- 865 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR YANAK VERİR MİSİN?
Melek Hanımefendi kırkına merdiven dayamış olmasına rağmen tüm diriliğiyle ayakta kalmayı başarmış güler yüzlü bir kadındı. Yirmi iki senedir vergi dairesinde çalışıyordu. Konu komşunun vergiyle ilgili sorunlarında gönüllü danışmanlık yapıyordu. İşyerinden çok sağa sola verdiği bu hizmetten keyif alırdı. Bunları yaparken de hani canı sıkılmıyor değildi. Ama önemsemezdi.
Yine yoğun günlerinden bir akşam yemek hazırlayacak gücü bulamadı kendinde. Kastamonu pidecisinden mis gibi kokan pidesini paket yaptırarak çıktı dükkândan. Eve ulaştığında kapıdan adeta sürünerek girdi. Çantasını bir köşeye, nevalelerini mutfak masasına bırakarak tek kapılı buzdolabından kaptı ayranı. Üzerinde kartal motifi olan kupa bardağına koyarak bir güzel içti.
Oturduğu sitede, pamuk teyzoşlarım diye sevdiği iki yaşlı hanım komşusu vardı. Her yıl mart ayında kira gelirlerine ilişkin beyannamelerini doldurmak için onu ziyaret ederlerdi. Yine o vakit gelmişti. Rahat bir şey giyinmeye fırsat bulamadan kapısı çalındı. Meğer pamuk teyzeleri yolunu dört gözle bekliyorlarmış. Bu tatlışları karşısında görünce pek de şaşırmadı.
“Buyurun, buyurun teyzoşlarım, hoş geldiniz.” diyerek onları şapur şupur öptü. Bir anda Pamukların güler yüzünü görmek iyi geldi. Tüm yorgunluğu gidiverdi. Teyzoşları bir buket karanfil ve hediye paketini eline tutuşturdular. Kadınların gülümsemeleri ortama yayılmış odayı o anda hoş bir saadet sarmıştı.
Melek “Hayırdır pamuklarım beni istemeye mi geldiniz?”
Teyzoşlar “Bir soluklanalım kızım bizi oturtmayacak mısın?” diye sordular.
Melek şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. “Aşk olsun pamuklarım, oturun oturun. Çiçekler ne kadar da güzel. Niye zahmet ettiniz böyle,” diyerek mutfaktan getirdiği kuğu modelli vazoya çiçekleri yerleştirdi. Sonrada “Siz azıcık oturadurun ben geliyorum.” dedi ve içeri geçti. O arada teyzoşları ellerindeki zarfı oturma salonunun köşesinde hem yemek hem de çalışma masası olarak kullandığı ceviz kaplama masaya bıraktılar. Çok geçmeden koşuya çıkacak gibi mavi renkte eşofman takımıyla döndü.
Pamuk teyzeler “Kızım seni de bu saatte rahatsız ettik ama kusurumuza bakma. İşte bizde evegenlik.” dediler arka arkaya.
“Teyzoşlar ne rahatsızlığı ben sizi bilmez miyim? Hatta geç bile kaldınız.”
“Tabii ki bizim için sarf ettiğin emeğin hakkı ödenmez. Ama bu çam sakızı çoban armağanı; çalışan kadınların tarihteki yerinden dolayıdır. Senin hoşlandığın renkte bir kazak aldık umarız beğenirsin.” dediler.
“Ya teyzoşlar beni çok şımartıyorsunuz. Bu cömertliğiniz ve güzelliğiniz ile beni hem mahcup bir o kadarda mutlu ediyorsunuz. Ama ne olursunuz yapmayın böyle.” dedi.
Melek’in aklından bunları söylerken bir anda onlarca düşünce gelip geçti. Günü yoğun geçirmişti. Sene de bir insanların kadın emeği üzerinden anımsanması ne güzeldi. Son zamanlarda 8 Mart’ı da sevgililer günü gibi bir şeye dönüştürmeye çalışan kesimler aklına gelince içi burkuldu. Kötü şeyleri sevmediği gibi hayatı kötüleştiren insanlardan da hiç haz etmezdi. Her şeyi o “an”larda yaşardı. Ve tadını çıkardığında da büyük mutluluk duyardı.
