- 679 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEŞ BARDAK ŞARAP
Buraya kadar martıların eşliğinde keyifli bir vapur yolculuğu yapsam da adayı, hapishane yalnızlığımın bir bekçisi olarak görürüm. Bir yandan bu ayın, ayların gelinlik giymiş kız hali olduğunu öte yandan da ona olan sevgimin beni her defasında nasıl buralara sürüklediğini düşünür; sonra da bu karmaşık duygular içinde hissettiğim bir tutam neşe, mutluluk, huzur ısıtıverir yüreğimi.
Hani sorsalar “Bir adaya düşsen yanına ne alırsın?” diye. “Sanırım ben hiç tereddüt etmeden geçmişimi, sevdiklerimi ve şarabımı.” derdim. Şimdi sırtımda bu yükle tırmanıyorum ada yokuşunu. Biliyorum ki birkaç gün sonra buraya iğne atsanız yere düşmeyecek.
Aşağılardaki evlerin bahçelerinde bulunan mimozalar her zamanki gibi baharı müjdeliyor. Yol boyu ıhlamur ağaçları yapraklarını sarkıtırken, mimozalar son çiçeklerinin kokusunu leylakların kokusuna karıştırarak adanın her yanını sarıp sarmalamış. Bunca güzelliğin içinden İstanbul’u seyretmek ne güzel ne keyifli bir şey bilseniz? Karşımda yedi tepeli şehir; yüzümde meltemin serinliği.
Tırmandığım yokuşun sonunda yerleştiğim çay bahçesindeki beş kişilik masa sanki bana rezerve edilmiş. Yorgunluğumu atmak için sırtımdaki çantayı masanın tam ortasına bıraktım. Biraz soluklanıyorum.
Şimdi, masanın her köşesinde bir sevgilim eşlik etmekte. Onlarla belki futbol maçına çıkmayacağım ama bir geçmiş ve gelecek hesaplaşması yapacağım kesin. Buzbağı şarabımı koyuyorum masaya; yanına da şarap bardağımı. Bardak, masanın sevgililerimden sonra gelen en estetik parçası. Şarapsa sevgililerimden sonra gelen en güzel tat şu aralar.
Yılın bu zamanında etrafta pek kimse olmaz. Olanlarsa ya uyuyor ya da çalışıyordur. Zaten havanın bu soğuğuna, sıcağına aldırmadan kaç akıllı kalır buralarda onu da merak etmiyor değilim.
Azize dokuz yaşlarında. Daha net görmek adına gözlerimi kısarak ona bakıyorum. Orada öylece masum masum oturuyor. Göz göze geldiğimizde geçen onca yıl düşüyor aklıma. Çocukluğuma gidiyorum. Annem ve babamdan sonra ilk defa yüksek sesle “Seni seviyorum.” diyebilmiştim gözlerim gözlerinde, ıslak ıslak. Şimdi kalp şeklinde pirinç levhadan yapılmış “Kalbimdesin” kolyesi boynumda asılı hâlâ. Bu sevginin kalıcı ilk işareti miydi? Hüzün kaplıyor her yanımı. Utanıyorum. Biraz ötedeki servilere bakıyorum. Ve ilk kızıl yudumumu aldım; damağımda gezdiriyorum. Bir şarap tadıcısının o kendini çokbilmiş haliyle yuvarlayıp duruyorum. Anlıyorum ki yıllar insana böyle bir hava katıyor. İlk yudumun tadı damağımda kalmasa da ilk sevgilim Azize kalmıştı yıllarca aklımda. İlkler unutulmaz derken; ilk dokunuş ilk emekleme gibi bir şeydi. Hızla geçiyor.
