- 1180 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hermann Hesse: Kent
"İlerliyoruz!" diye bağırdı mühendisi, inşaatı dün tamamlanmış demir yolu hattının, bu ikinci gelen kömürü, alet edavatı, gıda maddeleri ve insan dolusu tren. Preri sessizce kızarıyordu sarı güneşin altında, mavi puslu duruyordu yüksek ufukta ormanlı dağlar. Yabani köpekler ve şaşkın kır mandaları izliyorlardı, bozkırda işin ve kalabalığın nasıl yoğunlaştığını, yeşilin toprağında kömür lekesi ve külün ve kağıdın ve tenekenin nasıl oluştuğunu. İlk planya cırldıyordu tevahhuş toprağın üzerine, ilk filintanın atışı gürledi ve dağlıkta yuvarlandı. İlk örs ince tonda çınlıyordu hızlı çekiç darbeleri altında. Tenekeden bir ev oluştu, ve bir sonraki gün ağaçtan, ve diğer bir şeyden, ve gündelik yenileri, ve yakında taştan olanları. Yabani köpekler ve mandalar uzak durdular, dolay evcil ve verimli oldu, daha birinci ilk baharda dolgun yeşil meyve esiyordu ovalarda, avlular ve ahırlar ve ambarlar çıkıyordu bundan, sokaklar çiziliyordu doğanın içinden. Tren istasyonu oldu ve açılışı yapıldı, ve hükümet binası, ve bankası, bir kaç aydan az yaş farkı olan kardeş şehirler büyüdü yakınlarda. Tüm dünyadan işçiler geldi, köylüler ve şehirliler, tüccarlar ve avukatlar, vaizler ve öğretmenler, bir okul kuruldu, üç dini cemiyet, iki gazete. Batıda petrol kaynakları bulundu, büyük bir refah geldi genç şehire. Bir yıl geçmedi, yankesiciler ve de muhabbet tellalları türedi, soyguncular, bir mağaza, alkol karşıtları birliği, Parisli bir terzi, Bavyeralı bir birahane. Komşu şehirlerle rekabeti arttırıyordu gelişimin süratini. Hiç birşey eksik değildi, seçim konuşmasından greve kadar, sinemadan ruhaniler derneğine kadar. Kentte Fransız şarabı, Norveçli ringa balığı, İtalyan sosisi, İngiliz kumaşı, Rus havyarı mevcuttu. İkinci sınıf şarkıcılar, dansçılar ve müzisyenlerin uğrak yeri haline gelmişti belde. Ve yavaş yavaş bir kültürde gelmeye başladı. Başlangıçta bir kuruluş olan şehir, bir yurt olmaya başlamıştı. Buranın bir tarzı vardı, selamlaşmada, bir tarz, karşılaşırken baş sallamada, başka şehirlerin tarzlarından inceden hafif farklı. Kentin kuruluşunda pay sahibi olan adamlar, saygı ve rağbet görüyorlardı, ufak bir soyluluk ışıldayarak. Genç bir nesil yetişmiş, kent gözüne çoktan eski geliyordu, neredeyse ebediyen var olan yurdu gibi. İlk çekiç darbesi çınlıyalı, ilk cinayet işleneli, ilk gazete baskıya verileli, uzak geçmişte kalmış, çoktan tarih olmuştu. Kent komşu şehirlere hükmediyordu ve civarın başkenti olmaya kadar yükselmişti. Geniş ve ferah caddelerde, bir zamanlar kül yığınlarının ve su birikintilerinin arasında tahtadan ve ondüle sacdan ilk kulübelerin oldukları yerlerine ciddi ve saygıdeğer kamu binaları ve bankalar, tiyatro ve kiliseler yükseliyordu. Öğrenciler gezinerek gidiyorlardı üniversite veya kütüphaneye, ambulanslar usulca ulaşmaktaydı kliniklere, bir millet vekili fark edilip selamlanıyordu aracında; taş ve demirden yapılmış yirmi devasal okul binasında her yıl konuşmalar ve şarkılar eşliğinde kutlanıyordu şanlı şehrin kuruluşu. Geçmişteki preri; tarlalarla, fabrikalarla, köylerle örtülmüş, yirmi demiryolu hattı geçiyordu içinden. Dağ silsilesi yakınlaşmış ve teleferikle uçurumun kalbine kadar bitişmişti. Orada, veya uzakta deniz kenarında zenginlerin yazlık evleri vardı. Kuruluşundan yüz yıl sonra bir zelzele şehiri en küçük parçasına varana kadar yere serdi. Tekrardan doğruldu ve ahşap olan ne vardı ise taş oldu, küçük olan herşey büyük, dar olan herşey bol. Tren garı, ülkenin en