Kahveye kalkarken “Teyzoşlar alışkanlıklarınızı değiştirmediniz değil mi?” diye sordu. Onlarsa “Kızım zahmet olmasın.” diyebildiler.
Pamuk teyzeler hiç evlenmemişlerdi. Babadan kalma karşı binanın kira gelirleriyle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bir zamanlar uzaktan akraba Mehmet Efendi’nin çocuğunu dört sene okuturken sadece ev sahipliği yapmışlardı. Yağız, yapılan iyiliğin karşılığı “ahde vefa” örneği sergileyerek arada bir uğrayıp hal hatır ederdi. Onun dışında da gelen gidenleri olmazdı. Melek, teyzoşları o süreçte tanımıştı. Yağız, ismi gibi kara yağız birisiydi.
…
Pamuk teyzeler kahvelerini yudumlarken bir taraftan da hayata dair sorular soruyorlardı. Büyük olan Atiye “Kuzum nasıl gidiyor hayat? Ölmeden şu mürüvvetini görsek diyorum. Bak bir ayağımız çukurda.” dedi.
Aliye, ablasından dört yaş küçüktü ama bunu fark etmek mümkün değildi. Kahvesini yudumlarken “Biliyor musun bu kahvenin yanında niye su içer insan? Kahve sadece bir içecek değil elbette. Önemli günlerin, anların tanığı; sohbetlerin vazgeçilmezi. Kahvenin neden kırk yıl hatırı vardır, tabii ki bilmiyorsundur; anlatayım. Osmanlı zamanında bir Rum, kahveye gider ama kahveci ona kahve vermez. Orada bulunan bir reis kahveyi alır ve ona verir. Yıllar sonra bir savaşta bu reis esir düşer ve bu Rum, orada reisi görünce hemen tanır ve onu köle pazarında satın alıp serbest bırakır.”
Devam ediyordu ki Atiye “Kahveyi mahveyi bırak! Meliş’i bu bizim Yağız oğlana ayarlasak. İkisi de bekâr; ne dersin?” Aliye, yeniden araya girdi. Kaldığı yerden devam etti.
“Genelde kahve içilirken yapılan sohbetler, arkadaşlıklar hatta aşklar bu lafı açıklamaya yeter. Suyla ikram edilmesi ise kahve lezzetini en yoğun şekilde almayı sağlamak için. Bilindiği üzere kendine özgü ve güzel tadı olan yiyecek veya içeceklerden önce ağız temizliği gerekir ki bu yeni tadı daha güçlü alalım. Bu nedenle kahveden önce su içerek kahve tadını başka tatların karışması önlenirmiş.” İşte böyle diyerek derin bir fırt daha çekti. “Mesele kahve değil sohbet. Kahveler sohbet için ideal ortamlar yaratır ve onun için anlattım.” dedi.
“Melek bu iki tontonun birbiriyle tartışmalarını can kulağıyla dinliyor arada bir ‘Evet öyle ya sahiden doğru söylüyorsunuz.’ gibi onaylayıcı sözlerle onları destekliyordu. Aklı birden Yağız’a gitmişti. O çocuk, pardon şimdi adam olmuştur. Neredeydi? Sahi görüşüyor musunuz?” dedi.
“Evet, arada bir geliyor görüşüyoruz. Bazen bizi yemeğe falan çıkarıyor. Çok mutlu oluyoruz. Yakın bir şehirde çalışıyor.”
Meliş, merak etti. “Acaba nasıldı şimdi? Onunla evlenebilir miydi?’ Yuva kurmak, sevmek, sevilmek istiyordu. Gelinlik giymek hayalini kurdu. Gelinliği beyaz olmalıydı tertemiz saf melek misali. Eskiden beri bu insana hayranlık duyuyordu. Bir türlü ona duygularını açamamıştı. Aradan yıllar geçmişti ve şimdi etekleri zil çalıyordu.
Heyecanlı ancak sakin bir eda ile “Tamam, tabii ki görüşebiliriz.” dedi.
Pamuk prensesler genç kızlar gibi “Yupi!” diyerek ellerini birbirlerine çaktılar. Çok neşelendiler bir anda. “Kızım, bize bir bardak su daha getirir misin?” dediler.
