- 776 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Arafı İkamet Seçen Kadınlar -Anadolu Kadınları- 3
Umuda doğru çıktığımız yolun taa en başından itibaren kendini göstermekte gecikmeyen karanlığın bizi içine çektiğini his ediyor, umutsuzluk inine düşüyordum. Karşıma çıkan her olumsuzlukta geçmiş beynimin içinde tepinip kendini hatırlatıyordu.
Direncimi kırmamalıydım. Dimdik durmak mecburiyetti bugünden sonra. Boyun eğmek yakışmazdı. Her şeyden önce gözlerimin içine içine bakan iki çocuğum için... Zorlukları aşacaktım! Hem ne kadar zor olabilirdi ki! Kendi kendime telkin veriyordum içimden.
Çocuklar da huzursuz ve sessizdi yol boyunca. Gelceğin belirsizliğinden çok onların küçücük yüreklerinin tirtir titremesi beni aciz bırakıyordu...
Cehhennem gibi bir geçmişten sonra cennet bahçesine düşecek değildik elbette. Lakin; başlangıç bana hiç umut vaad etmiyordu. Kardeşimin yüzündeki ifade, durumun vahamiyetini olduğu gibi yüzüme çarpıdıyordu.
Elim kolum bağlıydı işte neyi değiştireceğimi sanıyorduysam... Sihirli bir değnekle tüm olumsuzlukları yok mu edecektim, acaba!
Tek başına bırakıldığım hayatta bu kadar da yalnız olamazdım. Annem, babam ve sekiz kardeşim vardı benim. Tam oniki yıl kocamdan zulm görmüş ve o psikopatla tek başına mücadele etmiştim. Ailemden kimse üzülmesin, morali bozulmasın diye sorunlarımdan uzak tutmuştum hepsini.
Bugün ise sadece kısa bir süre için yanımda olmalarını bekliyordum. Daha sonrasında onlara olan borcumu geri ödeyecektim.
Yaşadıklarım beni kör etmiş olmalıydı. Etrafımda olup bitenleri yok sayacak kadar gözlerimi dünyaya kapattığımı yeni yeni fark ediyordum.
Kardeşimin eşi bir kaç kez aramış, nerde kaldığını sormuştu. Bizimle ilgili tek soru sormamış olması istenmediğizin bariz göstergesiydi. Telefonu kapattıktan hemen sonra kardeşim bana hitaben,
“Naz, yemek yapacaktı ben gerek olmadığını söyledim. Açıkmışlar, nerde kaldın diye soruyor. Akşam yemeği için pizza getireceğimi söylemiştim de.”
Aslında; Naz, “senin ablan için kılımı bile kıpırdatmam, yemek filan da hazırlayamam” diye resttini çekmişti. Kısacası bunu söylediğini ikimiz de biliyorduk.
“Benim iş yerine uğrayıp Mahmut´u da alayım diyorum. Linz´e gelecek, bir daha tren parası vermesin. Nerden baksan birbuçuk, iki saat yol gidecek trenle gitmeye kalksa. Yolumuz iki saat kadar uzayacak. Biliyorum yorgunsunuz ama yapacak bir şey de yok.” Başını iki yana doğru umursamaz bir şekilde salladı gözleri yola odaklı.
“Bizim için fark etmez. Senin için nasıl uygunsa.” Oysa çok yorgunduk...
Kendimizi aceleyle atacağımız evimizin yerini bile bilmiyorduk. Alışana kadar onlar ne derlerse uymak zorundayık. Bir başka deyişle elimiz mahkumdu...
Bugüne dek kardeşlerimle aramda olan dialog hep iyi olmuştu. Ahmet´le de düne kadar en yakınken, bugün varlığımın onu huzursuz etmesi müthiş derecede rahatsız edici bir durumdu benim açımdan. Vebalı, aciz birine bakar gibi bakıyordu gözlerini kaçırarak. Gizlemeye calıştığı her neyse, hisediyordum. Susmak ikimizin de işine geliyordu o gün için sanırım...
Ahmet´i, Avustruya´ya ilk yolculadığımız günler gözümün önünde film şeridi gibi geçti birden. Keyifli bir akşam yemeği yemiştik benim evimde. Çocuklarla arası da oldukça iyiydi...
