- 779 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kızgın Kalay
Muradiye bir ‘Şen Mahalle’ dilberi, esmer güzeli bir taze; neşeli, şımarık, tembel, inatçı. Kendisini, askere gitmeden evvel kaçırıp evlenen Halil’e bir kız çocuğu doğurur. Emzirme bahanesiyle bütün gün odasına kapanır, çıkmaz. Beline kadar uzanan saçlarını özenle tarar, tenine çok yakışan yüz görümlüğü elmas gerdanlığını, küpelerini takıp saatlerce aynada kendini seyreder. Uzattıkça uzatır lohusalığını. Ev işlerine katılmamakta direnir, bu sebepten kayınvalidesi ile görümcesini kendisine düşman eder. Ana–kız bu beladan kurtulmak adına acımasız bir çözüme başvururlar. “Aman yavrum, sen dinlen, bebeğine bak” diye diye, önüne kırk gün boyunca göztaşı katılmış yemek korlar ve sonunda Muradiye’yi memelerinden sütler, irinler aka aka ölüme gönderirler.
Askerlikten dönüp, kadın diye ölü toprağı okşayan, gözlerini boşluğa atıp öylece kalakalan, sık sık Muradiye’nin mezarında sabahlamaya başlayan zavallı Halil’i ise, bebeğe sarılıp sarılıp ağlayarak, “Kimselere muhtaç etmeyiz biz bu sabiyi” tesellisiyle çıldırmaktan kurtarmayı ümit eder ve emanete ihanetin vicdanlarını boyadığı o zehirli karayı ak kundağa süre süre paklayabileceklerine inandırırlar kendilerini.
***
Üç hanenin yükü sırtındadır toptancı Mehmet Kalfa’nın. “Baba, ben barakaya çıkıyorum” diyerek kapıya yönelen Halil’e yaklaşıp, kaşlarını titreten o hınçla, tek söz etmeden öyle bir tokat aşkeder ki…
Halil, suratında ne söylese az gelecek bir ifadeyle barakadan içeri girdiğinde Bedri telaşlanır. Ağabeylik maskesini -her mesai değişimindeki gibi- bu kez de takmayı dener, ama tutturamaz. Ürküntü ve şaşkınlığını gizlemek amacıyla, acelesi var da bir an önce çıkması gerekiyormuş gibi hareketlenir. “Kasayı saydım ben” diyecekken, Halil aniden tezgahın arkasına geçer, helva bıçağını kapar ve dişlerinin arasından “Ulan puşlavat!” diye tıslayarak Bedri’nin kalçasına takar, çıkar barakadan.
Bedri, baygınlaşmaya direnerek cebindeki hırsızlama parayı çekmeceye geri koyma telaşına düşer.
***
Köylerde kalaycılık yapan Halil’in gözünün önünde, gönlünün derininde hep Muradiye… Toprağa açılmış çukurdan yükselen her alazda, parmak uçlarını yakan kömürün her ani ciğer dağlamasında, nişadırın kızgın bakıra değmesiyle kabaran o zehirli dumanda, çingene körüğünün her hohlamasında Muradiye’nin, “Bize yorgan ne lazım, saçlarım var ya” dediği an…
Halil, erimiş kalayı, elindeki kararmış pamukla, kap-kacağa değil de, sanki göğüs kafesinin içine içine sürmektedir.
Bir de, sızısını ömrünce taze tutacak olan, kızgın kalay gibi o şarkıyı;
“Ahım gibi ah var mı acep ahlar içinde”