- 1912 Okunma
- 21 Yorum
- 0 Beğeni
İKİ KÖTÜ ŞEY
On altı yaşındayken bir partinin il başkanlığına üyelik için mektup yazdım. Beni ciddiye alacaklarını sanmıyordum. Fakat bir ay sonra partiden cevap geldi. Zarfı annemle birlikte açmak için akşama kadar eve dönmesini bekledim. Sonunda pencereden geldiğini gördüm. Sırtında kocaman bir ot yığını taşıyordu. Alnındaki çatkı neredeyse gözlerini kapatmak üzereydi. Kıpkırmızı yüzünden terler damlıyordu. O an mektubu ondan önce okumam gerektiğini düşündüm. Belki de zarfta beklediğim gibi güzel bir haber yoktu. Hatta beni aşağılayacak şeyler de yazmış olabilirlerdi. Mektupta öylesine uçuk hayallerden söz etmiştim ki, benimle dalga geçmeleri çok da şaşılacak bir şey olmayacaktı. Anneme bu zevki tattırmamalıydım. Ona “Senin bir aptal olduğunu söylemiştim. Şimdi resmi ağızlardan da bunu öğrenmiş oldun” cümlesini kurma keyfini yaşatamazdım. Zarfı çabucak açtım. Kağıdın başındaki parti logosunu görünce kalbim duracak sandım. Kendimi önemsenmiş hissediyordum ama yine de tedbirli davranıp içimdeki pozitif duyguları bastırmaya çalıştım. Mektupta yaşıma rağmen büyük fikirlerin sahibi olduğumu, gelecekte yani on sekizi doldurduğumda beni aralarında görmekten mutlu olacaklarını yazıyordu.
Annem yanıma oturduğunda boynuna sarılıp ağladım. Hiçbir şey sormadı. Ona mektubu okudum. Bana inanmadı, tekrar tekrar kağıdı okudu. Sonra bana baktı. Gözlerinin derinlerinde ilk defa benimle gurur duyan bir anne gördüm. Belki çok cılız bir gölgeydi bu ama oradaydı, kesinlikle oradaydı.
Gülümsedi. Uzun zamandır yüzünde gördüğüm en canlı tebessümdü bu. Yanağındaki gamzesi yıllar sonra yeniden ortaya çıkmıştı.
“Bu babanın partisiydi” dedi. “Keşke o da bu mektubu görebilseydi.”
Birlikte bir süre babamın duvardaki resmine baktık. Çok mutluydum ve annemin bir an önce yanımdan kalkıp gitmesini diliyordum. Çünkü her an bu mutlu tablo bozulabilir, annem ve ben yeniden eski halimize dönebilirdik.
Annem topallaya topallaya mutfağa doğru yürürken hala gülümsüyordu. O zaman düşündüm ki, belki de bu evdeki karanlığın suçlusu annem değildi. Onu yıllarca boşa mı suçlamıştım? Karanlık olan ve etrafına kötülük yayan ben olabilirdim. Mektubu avcumun içinde buruşturup mutfağın kapısına dikildim. Lanetlenmiş olabileceğimi düşünüyordum. Bunu mutlaka anneme sormalıydım.
“Anne, 1978 yılında kötü bir şey olmuş muydu?”
Tencerenin dışını külle ovuyordu. O güzel tebessüm hala yanağındaydı. Hiç benden yana dönmeden cevap verdi.
“Bir değil iki kötü şey oldu.”
Tahmin etmiştim! Uğursuz bir yılda doğmuştum. Yaşadıklarım ne annemin suçuydu ne benim. Kaderimiz böyle imiş. Merakla o iki kötü şeyin ne olduğunu söylemesini bekledim. Ancak bunları öğrendiğim zaman bulmacanın tamamı çözülmüş olacaktı.
Çenesi omzuna gelecek kadar benden yana döndü.
“Birincisi sana gebe kaldım. İkincisi seni doğurdum.” dedi. Annem dedi bunu. Benim annem dedi…
YORUMLAR
Gerçeklerin, ezberlenmiş romantizmi yerle bir etmesi diyebiliriz buna, çok güzeldi, selamlar.