…
Uzaktan çan sesi geliyor. Babamın ilkokulda aldığı “Sıfır Nacar” saate bakmamla o yıllara dönmem bir oldu. Benim için bir saatten öte yılları yelkovana takarak bugüne gelen anılar yüküdür. Teklemeden ilerleyen sıfır bir araç, kulağıma fısıldayan zamandır. Çan susuyor. Tepemde serçeler bahar sevişmeleri sevincinde. Hemen ötede defne ağacının konuğu nar bülbülüyle karıştı tüm sesler. Ama “Sıfır Nacar” halen yoluna devam ediyor tutturduğu o ritimle anları geride bırakarak. Şarabımı yudumluyorum azar azar. Azize flulaştı. Son bir hamle ile kalanını da dipledim. Azize yok artık…
Bu kez arkamı döndüm sevdiklerime. Elimde bardağım denizi takip ediyorum. Gözlerim yedi tepeli şehrin üzerinde. Bardağı göz hizamdan bir karış öteye tutarak seyrediyorum. Deniz kan kırmızı. Bedenimdeki tüm kan sanki o enginlere akmış. Baktığım deniz gördüğüm kızıl bir su birikintisi. Demek ki, nereden neye nasıl baktığınız önemli. Bir ezan sesi geliyor uzaktan. Onu kesen saksağan sesleri. Dönüyorum arkamı yeniden sevdiklerime. Pek alınmış gibiler. Oysa onlar da bakıyor o kızıla. Görmüyorlar mı gerçekten o suyun rengini? Aynı mesafedeyiz hâlbuki. Muhtemelen şaşkın halime anlam vermeye çalışıyorlar. Biraz büyümüş hissediyorum kendimi. Bardağım yarılanmış, gözlerim biraz şaşı; renkler ise siyah beyaz. Aklımda kalan tek renkli şey sömestr tatili bitimi annemin ödül olarak bana hediye ettiği tuttuğum takımın forması. Masamda şimdi üç kadın kaldı. Fondip yaptım bardak tek renkte… Ayşe’nin siyah beyaz silueti uzaklaştı masadan.
…
Üçüncü bardağı silme doldurdum. Birkaç damla kenarından süzülerek indi tahta masaya. Az sonra ayrıldı ki bütünden sade izi kaldı. Birkaç çam fıstığından attım ağzıma, tadı hala damağımda. Bana deseler adada en çok neyi anımsarsın? “Damağıma iz bırakanı.” derim. Bir yudum, bir yudum daha derken eksildi şarap ve masamdakiler; yavaşlıyorum. Ağzımı dolduran kan kırmızı şarap dilimin tam ortasında fırına yatırılmış “dil kebabı” kıvamında. Boğazımdan geçen bir ro ro gemisi akmakta aşağılara. Çok uzaklardan ise bir ses gelmekte. Karşıda, kıyıları yalayarak geçen deniz kruvazörlerini görüyorum ardı sıra salınırken.
Dönüyorum masaya yine. Derya deniz olmuş alınmakta; suretlerse daha belirgin şimdi. Yüzüme keskin keskin bakmakta. “Karşımda mısın? Söyle onu bileyim” dedi. Kalanını uzattım, bir yudum aldı. Dilini çıkarttı nanik yapar gibi ama sonra dudaklarına kaçan şarabı yakaladı hemen yaladı. Bıraktı bardağını ulu orta. Bir ispinoz kuşu uçtu kanatlarını çarparak. Ellerini ellerime uzattı. İlk dokunuş, kar beyazı tene. Sıcak bir ürperti sardı bedenimi. Ateş bastı aniden. Masanın üzerinden aceleyle birkaç çam fıstığı alarak attım ağzıma; kalktım masadan. Damağımda çam kokusunu dilimde kalan şarabın kokusuyla harmanladım.
Tüm sahili gözümün alabildiği oranda taradım. Masaya yaklaştığımda Derya’nın mavi kazağının renginin solduğunu gördüm. Gözleri yosun rengi. Aşağıya açılan o düz patikadan arkasına bakmadan iniyordu. Elimde deniz yosunu bakan fotoğrafı. Ablamın müzikte başarılı olamadın bari resimde başarılı ol diye aldığı kompakt makine yanımda.
Objektifimi karşı tarafa çevirdim. Yeditepeli şehrin sayılmamış bir tepesi var mıydı? Bu kaçıncı defa deklanşöre basışımdı bilmiyorum. Mavinin ve yeşilin senkronize oluşu beni hep mutlu ederdi. Belki akan suyun içinde Derya’nın yosun rengi gözlerinin yansıması vardır. Bu kez meltem daha sert esiyor. Burnuma denizin kokusunu getirmekte. İçine biraz kekik biraz adaçayı katılınca şarabın kokusu ne güzel oluyor.
…
Masama dönüyorum kaldığım yerden devam etmek için. Şimdi iki kişiyiz. Artık tüm renkler daha belirgin sanki. Masanın etrafını dolaşıyorum dünyanın kendi ekseninde dönmesi gibi. Birilerimiz merkez birilerimiz pervane misali tüm mesafeleri kollayarak.