Buraya gelmeye karar vermeden önce inceden inceye düşünüp en doğru kararın bu olduğu konusunda kendimi ikna etmiştim. Yanılıyor muydum?
Dayılarının varlığı çocuklar için de iyi olacaktı. Aileden bir erkeğin sıcaklığına ihtiyaçları olduğunu o kadar belli ediyorlardı ki... Lakin bunu bir tek ben görüyordum!
İyi bir baba aynı zamanda iyi bir dayı olur muydu?
Türkiye`den buraya yerleşmek üzre geldiğimiz için valizlerimiz oldukça fazlaydı. Arabanın bagajına sığmayan iki valizi de arka koltuğa, yanımıza yerleştirmiştik.
Kardeşim bana sıkı sıkı tembih etmişti gelmeden önce.
“Getirebildiğin her şeyi getir! Burası oldukça pahalı.” Ardından da kendi iş yeri ve evi için bir şeyler istemişti. Aslında istediklerini alacak paramın olmadığını bilmesi gerekiyordu.
Arabada bir kişinin daha oturacağı yer yoktu. O yine de yolu uzatıp işyerine uğrayacak ortağını da alacaktı. Arka koltukta ben, kızım, üst üste yerleştirilmiş iki valiz, önde ise oğlum oturuyordu.
İstanbul´dan, öğlen saatlerinde Atatürk havalimanına doğru yola koyulmuştuk. Saat 20.00 gibi Viyana havalimanına iniş yapmıştı uçağımız. Viyana ile Linz arasında yer alan St. Pölten şehrinde kardeşimin işyeri bulunmaktaydı. Oraya doğru yolumuzu değiştirmiş, sessizce dışarıda akan manzarayı seyrediyormuş gibi yaparken dalıp dalıp gidiyorduk başka alemlere. Zihnim allak bulaktı. Bizi neyin karşılayacağını tam olarak bilmiyordum.
Yaklaşık iki saat süren bir yolculuktan sonra nihayet gideceğimiz yere varmıştık. Kardeşim arabayı iş yerinin hemen önünde parkettiği sırada içeriden bize doğru bakıyordu Mahmut. Gözgöze geldiğimizde sıcak bir karşılanma dilenir gibi gülümsedim içim buruk. Bizi gördüğünde boynumuza atılmasını beklemiyordum. Yinede aynı memleketin çocuklarıydık. En azından hafif bir gülümseme beklerken ifadesiz ve yorgun bakıyor olmasını garibsedim.
Kardeşim ani bir hareketle arbasından inip işyerinin kapısını telaşlı bir şekilde açıp içeri geçti. Biraz etrafına bakınıp birşeyler konuştuktan sonra dükkanı birlikte kapattılar. Ellerinde pizza paketleri arabaya doğru yürüdüklerinde ben de ifadesiz ve dalgın bir şekilde onları izliyordum.
Mahmut benim yaşlarında kısa boylu, esmer, dalgalı gür saçları olan zayıf biriydi. Oğlumun yanına ön koltuğa yerleşip emminiyet kemerini bağladı seri bir şekilde. Sanki gün içinden birden fazla karşılaştığı yabancılar gibi selamladı, soğuk ve iticiydi bakışları. Mahmut`la yıllar öncesinden tanışıyorduk, böyle bir karşılama bana doğru ya da hoş gelmedi. Kardeşimle birlikte kaç defa evimize gelmiş yemeğimizi yemiş, çayımızı içmiş güle oynaya sohbetler etmiştik. Şimdi bu ürpertten soğuk karşılama, bu yabancı duruş da neyin nesiydi. En azından çocuklara karşı biraz daha sıcak olabilirdi diye düşündüm. Evimin salonunda çocuklarımla şakalaşıp, kardeşimle güle oynaya vakit geçirdiği günleri çoktan unutmuştu o da.
“Vay be dedim içimden vay be!” Onları korkutan ya da rahatsız eden şey neydi. Ekmeklerine mi ortak olacaktım. Yardım mı dilenecektim. Avusturya´yı onlara dar mı edecektim. Kimbilir...