Aynur Engindeniz
Önder Kızılkan
1977 ve 1978. o yıllarda askerdim. önce sivas sonra kars. bahsini ettiğin parti hangi partidir bilmeyiz ama iktidardaki parti bellidir, o bilinir. özü de sözü de bilinir. bu günlere nasıl geldiğimizi de o çok iyi bilinir.
77 deki işçi bayramı kutlamalarında taksimdeki provakosyanda 41 emekçi hayatını kaybetti. 41 güzel insan.
1978 onun yıl dönümüydü.
tek kötü şey...
unutmamak, unutturmamak lazım!
sevgilerimle...
Tevfik Tekmen tarafından 12/7/2017 8:33:44 PM zamanında düzenlenmiştir.
Gündüzün ardında gece gelir, birbirini kovalar zıtlıklar. Ve ucu ucuna bir birini tetikler. Iki kötü şey aynı zaman da iki iyi şeydir. Annenin karanlığı da aydınlığı da çocuklarıdır aslında. Elini kolunu bağlar annenin çocuk. İçindeki güneş iken dışı karanlığa keser insanın bazen. Bu da öyle bir şey. Anneyi düğüm yapmış o iki kötü şey, iki iyi şeyi bir arada tutuyor aslında. Hiç öyle görünmese de.
Selamlar,
Sevgiler.
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
öyküdeki kızın yerinde ben olsaydım gıdıklardım anneyi, gülerken ölsün diye...:)) DDD..
lacivertiğnedenlik
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
Bunlar ne ki Deniz korkasın. Neler var, ölmeyene neler var...
Ömrüne bereket.
(Bekliyorum bak bu tarafta.)
Aynur Engindeniz
deniz-ce
Vaktinden evvel giden bir koca, onu bu hayat denen iki değirmen taşının arasında bir kız çocuğuyla yapayalnız bırakan kader. İnsan en yakınındakine kusar ya bazen içine başkaları tarafından üflenen nefretini, annenin yaptığı da bu sadece.
Okumayı çok istediğim romanından bir bölüm bu yazı, öncesi ve sonrası bi başından bi sonundan çekiştiriyor çünkü yazının.
Ne diyeyim sevgili Aynur, yazarlık yolun açık ve aydınlık olsun. Sonsuz başarılar diliyorum sana bu yolda.
Sevgiler.
Aynur Engindeniz
Dileyen, emek veren herkesin yolu açık olsun dilerim. Sana da çok çok başarılar. Aldırma/gülümse.
sevgilerimle.
Uçlarda gezinen bir seyyah belki de içselleşen düşlerimiz ya da durağan bir göl çağlayanları dahi tehdit eden.
Un ufak olan nidalar ya da şaibeli bir rota ve demlendikçe annenin sözlerinde fıtratına uygun olmayan bir çağrıyı da duymazdan gelen ayak sesi geçmişin.
Gelecek kaygılarında bile dünü suçlayan belki de gizem bilip açığa çıkmasından korkulası.
Beyin fırtınası yaratan eşsiz bir çalışma belli ki ustanın kaleminden çıkmış.
Biraz küskün müyüm nedir kaleme de okumakla mutlu oluyorum bu aralar belki de kalemdir küskünlüğü ilan eden.
Sussak olmuyor ama konuşmak da yorucu.
Bir ikilem ve dengeyi kuran sadece iç sesin uzantısında üç beş cümleyi dost bilip dostlara sığınmak.
Gizemin teftişi aslında açık uçlu bir soru ile de eş tutmak hayatı.
Soru sormayı bırakmak en huzur veren ve yine tutunduğumuz hangi yürekse sanırım güven telkin eden o sıcaklığı derinlerde hissetmek.
Kutlamak yetmez bu anlamda en iyi dileklerimi de gönderiyorum ve sevgimi.
Kabul buyurun lütfen sevgili yazarım.
Sevgimle her daim sevgili Aynur Hanım.
Aynur Engindeniz
Eğer yazamadığınızı devam edemeyeceğinizi düşünüyorsanız kitaplara yönelmelisiniz. Geçici bir dönemdir. Hepimizde olur. Küskünlük demeyelim de üretememe diyelim bence.
Çok teşekkür ederim okuduğunuz için.
Sevgilerimle.
Gülüm Çamlısoy
Dönemsel bir kaygı olsa keşke belki de yazılar ve şiirler yorumsuz ve sahipsiz kalırken kendimi esefle kınadığım.