büyüğü, borsa ise tüm kıtanın. Mimar ve sanatkârlar gençleşmiş kenti kamu daireleri ile, tesisler, çeşmeler ve anıtlarla süslediler. Bu yeni yüzyıl içerisinde kent ülkenin en güzel ve en zengin kenti ünvanına erişmiş, görülmeye değerler arasında gösteriliyordu. Yabancı şehirlerden siyasiler ve mimarlar, teknisyenler ve belediye başkanları, yapıtları, su borularını, yönetmeliği ve diğer kuruluşları, incelemek üzere yolculuk yaparak geliyorlardı. O dönem başlamıştı yeni belediye sarayının inşası, dünyadaki en büyük ve enfes yapıtlardan bir tanesi, ve o dönem başlayan zenginlik ve kentsel gurur - genel beğeni - mutlu bir kalkınma ile birlikte, yapı sanatı ve heykeltraşla herşeyden önce, buluşunca, hızla büyüyen kent gözüpek ve hatrısayılır bir şaheser olmaktaydı. Yapıtları istisnasız kıymetli açık gri taştan olan iç semtlerine genişçe yeşil bir kemer sarıyordu harika parklar, ve bu halkanın biryerlerinde kayboluyordu mahalle mahalle evler uzaktaki açık alan ve kırsala. Çokça ziyaret ediliyor ve hayranlık uyandırıyordu muazzam müzenin yüze yakın salonunda, avlularında ve de lobilerde, gelişimi sergileniyordu kent tarihinin oluşumu ve de son halini alana dek. Tesisin girişteki ilk müthiş avlusu geçmişteki preriyi teşkil etmekteydi, özenle bakımı yapılmış bitkiler ve hayvanlar ve aynen maketleri en erken sefil evlerin, dar sokakların ve kuruluşların. Genç nesil gezip dolaşıyor ve gözlemliyordu tarihinin gidişatını, çadır ve ahşap ambardan başlayarak, ilk engebeli demir yolundan kent caddelerinin parlaklığına kadar. Ve öğreniyorlardı bunlardan, öğretmenlerinin önderliğinde ve talimatları doğrultusunda, gelişimin ve ilerlemenin o güzelim kanunlarını kavramayı, çiğ olandan narin olanı gibi, hayvandan bir insanı, yabaniden eğitilmişi, ihtiyaçtan sonra fazlalığı, doğadan bir kültürün nasıl oluştuğunu. Sonraki yüzyılda kent parlaklığının doruk noktasına ulaşmış, bereketli zenginlik geliştiriyor ve hızla yükseltiyordu, ta ki alt sınıfların kanlı devrimi bunu hedef alana dek. Öfkeli kalabalığın eylemi bir kaç mil ötede bulunan birçok büyük petrol işletmesini yakarak başladı. Toprağın büyük bir bölümü fabrikaları, avluları ve köyleriyle beraber hem yanmış hem tenhalaşmıştı. Kent her türlü dehşeti ve katliamı yaşasada, ayakta kalmayı başardı ve temkinli onyıllarda tekrar yavaş yavaş toparlandı, önceki hızlı hayat ve inşaatlar bir daha olmaksızın. Bu kötü dönem esnasında uzak topraklardı denizler ötesinde birden yeşeren, buğday ve demir ihraç eden, gümüş ve daha başka hazineler vermeye istekli bitmek tükenmek bilmeyen verimli yerler. Yeni toprak arta kalan tüm gücüyle, geçmiş dünyanın azmini ve arzularını peşinden sürüklüyor, yerden şehirler yeşeriyordu geceleyin, ormanlar kayboluyor, şelaleler zapt ediliyordu. Güzel kent yoksullaşmaya yüz tutmuştu. Bir dünyanın kalbi ve beyni değildi artık, birçok ülkenin pazarı değil borsası değildi. Hayatta kalmakla ve yeni zamanların gürültüsü arasında tamamen solmamakla yetinmeliydi. Boşta gezen takatının, eğer uzaklara yeni dünyaya kaybolmamışsa, yoktu inşa edebileceği ve de ele geçirebileceği ve az alışverişi birazda kazanç, bunun yerine senin o ağarmış kültürünün yurdunda aydın bir hayat filizleniyordu, bilgin ve sanatçı çıkarıyordu sessizleşen kent, ressam ve şair. Bir zamanlar o genç yerlere ilk evleri yapanların evlatlarıydı, kendilerini tebessümlü sükut içinde, geç açmış çiçeğin aydın keyfine ve çabasına taşıyan, hüzünlü ihtişamını boyuyorlardı eski yosun tutmuş aşınmış heykelli ve yeşil sulu bahçelerin ve yumuşak mısralarla söylüyorlardı