“Ay Atiye olsa ne güzel olur. Meliş’i çok seviyorum.”
Aliye, “Yok sanki ben sevmiyorum. Kız, adını bir insan ancak üstünde böyle taşır.”
Meliş’in heyecanıyla pamukların heyecanı birbirine karıştı. Sularını, kahvelerini içtiler, sohbete devam dediler ancak zaman hayli geçmişti. Müsaade isteyip kalktılar. Aslında teyzoşlar Yağız’la bu durumu önceden konuşmuş ve Yağız da görüşmeyi kabul etmişti. Bugün de Melek’in ağzını aramak için uğramış ve bir taşla birkaç kuşu vurmuşlardı. Bir yandan beyanname işini hallederken diğer yandan hediyelerini vermiş ve günün flaş sözünü alarak oradan ayrılmışlardı.
Melek’in gözü masadaki zarfa ilişti. Merak edip zarfı eline aldı. Pamuklar unutmuş olmalı diyordu ki üzerinde ‘Meliş’imize,’ yazısını gördü. Bak bak şunlara! Şimdi çok kızdım işte, yaptıkları çok ayıp. Para bırakmış olmasınlar. Açıp açmama arasında tereddüt etti. Sonunda merakına yenik düştü ve açtı bir hışımla. Aaa! Özel tiyatroya bir kişilik bilet! Şaşırdı. Tiyatro dünyası açısından özel bir günde Anton Çehov’un “Bir Evlenme Teklifi” adlı seyirlik oyunu içindi. Bileti yatak odasındaki aynanın kenarına bir süs gibi astı. Artık her sabah kendine baktığında bileti görecekti.
İlk görüşmeyi yine pamuk prenseslerin evinde bir sabah kahvaltısı eşliğinde yaptılar. Yağız dört kişilik mükemmel bir kahvaltı hazırlamıştı. Daha doğrusu sipariş vermiş sadece çaylar ve meyve sularını servis yapmak düşmüştü ona. Melek bayılmıştı masanın görselliğine ve kahvaltının sunumuna. Kahvaltıda derin sohbetlere girdiler. Kısaca kendilerini ve kahvaltının önemini anlattılar.
Melek mest olmuştu. Ne çok birikime sahipti. Yakışıklılığının yanında bir de yemek meziyeti entelektüel birikimi daha ne olsundu ki. Ciddi şeyler düşünülebileceğinden emindi. Şimdilik ona düşen beklemekti. Birbirlerinin telefonlarını aldılar. Bir süre araştılar. İlk zamanlar arada bir kısa daha sonra günde üç öğün görüşür oldular. Sabah görüşmelerini kahvaltı yapmadan; öğle, yemeğe gitmeden “Afiyet olsun” olmazsa mesajlar, akşam ise saat mefhumları olmadığı için akıllarına geldikçe ararlardı birbirlerini. Sevgi ve mutluluk saçan sözler havada uçuşurdu.
O Pazartesi sabahı Yağız “Hazır mısın?”diye sordu. Melek “Neye hazır mıyım?” derken aklına tiyatro bileti geldi. Tiyatro gösterisi bugündü. Bu bir oyun muydu? Evet, evet muhtemelen bana bir oyun kurmuşlar. Elimde bir bilet var. Oyuna hazırım ama evliliğe hazır mıyım? İzlerken göreceğiz bakalım. O zaman karar veririm.” dedi.
Akşam salonda yerlerini aldılar. “Oyun, bir evlenme teklifi üzerine kuruluydu. Ve konu itibariyle karakterlerin evlilik için nasıl çaresiz olduklarını garip bir biçimde gözler önüne sererken evlilik kavramının birçok insan için nasıl ekonomik güvence olarak görüldüğü mal ve güç elde etmek için ya da toplumsal baskı nedeniyle insanların nasıl evlendikleri anlatılmaktaydı.” Oyun bitmişti. Bir çay içmek için en yakın kafeye sessizce oturdular. “Bu bir şaka olmalıydı. Biz bu oyunun neresindeyiz ya da oyun içinde bir oyunun parçası mıyız?” diye iç geçirdiler. Bir sessizlik ve onu Yağız bozdu.
