sedyeye alıyoruz hemşirelerle beraber.
"Dikkat edin lütfen! Ona bir şey olursa yaşayamam ben" diyorum.
Kana bulanan pet şişesini ve kulaklığımı orada bırakıp ambulansta gidiyoruz.
Yolda giderken hem ağlıyor hem de daha bir saat öncesine kadar konuştuklarımızı hatırlıyorum.
"Abimle birlikte hastaneye, annemi ziyarete gidiyoruz" demişti.
Ardından "Dikkat et kendine" demiştim.
Şimdi de beraber gidiyorduk hastaneye.
O annesine değil; ben O’na gidiyordum.
Hastaneye varıyoruz; O’nu acile, beni de bir kenara alıyorlar, teselli etmeye çalışıyorlar beni.
Başımı kanlı ellerimin arasına alıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Bir doktor giriyor, bir doktor çıkıyor; kimseler, olandan-bitenden bahsetmiyor.
Saati hatırlamasam da 5 saatlik bir zaman diliminden bahsedebilirim.
Sonunda yaşlı, hafif dökülmüş kır saçlı, gözlüklü bir doktor; eldiven ve galoşu kanlı kanlı, acil kapısından çıkıyor.
Yüzünde acı bir haberin habercisi olan ifade...
"Delikanlı!" diyor.
"Üzgünüm, kurtaramadık"
Önce bir sessizlik. Sonra gülüyorum.
"Doktor bey!" diyorum.
"Daha bir saat önce konuştum, dikkat et kendine dedim. Bi baksanız, belki açmıştır gözlerini ha?"
Maalesef der gibi ellerini açan doktora bakakalıyorum.
Acile; biricik sevdiğimin yanına girmeye çalışsam da izin vermiyorlar bana.
Yıllardır gördüğüm, yanında olduğum Özlem’imi görmeyi çok görüyorlar bana.
Kırıp döküyorum sağı-solu.
Ertesi gün morga gidiyorum.
Ayaklarım titrek, benzim soğuk, saçlarım dağınık;
hatta ellerim hâlâ O’nun kurumuş kanıyla duruyor. Yıkamadım dünden beri. Kıyamadım ki!
İstemeye istemeye morga doğru adım adım yaklaşıyorum. Istemeyerek yürüyorum çünkü dayanamam, kriz geçiririm korkusu var içimde.
O’nun o kanlı suratını hatırladıkça nasıl da parçalanıyor yüreğim!
Şimdi de cansız bedenini görmeye dayanacak mı ki yüreğim?
Bütün bunları düşünürken morgun önünde buluyorum kendimi.
Kurumaya firsat vermeyen gözyaşlarım yine iş başında!
Ellerim morgun kapısına uzandıkça, akan gözyaşlarımla beraber artan hıçkırıklarım, oracıkta yankılanıyor; sanki, acılarımı ifade etmek istiyor.
İçeri giriyorum ağlaya ağlaya...
İçimi bir ürperti kaplıyor.
Özlem’e bakıp çıkacağım diyorum kendi kendime.
Çok fazla bekletmeden kapağı açıyorum ve o bakmakla hayat bulduğum suratını görünce artan hıçkırıklarımı dindirmek için kurumuş kanlı ellerimle ağzımı kapamaya çalışıyorum.
Yüzüne dokunuyorum, bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Titrek titrek çıkan sesim "Seni seviyorum" demeyi beceremiyor, hıçkırıklarla ifade ediyor.
Yıllardır karşılıklı süren sohbetimiz bugün tek taraflı oluyor.
O susmuş, konuşamıyor; sadece ben konuşuyorum:
"Özlem!" diyorum titreyen sesimle.
"Neden bıraktın beni bir başıma? Biliyorsun, sevmem ben öyle yalnız kalmayı. Korkarım, seni arar dururum. Bulamazsam bir çocuk gibi ağlar dururum. Özlem’im! Ne oldu sana gülçiçeğim?"
Yorgunum, bitkinim, bitabım."
Kapıyorum kapağını, eve; dinlenmeye, yarınki defin işleri için hazırlık yapmaya gidiyorum.
Ayaklarım görünüşte her ne kadar dinlenmeye gitse de aslında yalnızlığın dikenli kollarına doğru ilerliyor artık.
Ertesi sabahın erken saatlerinde mezarlığa gidiyoruz büyük bir kalabalıkla beraber.
İki yıl önce de Özlem’in babası için gelmiştik buraya.
Şimdi de onun için geldik.
Annesi, yengesi, teyzesi; ben ve arkadaşlarım...