eski kahramanca o zamanın uzak kalabalığının şarkısını veya yorgun insanların eski saraylardaki sessiz hayal edişlerinin. Böylece kentin adı ve şanı yeniden yankılanıyordu dünyada. Dışarıda savaşlar halkları sarsarak dev yükümlülükler altında bırakırken, burada suskun halvetle hüküm süren barış ile o batmış parlak dönem şafak sökerken; çiçek dalları ile sarılı sokaklar sükunet içinde, hava renginde devasal yapıların cepheleri sessiz meydanlarda hayal kurmaktaydı, süzülürken su usulca nağmeler eşliğinde yosun tutmuş kovasından kuyusunun. Şairlerin seslendirdiği ve aşıkların ziyaret ettiği bu eski hayalperest şehir kimi yüzyıllarda daha genç dünyalar için saygıdeğer ve sevilen bir yerdi. Lakin insanoğlu hayatını giderek dünyanın başka bölgelerine ötelemekteydi. Ve kentin yerli ailelerinin evlatları tükenmekte veya harap olmaktaydı. En son yeşeren zihinsel bitki hedefe çoktan ulaşmıştı, ve geriye sadece çürümekte olan bir doku kalmıştı. Daha küçük komşu şehirlerin tamamen kaybolmasının üzerinden uzunca zaman geçmişti, sessiz harabelere dönmüş, artık yabancı ressamları ve turistleri ağırlıyor, artık çingeneler ve firari mücrimler ikametgah ediniyorlardı. Kentin kendini bağışlarken bir zelzele nehrin akışını değiştirmiş ıssızlaşan toprağın bir yanı bataklık, diğer bir yanı kuraklık olmuştu. Ve dağlardan beriye, eski taş köprülerin ve köy evlerinin dökülerek ufalandığı yerden orman çıkıyordu, o eski orman çıkıyordu usul usul. Uzakça serilmiş görüyordu etrafı tenhalaşmış ve yeşil dairesine çekiyordu adım adım, bir bataklığın üzerinden geçiyordu fısıltısıyla yeşilin, orada bir kayalık vardı - genç, diri bir çamlık ile. Kentte yaşayan bir vatandaş yoktu sonunda, sadece serseri gürûhu, gaddar, yabani bir halk, geçmişten kalma yılık, harabe şatolara sığınmış, cılız keçilerini eski bahçe ve caddelerde otlatıyordu. Bu son toplulukta gitgide hastalıklardan ve anlamsızlıktan kaybolmuştu, bataklık olalı yörenin tümünde yüksek ateş yaygınlaştı ve terkedilmiş hale geldi. Bir zamanların tüm onurunu teşkil eden belediye sarayının kalıntıları hâlâ yüksekliğini ve ihtişamını korumaktaydı, tüm dillerin şarkılarında seslendiriliyor ve şehirleri ile kültürleri benzer şekilde harap olmuş komşu halkların hikayelerine konu oluyordu. Kentin ismi ve geçmişteki ihtişamı melankolik çoban türkülerinde ve çocukların korku hikayelerinde çarpıtılıp değiştirilmiş halde ortaya çıkıyordu, ve zamanları yeşeren uzak toplumların bilimcileri araştırma amaçlı geliyorlardı, uzak ülkelerin ilk okul çocuklarının heyecan verici gizemini konu ettikleri, tehlikeli ve yıkılmış kente. Saf altından saray kapıları ve içi mücevherlerle dolu anıtlar varmış orada, ve azgın göçebeler o eski eşsiz dönemin kayıp kalıntıları arasında bin yıllık bir sihir sanatı geçirmişler ellerine. Lakin orman dağlardan ovaya doğru inmeye devam etmekteyken, göller ve akarsular oluşup tekrar kaybolmaktaydı, ve orman giderek yakınlaşıyor ve tüm toprağı tutup sarıyordu, kalan eski sokak duvarları, şatolar, mabetler, müzeler, ve tilki ve sansar, kurt ve ayı yerleşmişler ıssızlığa. Bir tek taşı gün ışığı görmeyen düşmüş bir şatonun üzerinde genç bir çam ağacı duruyordu, bir yıl evvel başlıca habercisi ve öncüsüydü büyümekte olan ormanın. Lakin şimdilerde o da yeni nesile doğru bakıyordu. "İlerliyoruz!" diye bağırdı bir ağaçkakan, ağacın gövdesine vuruyordu, ve büyüyen ormana baktı ve yeryüzünün harika, yeşeren ilerleyişine memnuniyetle.
(Hermann Hesse, 1910, Almanca’dan çeviren: Erhan Balaban)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.