Linz´e doğru yol alırken arkamıza takılan trafik polisini fark eden kardeşim arabayı kenara çekti hemen. Arabanın etrafında dönüp sağa sola bakındıktan sonra farlardan birinin yanmadığı uyarısını yapan polis daha sonra emniyet kemerlerinin kontrolü için arabanın içine doğru baktı. Arabanın sağ ön tarafına doğru yürüdü ve durdu. Camdan içeriye baktığı sırada oğlum başını öne doğru uzatınca ön koltukta iki kişinin oturduğunu fark etti. Sırat çelimsiz ve küçük olduğu için fark edilmiyordu ilk bakışta. O ani hareketiyle polisin dikkatini çekmeyi başarmıştı oğlum. Kardeşim durumu kısaca izah ettiyse de kural kuraldı buralarda, çiğneyen sonuçlarına katlanmak zorundaydı. Polis ceza makbuzunu kardeşime uzattıktan sonra yola devam ettik. Avusturya`ya ilk adım attığımız andan itibaren bir talihsizlik almış başını gidiyordu. Huzursuzluğumuz iyiden iyiye artmıştı.
“Bizim yüzümüzden oldu. Ne kadar ödenecekse söyle sana geri ödeyeceğim. Sırat başını öne doğru eğmeseydi görmeyecekti polis. Oğlum, sen de sus pus hareketsiz kaldın yol boyunca. Şimdi ne oldu. Merakına mı yenildin.”
Sırat cevap vermeden arkasına yaslandı. İşittiği azardan çok cezaya sebebiyet vermekten dolayı çok üzülmüştü. Bugün için paranın hiç bir önemi yoktu. Ama o gün için çevremizde gelişen her şey bizi derinden etkiliyordu bir şekilde.
İnsanlar muhtaç olduğunuzu bildiklerinde çok acımasız olabiliyorlardı size karşı. Bunlar sizin en sevdiğiniz hatta en yakınınız olsalar bile!
Kardeşimin eşi cezayı duyunca kıyameti koparacaktı. Keşke o kadar çok eşya getirmeseydik diye düşündüm kendi kendime. Kimsenin huzurunu kaçırmak, sorun yaratmak istemiyordum. Canım iyice sıkılmıştı. Gerçi onların getirmemi istediği şeyler de az yer işgal etmiyordu.
“Senin yüzünden değil abla, far yanmıyor diye durdu arabayı polis. Benim ihmalim.”
Mahmut sevimsiz sevimsiz sırıtarak,
“Ayağınızın tozuyla ilk cezanızı yediniz. Siftahı yaptınız hadi hayırlısı gerisi gelir nasılsa...”
Sonra kardeşime dönüp ceza makbuzunu istedi ve miktarı sesli bir şekilde ortaya okudu. Sanki kardeşimin vermek istemediği cevabı vermeyi kendine görev edinmişti.
“Tamam ben öderim,” dedim.
Arkama yaslandım. Kızım başını göğsüme koydu, sarıldı sımsıkı. Sardım iyice, birbirimize tutunmaya ihtiyacımız vardı...
Sırf o, tren parası vermesin diye hem yolu uzatmıştı kardeşim hem de ceza yemişti. Arabaya en son binen, fazalalık olan Mahmut idi. O gün kendimi suçluyor, ezik his ediyor olsam da bugün dönüp geriye baktığımda olayları daha farklı görebiliyordum. Kendime ve çocuklarıma o kadar çok yüklendiğim için kendime kızıyordum!
Boşanma aşamasında kardeşim bana bir miktar para göndermişti. Kendisinden böyle bir talebim olmadığı halde üstelik. O günlerde paraya o kadar çok ihtiyacım vardı ki yine de tek kuruşuna dokunmamıştım. Çocuklarımı aç bırakmış yine de dokunmamıştım kardeşimin emanetine.
Nasıl kıymıştım ben çocuklarıma ah!
“Bu parayı sana yolluyorum ama buraya geldiğin taktirde parayı geri alacağım. Orada kalırsan senin olsun.”
Kardeşim tam da bunu söylemişti telefonda. Ben de bir kuruşuna bile dokunmadan saklamıştım emanetini. Avusturya`da işe girene kadar ihtiyacım olacaktı bu paraya. İşe başladıktan sonra geri ödeyecektim...