Kendimi tekrarlamamak adın aslında mücadelem bu anlamda esin kaynağı farklı kalemler ve farklı eserler tıpkı her yazdığınız bana ilham olurken.
Bu anlamda ben teşekkür ederim zira epeydir öykü yazmıyordum ve bu gün eklediğim öykü ile bu engeli aştım.
Kaygılar değişken belki de kendimize olan inancın örselendiği yine dış etkenleri göz ardı edemezken...
Yorumlarınızı özledim ve elbette ışık tutan eleştirilerinizi de. Başımın tacıdır her sözünüz ve varlığınız.
Sonsuz sevgimle.
Aynur Engindeniz
Kim kabahatli ben de bilmiyorum. Bazen bir bbakıyorum anne yerden göğe haklı, bir bakıyorum vurdum duymaz. hani görmezden gelirse sorunun yok olacağını sanan tipler vardır ya öyle. Hani yatalak babasını çok seven biri vardır da ara ara Tanrı'ya "Babamı al artık" du etmekten kendini alamayan birileri vardır. Hani insan eti ağırdır ya... Sanırım kimse kabahatli değil. Yazar kabahatli.
Okumanız beni mutlu ediyor. Sağlam gözlerin yazımda gezindiğini bilmenin verdiği bir güven var.
Çok teşekkür ederim. Selamlar.
grafspee
bence o iki kötü şey tek kötü bir şey için söylenmiştir diye hissediyorum ( onun için hep çile doluydu bu dünya )
zira annenin gamzeleri vardi
ve ortaya çıkması bile an meselesiydi
çünkü hep korku ve endişe dolu yaşamasına sebep oluyordu bu hayat
bilmiyorum belki de çok bilmek istemiyorum
ama anlatım harikaydı bitmesin istedim hiç
teşekkür ederim Sevgili Aynur
...
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Gerçekten mutlu oldum.
Çok sevgilerimle.
Bir çocuk nasıl olur da annesinin karanlığı olabilir ki?
Bunun bir kurgu olduğunu düşünmek istiyorum.
Zira benim annem böyle bir şey söyleseydi, nasıl altından kalkardım bilemiyorum.
Sevgiler Aynur'cum,
Aynur Engindeniz
Okuduğun için teşekkür ederim canım.
Çok sevgilerimle.
Billur T. Phelps
Böyle bir kızı olan bir anne modeli değildi zaten.
oh be içime su serpildi.
:)
Aynur Engindeniz
Sevgiyle kal canım yazarım.
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
Çok çok çok sevgilerimle.
aslında kısa bir yazı, hani sırtını hüzünlere dayayan bir yazının daha da uzun olmasını bekliyorsun. daha da çöksün, daha da çakılsın yere. ölüler mi var? onlarla beraber mezara girelim falan. neden peki? yani orda, o aile tablosunda ailenin bir ferdi eksikti ama kısa süreliğine de olsa mutlu bir tablo çizmişti yazarımız. en azından ben de mutlu olabilirdim bi süre. acısını yazıdan nasıl bölüp paylaşıyorsam, mutluluğundan da pay çıkarmalıydım. ama işte o duvara asılan resimde kaldım, anneyle kızını unuttum. çabuk unuttum. belki kasıtlı yapılan bir eylemdi. yani hüzünle başlamıştı ve öyle bitmeliydi sonu. okuru derinden yaralayacak vurgular, tonlar olmalıydı. yazıda bile mutlu olmayı reddeden, huzursuzluk yaratan cümleler, özneler hep olacaktı. misal mutlu bir şiir veya yazı okusam (allah'tan okumuyorum) mutlaka bi bit yeniği ararım. onun huzurunu kaçıracak, onu hüzünlere boğacak bi acıyı yüzüne vururum belki. mutluluğun resmini Abidin Dino bile çizememiş o kim oluyor da bu kadar insan mutsuzken mutlu olabiliyor? bu ne ukalalık, ne terbiyesizlik? der miyim? derim. benim kimyam bozuk çünkü. huzursuzluğumu bulaştırırım her yere. çünkü biliyorum o sözde mutluluk yağmurlarının, resmi törenler altında bi gövde gösterişiyle nisbet yaparcasına önümüzden geçtiğini. onlar yerin altına gidip gelmemiş hatta hiç inmemişlerdir bile. onlar havada uçan topluluktur. onlar yüzeye yakın kendini sağlama alanlardır. bi mutluluğa çok çeşit renk giydirebilir ve hatta olduğundan fazla coşturabilirsiniz. peki bir acıya aynı tavırla yaklaşabilir misiniz? bir baba, bir anne, bir çocuk öldü dedim. defalarca söyledim. ötesi var mı bunun? anlatırız anlatmasına ama o toprakla örtülecek önce bi üstümüz. o karanlığa-çukura girilecek, o acının ağıdı yakılacak. daha helalliği istenmedi yeryüzüyle. kırkı falan çıkmadı henüz. acıların rengi ve dili yoktur. acı her yerde aynı acıdır.