Hepimizin acısı bir, gözleri yaşlı, yürekleri paramparça...
Tabutu cenaze arabasından musallaya; namaz için katıyoruz.
O’nu omuzlarımda taşırken yaşadığım acı duyguların sesi olsaydı şayet, insanlar kulaklarını tıkayacak, bana yaklaşamayacaklardı belki de.
Yaşadığım bu acı, hayatım boyunca bende kalacak ve beni yavaş yavaş, ölümün kollarına; Özlem’imin yanına götürecek.
Namazı kıldırıyor imam efendi.
"Hakkınızı helal ediyor musunuz?" diye tekrarlıyor üç defa.
"Helal olsun!" diyorum hıçkırımsı bir sesle.
Ayakta durmaya mecali olmayan bir hasta gibi dolaşır oluyorum sağda- solda.
Zorlansam da tabutu açıp Özlem’imi defnetmek için tabuta yaklaşıyorum.
Yine bir yağmur başlıyor ve alelacele defnediyoruz.
Üzerine attığım her toprak, içimden bir şeyleri alıp götürüyor.
İki gün öncesine kadar, kendi ellerimle gömeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.
Ama şimdi...
Şimdi aklımın ucundan geçmeyen şey, ellerimin ucunda, küreğe aldığım toprala gidiyor.
Hıçkırıklarımı duyanlar bana sarılıyorlar, küreği alıyorlar elimden ve onlar atıyorlar toprağı.
Atılan her toprak hayatımın son demlerini haber veriyor gibi. Gözlerimden yaşlarım değil; anılarım, yıllarım akıp gidiyor.
Parçalanmış bir yüreğim, buruk kalmış bir hayatımla kalıyorum artık.
Belki bir şakadır bütün bu olanlar diyorum ve sağıma-soluma bakıyorum; ama nafile...
Her şey olduğu gibi bütün çıplaklığıyla gözümün önünde, en dibinde:
İmam dua ediyor, birkaç kişi toprak atıyor, yakınlar bir bir ağlıyorlar.
Yerler gözyaşlarıyla, avuçlar dualarla dolu...
Gözler yaşlı, bedenler yorgun, yürekler hep kırgın...
"Allahım" diyorum. "Ne olur, bir mucize olsun. Bir mucize olsun da acı acı akan şu gözyaşlarım mutluluğa dönüşsün. Bir mucize olsun da hayatımı bitkin bir vaziyette yaşamayayım. Ne olur, bir mucize olsun da hayat denilen serüveni yenmeye çalışayım. Yine şiirler yazayım, şarkılar söyleyeyim, kulağıma takılı kulaklıkla, yağmur yağan caddeleri dolaşayım. Tebessümler kondurayım insanların suretlerine. Onlara hayatı sevdiğimi; hayatıma aşık olduğumu ifade edeyim. Yeter ki bir mucize olsun, Allahım! Şu yağan yağmur tanecikleri inerken yeryüzüne, birer mucize indirselerdi yanlarında... Neleri feda etmezdim ki? Şu, kürekle attığımız toprağı, bir fidan ekmek için atsaydık... Nelerimi vermezdim ki? "
Ben bunları düşünürken insanlar bir bir baş sağlığı diliyorlar. "Başınız sağ olsun, Allah sabr-ı cemiller versin." Allah razı olsun, der gibi başımı soluma; Özlem’imin yattığı yere çeviriyorum. Parçalanan içimi kaale almadan mezarın başına oturmak için ilerliyorum.
Varıyorum yanına ve bir avuç toprak alıyorum ellerime. Taze toprak kokusunu önce içime çekiyor sonra göğsüme bastırıyorum. "Ağla kalbim ağla" şarkısının terennümleri geliyor kulağıma. Ve alışık olmaya başladığım ağlama işine koyuluyorum yine.
"Allahım" diyorum yine. "Nasıl bir acıdır bu? Dayanılmaz, yaşanılmaz bir hayatın tam ortasında kalmışım, yaşamak istemiyorum onsuz!
Yağmur taneleri başlıyor yine inceden inceden. Doğrusu yağanın yağmur mu; yoksa gözyaşlarım mı olduğunu ayırt edemiyorum tam olarak. Sadece ağlıyorum ve tenimde bir ıslaklık olduğunu hissediyorum. Iki gün önce tertemiz olan ellerim; dün kanlı, bugün çamurlu, yarın kim bilir nasıl olacak.