Normalde iki, iki buçuk saat olan yolumuzu uzatarak dört saatten uzun bir sürede nihayet Linz´e varmıştık.
Kardeşim bana dönerek uzun süren sessizliği aniden bozdu.
“Üzerinde ne kadar para var abla, benim beşbin Markı getirdin değil mi? Eve gitmeden bir yere uğrayalım. Borcum var dönerciye. Ödemeyi sonra da yapabilirim ama şimdi ödeyeyim de aradan çıksın. Biliyor musun burada da Urfa (Urfahr) diye bir semt var. Yazılışı farklı ama okunuşu aynı. Şimdi oraya uğrayacağız.”
Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemin belirmesiyle kaybolması bir oldu. Sanki benimle sohbet etse kendimi iyi his edecektim. Umutlandımsa da...
Ülkemden bir şehrin adının burada bir mahallenin ismi olması, az da olsa içimde sevinç uyandırmıştı. Daha yeni ayak bastığım gurbette sılayı özlemek de neyin nesiydi. Aslında benim için bu çok doğal bir şeydi. Köklerime sıkı sıkıya bağlıydım. Alışkanlıklarından ve sevdiklerinden kolay kolay vazgeçecek bir yapıya sahip değildim.
“Binikiyüz Schilling var. Bir de senin vermiş olduğun para.”
Bir süre bu parayla idare etme fikrini kardeşimle daha önce paylaşmıştım aslında. Çantamdan çıkarıp parayı uzattım hemen... Şehrin merkezinde bir dönercinin önünde durup arabadan indikten kısa bir süre sonra geri geldi.
Ne düşüneceğimi ne yapacağımı bilmiyordum artık. Daha ilk günden korkutmuştu beni bu soğuk ülke. Gurbet desem sırıtacak belki...
Ertesi gün pazar olmasına rağmen Mahmut evine gitmek istediğini söylediği için kardeşim önce onu evine bıraktı. Kardeşim gel oturur sohbet ederiz diye ısrar ettiyse de ikna edemedi.
“Önce sizin eve mi gidelim abla, yoksa bizim eve mi.”
“Sen bilirsin,” dedim boynumu hafiften bükerek, kararsız... Artık her şeyi siz bileceksiniz... İçimden sadece içimden konuşacaktım uzun bir süre daha! Bu kendini o kadar net belli ediyordu ki canımı yakıyordu. Sen bilirsinlere alışmalıydım! Daha çok şeye boyun eğecektim...
Ne zaman özgür olacaktın, Sabır! Aciz ve onursuzca boyun eğecektin yine insanlara. Kendimi kapana sıkışmış bir fare ölüsü gibi hissediyordum. Murdar olan ben miydim kapan mı!
“Önce bize getirdiğin eşyaları bizim eve bırakalım, sonra da sizin eşyalarınızı bırakırız. Bir kaç gün bizim evde kalabilirsiniz, ondan sonra tek başınasınız. Kendi evin de var. Benim sana yapacağım bu kadar. Herkesin kendi hayatı var.”
Yorgunluk ve hayalkırıklığıyla sessizce cevap verdim.
“Ben, zaten kimsenin evinde rahat edemem. O yüzden; gelmeden önce bizim için ev tutmanı istemiştim.”
“ Fazla bir beklentin olmasın o yüzden söylüyorum. Zor olan buraya gelmendi onu da yaptım benden bu kadar.”
“ Ben kimseden bir şey beklemiyorum zaten, getirmiş olman fazlasıyla yeter. Allah razı olsun!”
Çocukların uykusu gelmiş, açıkmış olmalarına rağmen çıtları çıkmıyordu. Kardeşimin evinin önüne geldiğimizde hepbirlikte indik arabadan. Onlara getirmiş olduğum eşyaları çıkarıp kendisine uzattım tek tek. Küçük yeğenim aşağıya inmişti bir tek. Lakin soğuk esen rüzgarlardan o da nasibini almıştı. Çok sıcakkanlı olmasına rağmen o da farkında olmalıydı bir şeylerin. Türkiye`den başka bir ülkeye temelli yerleşmeyi ya ben abartıyordum, sıcak bir gülümsemeyle hoşgeldin bekleyerek... Ya da bana ne işin var burada seni istemiyoruz diyorlardı açıkça.