“Evet, Melek benimle evlenmeye var mısın?” diye sordu. Zaman durdu o an onun için. Sessizlik hâkimdi. Sadece bardaklarla kaşıkların tokuşmasından çıkan sesler yankılanıyordu.
Çok geçmedi Yağız nikâh işlemlerine başladı ve nikâh memurlarının “Yer, yok.” demelerine aldırmadan nikâh gününü ayarladı. Acele ediyordu. Nikâh günü geldi çattı. Melek, peri masallarından çıkmış prensesler gibiydi. Eteklerinden tutmasalar uçacaktı. Hayalindeki adamla evleniyordu ve bundan öte bir mutluluk yoktu.
Nikâh merasimine çıkmayı beklerken Yağız hafifçe kulağına eğilerek fısıldadı: “Seninle karşılaştığım ilk günden beri ilgiliydim ama cesaret edip söyleyemedim. Okulu bir an önce bitirmek için odaklanmamdı buna sebep.” Melek ise aynı duygular içinde olmasına rağmen sessizliğini bozmadı.
Sonuçta ‘Nikâhta keramet var’ denirdi ve evlenmişlerdi. Tam altı gün beş gece balayı tatiline çıktılar. Sonra eve şen, mutlu, biraz da yorgun döndüler.
Telefon çaldı, yakın olan Melek açtı. Hastaneden takipli olduğu randevusu için Yağız’ı arıyorlardı. Tarihi, saati ve görüşeceği doktorun adını kâğıda not aldı. Tansiyonu düşmüş olacak ki zorunlu olarak yakın bir koltuğa oturdu. Yağız kimin aradığını sorduğunda elindeki notu uzattı. Yağız’ın yüzünün rengi değişti. Bir şeyleri saklamanın utancı mı yoksa hastalığının açığa çıkması mı anlamadı.
Yağız artık eskisi gibi değildi. Gün geçtikçe daha da sertleşiyor davranışları da yapıcılıktan uzak gerginlik siyasetine dönüşüyordu. Yağız bu durumundan niçin hiç bahsetmemişti.
Daha evleneli on beş gün olmuştu. Her gün bir diğer günü aratıyordu. Keşke balayında olduğu gibi kalabilseydi. Niye bahaneler üreterek saldırıyordu kişiliğine. Sanki o güzel insan gitmiş yerine bambaşka bir insan gelmişti. Bu kadar değişimin olmasına bir anlam vermek imkânsızdı. Acaba, Melek acıma duygusundan mı yoksa sevdiğini kaybetmemek için mi hep alttan alarak durumu olumlamaya çalışıyordu? O kadar eziliyordu ki neredeyse yerle bir olacak gibiydi. Acaba evlenmekte acele mi etmişti?
Evlilik izni bitmiş işe başlamıştı. İzinli olan Yağız’ın geriliminden sonra iş ortamının kalabalığı ve yükü onu ayrıca yoruyordu. Bazı günler eve gitmemek için adeta kendine işler çıkartıyordu. Zira eve gitmek işkence gibiydi. Bu halini gören arkadaşları “Hayırdır Melek ne çabuk sıkıldın evlilikten.” diye laf atıyorlardı.
Melek daha bir ay olmadan pes ederek, mücadeleyi bıraktı. Daha tepkisiz ve daha soğuktu. Günler sıradanlaşmış o güzel sözler artık söylenmez olmuştu. Bitmek bilmez sıkıntılar birbiri ardına geliyor, bunların getirdiği sorunlar, baş başa kalmışlığı daha da çekilmez kılıyordu. Yağız, onu yalnız bırakmıştı sıkıntıların ortasında. Sadece sevgili eş rolünü oynuyor ama yaşamıyorlardı.
Ve bir gün küçük belki de önemsiz bir tartışmanın sonunda olay patlak verdi. Akşam yemeği olarak yapılmış taze fasulyenin içine domatesin yanında salça da katılmıştı. Bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Yağız avazı çıktığı kadar bağırmış, tabağı elinin tersi ile itmiş ve “Sen nasıl bir kadınsın?” dedikten sonra kapıyı çarparak çıkıp gitmişti. O çıkışla birlikte odaları ayırdılar. Gelecek için düşünülen çocuk odasının konuğu artık Yağız’dı.