Doğrusu onsuz yarınları düşünmek bile istemiyorum. Bir yarınım vardı benim, onu da az önce buraya; yerin altına gömdüm. Yaşanmış onlarca, yüzlerce dünlerim vardı benim, şimdi de onları yarınlarıma dizip hayal dünyama nakşedeceğim ve sürekli aynı ânı yaşayacağım.
Kalkıyorum...
Gömdüğüm yere son bir defa bakıyorum. Başımı çevirirken yoluma, hızlanan gözyaşlarımın farkına varıyorum. Dursam; oturup ağlasam, gelmeyeceğini/gelemeyeceğini gayet iyi biliyorum.
Bu yüzden devam ediyorum yoluma.
Evime yaklaşık iki saatlik olan yolu nasıl bitirdiğimi; hatta yolda kimlerle karşılaştığımı, neler konuştuğumu hiç hatırlamıyorum bile. Hatırladığım tek sahne:
Kana bulanmış simsiyah saçlarının yüzünü kapladığı ve o dokunmaya kıyamadığım gözlerini örtüyor olması...
Yıllar geçse de bu sahneyi unutmayacağıma dair bir söz veriyorum kendime.
Yorgunluk, daha fazla ayakta durmama izin vermiyor ve aç olduğumun da farkına varmadan uzun bir uyku uyuyorum...
Gecenin bir saati uyanıyorum.
Büyük bir eksikliğin farkına varmam geç olmuyor.
Duygularımı beyaz sayfalarıma dert yanmak için masamı hazırlıyor, yazmaya başlıyorum:
Merhaba hayatımdaki müstetir sevgilim
Kavuşamadığım, dokunamadığı sevdiğim
Bugün 7 temmuz, yani doğum günüm
Aynı zamanda senin ölüm günün
Doğduğuma mı sevinsem, öldüğüne mi üzülsem bilemedim? Varlığında seninle, şimdi de sadece adınla terapi edebiliyorum defterimi.
Yağan yağmurun ihtişamlı sesine dalarken;
Birden, yan odadan işitiyorum sanki sesini
Ayağa kalkıyorum,
Kalemimi defterimin üzerine bırakıyorum
Ve yavaş yavaş umutla odaya yöneliyorum.
Geçen bunca saatin bana çektirdiklerine aldırmıyorum bile
Seni görmek var...
Hayatımı, geleceğimi görmek var işin sonunda, aldırır mıyım hiç?
Ellerim titrek, benzim soğuk; özür dilerim
Bunlar benim değil, senin bana çektirdiğin hal ve durumlar...
Nihayet kapının önündeyim.
Açmak istiyorum; ama açamıyorum
Korkuyorum!
"Ya yine gidersen, bir daha hiç gelmezsen" diye düşünüyorum
Yine herşeye rağmen açıyorum kapıyı ve o muhteşem, harikulade tebessümüne şahit oluyorum
"Gel" diyorsun; ama gelemiyorum
Tebessümündeki güzelliğine hayran kalmış, sevinçten sadece ağlıyorum.
Ağlarken bile tebessümlerinden ayıramıyorum ıslak gözlerimi...
Ne kadar da büyüleyici bir güzelliğin varmış!
Hiç mi hiç değişmemişsin bile
Saçların olduğu gibi simsiyah,
Gözlerin de siyaha özenmiş,
Kömürü andıran bütün güzelliğiyle karşımda
Tam önümde duruyorsun.
"Gel" diyorsun; ama gelemiyorum.
Çünkü inanamıyorum gözlerime...
Bir cimcik atıyorum kendime, gülüyorsun o sırada
Gerçek olduğuna inanıyorum bu defa.
Yağan yağmurla beraber çakan şimşeklerden çıkan görüntü,
Beyaz giysini daha da güzelleştiriyor.
Sevincimden ne yapacağımı bilemiyor, sadece ağlıyorum.
Fakat daha fazla dayanıyorum ve bunca yılın özlemini gidermek için yaklaşıyorum yanına.
Ikimiz de gülümsüyoruz biribirimize
Ve tam sarılacakken, kayboluyorsun gözlerimin önünden.
Sağıma, soluma bakıyorum, göremiyorum seni.
Diğer odalara koşuyorum;
Mutfak, çocuk odası, misafir odası derken, yoksun hiçbir yerde
Yağan şiddetli yağmura aldırmadan karanlık sokaklarda arıyorum seni.
Ama yoksun hiçbir yerde
Sırılsıklam oldum, hastalandım...
Şimdi sadece gözyaşlarımla suluyorum kabrini
Af et, varlığında belki de bilemedin kadrini
Şimdi bir Allah, bir de ben biliyorum derdimi
Yokluğunda çok aradım seni, dinletemedim sana kendimi