Nerde o bizim uzaktan gelen misafirleri karşılama heyacanını barındıran sevincimiz. Hepsi birden cin çarpmış gibi bakıyorlardı yüzümüze. Oysa ne indik ne de cindik. Çocuklarıyla birlikte hayatta kalma savaşı veren tek başına çaresiz bir kadındım işte.
Kardeşim eve eşyaları çıkardıktan sonra bir arkadaşıyla birlikte aşağı indi bir süre sonra. O da soğuk bir hoşgeldin dedikten sonra arabaya bindik. Bizim eve doğru yola koyulduğumuzda başımıza gelecekler beni tirtir titretiyordu. Evimiz büyük bir binanın sekizinci katıydı. Kırkmetre kare. Eve girdiğinde solda banyo tuvalet içiçeydi. Küçük giriş mutfağa açılıyordu, ordanda yatak odasına ve ordanda balkona geçiliyordu. Mutfak aynı zamanda oturma odasıydı. Küçücük bir koltuk ve sehpa zor sığdırılmıştı. Koltuğun ucuzluğu o kadar çok sırıtıyordu ki üzerine oturmadan, tahtalarının üzerine oturanın bir yerlerine batacağını tahmin edebiliyordunuz. Yatak oddasında boydan boya bir elbise dolabı vardı ev sahibine ait, eski. Üst üste konulmuş iki kişilik ranza çocuklar içindi. Mutfaktaki koltukta, koltuk sayılırsa tabi orada da ben uyuyacaktım. Ve yine ucuz, mavi üzerine beyaz desenli halı serilmişti mutfağa ve yatak odasına. Ev, sekizinci kat olmasına karşın karanlıktı. Mutfağın camı hem küçük hem de balkonun karşı duvarına bakıyordu. Yatak odasının penceresi yoktu, pencere görevi gören balkona açılan kapı boydan boya camdandı. İç balkon idi ve daire binanın içine gömülmüş gibiydi. Eşyalarımızı bıraktıktan hemen sonra kardeşim bana dönüp,
“ Evini beğendin mi abla. Naz hazırladı her şeyi. Beni karıştırmadı. Kendisi yapmak istedi alisverişi vs... Evi de o buldu!”
“Çok güzel, çok beğendim, eline sağlık.”
Lüks arayacak durumda değildim. Kimseye yük olmadan çocuklarımla birlikte sığınacağım bir yer olması benim için yeterliydi. Hep birilikte aşağıya inip arabaya bindikten sonra tekrar kardeşimin evine doğru yol aldık. Nasıl karşılanacağımızı bildiğim için huzursuz idim. Belli etmemeye çalışıyordum. Ne kadar başarılı olduğumu bilmesem de soğukta üşüyen bir serçe kadar korumasız his ediyordum kendimi. Önde kardeşim ve arkadaşı binanın merdivenlerinden yukarı çıkmaya başladık. Adımlarım geri geri gidiyordu. Mecburdum çıkacaktım karanlığa çıkan bu yokuşu. Dil bilmiyordum, kimseyi tanımıyordum, herşeyden önemlisi işim yoktu! Çok az param vardı. Muhtaçtım işte onlara! Bunun farkındalığıyla bu kadar zalim davranmıyorlar mıydı zaten!
Evin kapısı arkaya kadar açıktı, kapıda dayımın kızı Halime asık suratıyla, duvar gibi bize bakıyordu. Kısa boylu, kara kuru bir şeydi zaten. Suratını asınca daha çirkin görünüyordu sanki. Benimle alıp veremediği neydi acaba? Ben, onları ne kadar içten, güleryüzle karşılayıp ağırlamıştım, hediyeler vs...
Annem için yeğenleri ve kardeşleri hep çocuklarından önde olmuştu. Onlara verdiği emek bize verdiğinden kat kat fazlaydı. Soğuk bir hoşgeldin deyip bizi evin salonuna aldı biricik kuzenim. İçeride daha önce tanımadığım Melehat isminde bir bayan ve demin bizimle eşyaları taşıyan eşi Hüseyin, salonun ortasında ayakta duruyorlardı. Selamlaştıktan sonra sol tarafa geçip oturdular. Kuzenim de yanlarına oturdu. İçerde soğuk bir esinti vardı. Ben de çocuklarımla birlikte koltuğun sağ tarafına, ucuna doğru emanet oturduk. Diken üstündeydik işte.