Bedeni kaskatı, ruhu hoyrattı. Sözleri birer oktu. Her sözü bir ateş topu gibi Melek’in üstüne boca ediliyordu. Bir tınısıyla hücrelerini titreten damarlarını patlatan, o şehvetli duyguları ruhunun en derinlerinde hissettiren bu adam mıydı? Bu gidişe dur demenin zamanı gelmişti. Elindeki tek varlığı kadınlık onuruydu ve onu daha fazla çiğnetmemeliydi. Gönül bağları kopmuş onları birlikte tutan sadece bu dört duvar mekândı. Duvarlar da artık iki insana dar geliyordu. İşi uzatmadan birinci ayın sonunda boşanmayı yargıya taşıdılar. Çok geçmeden gün verildi ve mahkemeye gittiler. Mahkeme salonuna erken gelmişlerdi. Duruşmaya hayli zaman vardı. Yağız, az sonra gireceği mahkeme salonunun tedirginliğini biraz olsun gidermek için dışarıya çıktı. Bir sigara çıkardı. Ceplerini yokladı, yakacak bir şey bulamadı. Hemen yanında sigara içen tombul bayana “Bir yanak verir misin?” dedi. Kadın şaşırdı. “Deli mi ne!” dedi ve ayrıldı yanından. Hemen yanında sigarasını ayağı ile söndüren takım elbiseli bey, Yağız’ın bu tavrına bir anlam veremedi ama ağzında sigaranın yanmadığını gördü. Cebinden çakmağını çıkararak “Yakabilir miyim?” dediğinde Yağız gülümsedi. Saatine baktı. Zaman aleyhine işliyordu. Kısa süren bu ilişki ve evliliğin sonuna gelmişti. Ne yapabilirim diye düşündü. Çekip gitmeyi içinden geçirdi. Ve öyle de yaptı.
Melek’in avukatı içerden Yağız’ın orayı terk edişini gördüğünde can havliyle kapıya koştu. Melek avukatın bu telaşlı haline bir anlam veremedi. O da avukatın arkasından gitti. Ve avukat az ilerde Yağız’ı yakaladı. “Nereye gidiyorsunuz beyefendi? Şimdi mahkemeye gireceğiz.” dedi. Yağız’ın suratı sirke satıyordu. “Bu süre bana bir ömür geldi. Sıkıldım ve hayatımda hiç bu kadar yorulmadım,” dedi.
Avukat, “Beklemek mi yordu sizi? Yoksa mahkeme mi?” dediğinde; Yağız bu kez sessiz kaldı. Gerisin geri birlikte döndüler. Mübaşir biraz sonra “Ahmet Oğlu Yağız ve tarafları” diye çağırdı. Şahitlerle birlikte hepsi içeri girdi.
Salondaydılar… Hâkim, özel sorulardan sonra işin özüne yönelik onları dinledi. İkisi de kararlıydı ayrılmaya.
Hâkim, tam soru soracaktı ki Yağız’ın telefonu çaldı. Herkes birbirine baktı. Yağız panik içinde telefonu kapatmaya çalışıyordu. Onun elinde telefonu görünce hâkim “Lütfen beyefendi telefonu kapatır mısınız?” dedi.
Yağız bütün bu olaylar yetmezmiş gibi hâkimin azarlayan tavrına pek içerledi. “Siz benim ne yaptığımı sanıyorsunuz ki işte kapatmaya çalışıyorum,” dedi. Hâkim olaya tekrar döndü ama Yağız halen cep telefonuyla ilgiliydi. Bu ilgisizlik, hâkimin gözünden kaçmadı. Melek, içinden küçük bir dere geçmiş gibi serinledi. Oysa hep yapmak istediği şeyi yapamamış ama onun yerine birisi hak ettiği dilden yanıt vermişti. Bu, çok hoşuna gitti.
Sorularına yanıtı da yüksek sesliydi. Şahitler de dinlendikten sonra hâkim hanım elindeki verileri doğrultusunda karar aşamasına geldi. Hâkim, kâtibe seslendi: “Yaz kızım.”
…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.