Şarap bardağının yarısı doluydu. Sultan, “Bardağın yarısı boş; doldurmayacak mısın?” dedi. Şöyle bir havayı içime çektim. Burnum bir iniyor bir kalkıyor, kalbimin ritmine yardımcı oluyor.
Sultan’ın kendinden emin tavrıyla sorduğu soruya “Nereden baktığınla ilgili olmalı bu dediğin.” dediğimde Sultan bardağa uzanarak bir yudum daha aldı. “Bak şimdi daha azaldı, gitti.” dedi. Söyleyeceğim şeyleri hep erteledim. Şimdi daha net ifade edeyim istedim. Cesaretim gelir diye bardağı ağzıma kadar götürdüm. İçecektim ki düşüncelerimin karışmasını istemedim. Bardağı olduğu yere bıraktım. Oturdum. Ona da otur diyeceğim ama o cesareti bulamadım kendimde. Tıpkı son yudumları içememek gibi. Cesaretsizliğim miydi? Diyemediklerim mi? Yoksa kararsızlığım mıydı? Gözlerini bir kez daha bana dikti. Burnunun üzerindeki beni gördüm. Dün gibi hafızamda şimdi. Sultan uzun saçlarını arkasına attı. Saçları rüzgârda atın yeleleri gibi sallanıyordu. Bana arkasından bakmak düştü.
…
Martıların çığlıkları ortamı doldurdu. Özgürleşmenin arifesine hem kanat çırpıyor hem suyun içinde karın tokluğuna pike için yarışıyorlardı. Gördüğüm maviliklerde bu süzülenler zevk için mi yoksa karın tokluğuna bir çabanın çırpınışları mıydı? Bunu öğrenmek için ayağa kalkıyorum. Maviliklerle buluşan bir denizatı oldu Sultan o an. Martılar onu karşılamaya gelmiş olmalı diye düşünüyordum ki rahvan koşan insan yerine yavaş adımlarla deve hızında bana doğru gelen birisinin olduğunu gördüm. Bu kadehte sonlandı. Üzüntü bastı beni. Elimden bardak düşer gibi oldu. Gidenin arkasından gitmeden bekledim geleni.
…
Saç sakal birbirine karışmış adam “Merhaba. Oturmama müsaade var mı? ” diye sordu.
“Hayır, masa dolu.” dedim. Şaşırdı. “Haddime değil ama meleklerle mi doldurdun; ben görmüyorum. O zaman ben gideyim.” dedi. Arkasını dönmek üzereyken “Bir dur hele. Biz de konuklar geri çevrilmez. Gel sana da oturacak bir yer buluruz.” dedim
Adam hiç şaşırmadı. “Genç arkadaşım, oturacak yer bulmak değil, oturulacak adamı bulmaktır asıl mesele,” dedi.
İçimden ılık bir nehir geçti. Laf fena dokundu. Bir karşılığı olmalıydı. Çam ağacının dibine oturdum. İyice süzdü beni. “Anladım sen dertlisin. Bu meret tek başına hiç içilmez. Şarap ve kadın birlikte güzel bir ikilidir. Hayyam’ın şu dörtlüğü sanki bura için söylenmiş;
“Bahar geldi; başka bir şey istemem kafamda;
Hele akla hiç yer vermem bahar soframda;
Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni:
Çam ağacı, sen de ser gölgeni altıma.”
O da geldi bağdaş kurup oturdu hemen yanı başıma. Bu arada adım Ergüder buraların hâkimi! Ya sen? Kemal diyebildim. Panikledim. “Şarap ısmarlayacağım ama bardağım yok.” dedim.
Ergüder yoldaş, “Ben şişeden içerim.” dedi. Dibinde bir bardak kadar kalmış şişeyi uzattım ki diğer şişeye gözüm ilişti. Bu ağır misafire ayrı bir şişe lazım dedim. Şişemdeki şarabı da doldurdum. Diğer şişeyi de açtım, uzattım. Gözüm yine masa- da. Ergüder yoldaş bu durumu fark etti. “Gözün ikide bir masaya kayıyor. Bir şey mi bıraktın?” dedi.