Naz, mutfakta olmalıydı. Kardeşim yemek masasını hazırlıyordu. Biz misafiri kapıda karşılardık ya şimdi bu durumu garipseyecek halim de yoktu. Ne haddime! Gelişen her şey istenmediğimi yüzüme vuruyordu zaten utanmazlık edip sorgulayacak değildim. Uzaktan gelmiştim, hiç kimse nasılsın vs. gibi sorular sormuyordu. Kuzenim annemi yani halasını bile sormamıştı. Karşısında düşmanı var gibi sevimsiz ve sert bakıyordu. Ürperip, bakışlarımı aşağıya doğru çevirdim. Yanımda oturan çocuklarımı bir kolumla iyice sardım. Onların varlığı bana güç veriyordu. Salondaki sessizliği yarım saat kadar sonra Naz´ın adım sesleri bozdu. Hızlı adımlarla bana doğru yürüyordu hışımla. Tirtir tittereyen ellerinden birini uzatırken gözlerinin içine ürpererek baktım. Kobra yılanı gibi tepemde tıslıyordu. Gözlerindeki kini bana doğru püskürtten bakışları iliklerime kadar tittretti beni...
Boğuluyordum. Onurumu hiçe sayıp susuyordum. Susmak zorunda his ediyordum. Bana, “hoşgeldin” dediğinde sesindeki nefret hissedilir derecede kendini açığa çıkarıyordu. Sinirden zangır zangır titriyordu. Bıraksalar orda beni ve çocuklarımı öldürecek ve bundan derin bir haz alacaktı. Dişleri, sesi, elleri zangır zangır titreyerek üzerime doğru eğilişi kobra yılanının güne damgasını vuran son darbesiydi sanki!
Bu ard arda gelen artçı depremler aynı zamanda gelecek olan büyük depremlerin de habercisiydi!
Yıllar geçtiği halde etkisinden kurtulamadığım yaraları açan o kadına diyecek tek sözüm yok, şu an bile. Halen korkuyorum ondan ve yapacaklarından. Upuzun bir suskunluğa gömüp, dara çekmişti bizi bu zalim kadın!
Kardeşim sofrayı hazırladıktan sonra, arkadaşlarını sofraya buyur etti! Bizi buyur etmek hiç birinin aklına gelmemişti. Zaten yiyecek durumda da değildik. Hepsi birden masaya geçip yemeğini iştahla yemeğe başladılar ve biz orada yokmuşuz gibi davrandılar. Kardeşim de yemeğini yiyiyordu ama suratı kıpkırmızıydı, onun bu çaresizliğini gördüğümde kime yanacağımı şaşırdım. Orada yokmuşuz gibi sessizce oturduk, çocuklarım bana sokulmuşlar mahsun ve şaşkın yüzüme bakıyorlardı. Biliyordum açlardı, susamışlardı. Kardeşimin arkadaşları bir yandan yemek yerken arada bir bize kaçamak bakışlar atıyorlardı. Onlara doğru bakmıyor olsam da bakışlarını ara ara üzerimizde his eder gibi olmuştum. Aradan onbeş yirmi dakika geçtikten sonra, Hüseyin bizi göstererek,
“Uzun yoldan gelen onlar, açıkmışlardır. Biz zaten burdaydık, çağırın misafirlerinizi gelip masaya otursunlar.”
“ Abla siz de gelip otursanıza.” Ahmet üzgün ve mahçup bakıyordu.
O sofraya oturmak kendime yapmış olduğum en büyük hakaretti. Resti çekip o evden çıkıp gitmeliydim. Yapamadım, kahretsin ki yapamadım! Eğer o sofraya oturmazsak huzursuzluk çıkacaktı kardeşimle eşi arasında. Buna sebeb olmamak adına çocuklarımı alıp sofraya oturdum. İçimde kopan kıyamet alemetini hisettirmeyecektim kimseye.
“ Şunlarda domuz yok, gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz, şunlardan yiyin kesin seversiniz.” Kardeşim ortada bir tabağı göstererek.
Başım önde sanki hiç bir şey olmamış gibi yemeğimi yiyecektim. Elime bir dilip pizza alıp ağzıma götürdüm. Zor bela ucundan ısırdım, çiğneyemiyordum... Avusturya´ya adım attığım andan itibaren esen soğuk rüzgalar karşısında kendimi korumasız bırakmış olmak gururumu çok incitmişti. Öyle bir içerlemiştim ki gözyaşlarımı kontrol edemeyeceğimi anlayınca pizza dilimini tabağa geri bırakıp banyayo gidip kapıyı arkadan kilitledikten sonra lavabonun musluğunu sonuna kadar açtım. Hıçkırıklarıma engel olmam imkansızdı artık. Boğuluyordum. Aniden boşalan gök gibi, kabararak bentlerini yıkan ırmaklar gibi aktı gözpınarlarım. Kendime küfür ede ede ağladım, ağladım, ağladım... Bir süre sonra kendimi toparlama mecburiyetini hatırlayıp, yüzümü alelacele yıkadıktan sonra hiç bir şey olmamış gibi geçip salondaki koltuğa oturdum. Oradaki herkes duymuştu ağlamalarımı ve duymazdan gelmişti. Bu benim açımdan da iyi olmuştu. Naz´ın huzuru her şeyden önemliydi. En başından beri yaptıkları gibi bizi yine yok saymışlardı. Çocuklarımda yemek yemeyip koltuğa geçmiş ağlamaklı, iç içe geçmiş suspus oturuyorlardı. Kendime doğru çekip sarıldım çocuklarıma, saçlarını okşayıp yüzlerine gülümsedim. En çok da onlar için canım yanmıştı! Ve sadece onlar için onurumu ayaklar altına almalarına izin vermiştim. Kardeşim ve bizim dışımızda herkesin morali oldukça iyiydi. Yemeklerinin üzerine çaylarını içip, biz yokmuşuz gibi sohbetlerine devam ettmişlerdi. Seyirci bile değildik orada, yok saydıkları her hangi bir eşya bile değildik. İstanbul´daki evden , öğlen oniki gibi havalimanına doğru yola koyulmuştuk şimdi saat gecenin yarısını geçiyordu. Topu topu oniki saat ya da biraz daha fazla zaman geçmişti. Bu süreç içerisinde umudun jet hızıyla çaresizliğe dönüşmesi beni şaşırtsa da yok saydığım bir şey değildi. Bu kadarını da beklemiyordum, o ayrı. Naz´ın bizi sevmediğini biliyordum bilmesine de nefret ettiğini de bu şekilde öğrenmem gerekiyormuş demek. Peki, kuzenim ve diğerleri ortamı yumuşatmak yerine neden ateşe körükle gitmişlerdi. Oh olsun geldin ve gördün der gibi tavır sergilemişlerdi.
O gece sabaha kadar çocuklarıma sarılıp sessizce ağladım. Küçücük, yumuşacık elleriyle gözyaşlarımı silerek bana eşlik eden bebeklerimle yapayalnızdık dünyada.
“Ağlama, lütfen anne... Naz yenge bizden ne istiyor. Biz ona bir şey yapmadık değil mi anne... Bizim de evimiz var hem, gideriz buradan da... Ağlama...”
Bir anne çocuklarının yanında ağlamamalı, hele de çocukları küçükse...
Umut uydurulan kuyruklu bir yalandı, tutundum var gücümle!
sude nur haylazca
YORUMLAR
hayatımın belirli dönemlerinde içine hapsolduğum bir mağara, muhtaç olmak. mağaradan kafanı çıkarıp bakıyorsun, hemen dışarıda tanıdık bir dünya, her şey bildiğin gibi işte; insanlar gülüyorlar, konuşuyorlar, bazen ağlıyorlar, kavga ediyorlar... tanıdık dünyanın en tanıdık insanları, ama o an her şey öylesine yabancı ki... içinde bir korku, gözlerini kaçırıyorsun. mağaranın içine, ta derinlere kaçmak istiyorsun. karanlık. ve mağaranın dışına atıyorsun kendini, korkularına tutunup, onları kırbaçlıyarak.