“Yok, yok derken bile gözüm masa da. Bir şey arar gibi bakınıyorum. Avuçlarımda pipom. Yeterince tütünü var. Harlıyorum, harmanlıyorum. Birkaç kez üst üste çekerken, dördüncüsünde beni rahatlatacak nikotin ancak ulaşıyor ciğerlerime. Sanki temiz hava almış gibi rahatlıyorum. Öte yandan gözlerim Ergüder Bey’de. Süzüyorum. Şişe iyice yarılanmış, gidiyor. “Genç arkadaşım şöyle gel bir otur. Arkanı dayayacağın ya iyi bir adamın ya da iyi bir ağacın olacak. İkisinin de kökleri toprağı iyice sarmış olsun dikkat et! İşte bunlardan birine yaslanabilirsin hiç zarar gelmez. Sana hep nefes aldırır ve dinlendirir.” dedi.
Bu kez aksine bu bardağımı daha yavaş içiyorum.
“Görüyorsun burada sesleri çok net alıyorsun. Her sesin bir melodisi var. Bir orkestranın enstrümanları gibidir. Birbirini senkronize ederler. Doğadaki doğal seslerin bir uyumu var. Bak şimdi guguk kuşu şarkısını söylerken diğer kuşlar susar. Sadece o doldurur bütün havayı. Orkestra şefi şimdi kimi işaret eder bilmem başka bir melodiyle ortam şenlenir.” dedi.
Bu kez yeşilin maviye ulaşan çizdiği yolu izliyordum. Birazdan gözlerimiz maviyle buluşacaktı ve öyle de oldu.
İhtiyar; “Şimdi bu ortamda dikkat ettin mi? Sesler mi bizim için önem arz ediyor yoksa gördüklerimiz mi?”
Doğadaki müziğin önemli olduğunu söyledim ve kulaklarımız bu konuda önemli bir işleve sahip dedim.
“Hayır genç dostum! Çoğu insan sağırdır biliyor musun?” dedi. Yerden aldığı bir çakıl taşını uzakta bir kayanın üzerine attı. “Taşı ve oradaki kayayı gördün ve ona vurduğunda bu çakıl taşının sesi ne kadar tiz ve kötüydü ki bir orkestrada yeri olmayan bir ses. Bunu eğitimsiz bir insan bile anlar değil mi?” dedi.
İhtiyarın bak şimdi dediğinde sandım ki gözleri işaret ediyor.
“Görmek herkes için çok önemli; gözler olabilir mi?”
Dudaklarında alaycı mı yoksa samimi bir gülümseme mi belirdi, bilemedim. Soruya sanırım yanlış yanıt vermiştim. Tüm olup bitenler bunu gösteriyordu.
“Biraz önce bir küçük taş attım. Alış ve atış zamanımı değil vurduğu hedefte çıkarttığı sesle bakabildin, gördün. Etrafımızda bazı şeyleri hemen görememe durumumuz söz konusu. Zira gözleri görmeyen o kadar çok insan var ki.” dedi.
İhtiyar bu zamana kadar olayları tanımlamaya çalışıyor ve bunları bir oyun havasında anlatıyordu.
Elindeki şişeyi havaya kaldırdı. “Bunu görüyorsun değil mi?” bardağıma hafifçe vurdu; çın çın diye bir ses çıktı. “Gördün ve bu iki cisimden çıkan sesi duydun. Ama içinde bir tat var ya onu şimdi tadıyoruz.” dedi. Kafasına dikti. Biraz içtikten sonra şişeyi yere koydu. Şarabın birazı sakalının içine karıştı. Sakalını şarapla yıkadı. Ben de birkaç yudum daha çektim. Onun yaptığını yaptım. Tadı tanımaya çalıştım.
Tıpkı suyun kaldırma gücünü bulmuş bilim adamı gibi buldum, buldum. Dilin ve damağın en önemli şey olduğunu söyledim.
“Delikanlı öyle mi? Bunu görüp içemeyenler var; yiyemeyenler var. Onlar bunun önemini nasıl kavrayacak söyler misin?” dedi.
Kafam uzun süreli yola çıkacağım insanda. Ergüder yoldaş “Genç arkadaşım, her şey senin kalbinin atış hızında. Yakalayacağın güzellikler, duyacağın sesler, hissedeceğin tatları yaratan olmalı. En önemlisi başını omzuna ve seni kucağına alacak sıcak kollar olmalı. Artık gitme vakti.”
Şarap şişesini yerden alıp bir çocuğu sarar gibi kucakladı. “Eyvallah!” diyerek gitti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.