peki hiç mutlu olamayacak mıyız? olacağız tabi. her şeyi yaşayarak ve hissederek. toprağın dibine girmediğiniz müddetçe ya yaşayan ölülerdensinizdir, ya da nefes aldığını zanneden şükür grubundan. bir grup dahi var ki onlar henüz öldüklerini bile bilmiyorlar. neyse aslında bunları yazarken duvardaki baba resmiyle uzun uzun konuşacaktım. kusuruma bakma gülüm nerden nereye geldim?
galiba doğam gereği mutluluğu uzun bi süre sahiplenmek istemiyordum. anlık gidip geliyordu bi şeyler. ama o kadar. o gün hemen unutuluyordu o tebessüm. ya da yanağımda güzide bi gamze de yoktu ama o devasa çukur hep ordaydı. ölüler için kazmıştım sanki. daha çok üzerlerinde otun, çalı-çırpıların bittiği yerde; başını göğe uzatan hınzır çiçekler de yok değildi. ama o toprağın kökü onlara yalnız beş on dakika güneşi gösterip sonra da kurutup solduruyordu hemen yüzlerini. yerin üstünde nasılsa yerin altında da aynı düzen hakimdi. mutluluk fazla yaşamıyor, yaşatılmıyordu.
duvardaki o baba var ya, ha işte o bana bizim yusuf'u anımsattı. daha önce bi yazımda da bahsetmiştim. affına sığınarak yine paylaşmak istiyorum. Yusuf'la olan o konuşmayı bölmüyorum. korkuyorum çünkü kemikleri birbirinden ayrılır diye...
p.s: yazın gittim yeni evinize gözüm...daha modern daha şık daha göz alıcı ama bence bişeyler eksik bu evde...nereye gidersem gidim...hangi köşk, hangi malikânede oturursam oturim, eski evimizdeki huzurun yerini hiçbir şey doldurmuyor...bir zamanlar beraber yan yana oturduğumuz o eski kanepeyi bodruma kaldırıp, yerine fiyakalı koltuk takımı da alsalar ...siyah-beyaz televizyonu başka bir muhtacın, garibanın eline de verseler -o da yeni sayılmazdı ikinci eldi zaten-...yamalı ceplerden düşürdüğümüz misketleri bulup çöpe de atsalar ya da parmak aralarından kayıp kanalizasyon suyuna da karışsa; dolu dolu geçen o çocukluk günlerinin yerini dolduracak başka güzellikte hiçbir şey yoktur...sen şimdi yanımızda olmadıktan sonra şu dört duvarın sıvası yeni vurulsa n’olur?..astarı çekilip rengarenk boyansa n’olur?..koltuk kumaşlarının avrupadan gelişi seni bize mi getirdi sanki ?..cilalı parlak mobilyalar....büyük yemek masası da tam on kişilik, oturma odasını biraz sıkıştırmış...yüreğim gibi sıkışmış...yüreğim gibi tıka basa dolu anlayacağın oturduğum her yer...biz eskiden yerde sofra kuruyorduk hatırlıyor musun?...dizlerimizin üstünde...ben beceremezdim ayaklarımı birleştirmeyi...senin haberin de yoktur şimdi! artık ekranlar daha büyük ve daha renkli gösteriyor film karelerini..plazmasıymış...hd’sisiymiş yanına kâr kalsın...söylesene yusuf! senin olmadığın yerde her yer parlasa, göz kamaştırsa n’olur?..
ç.alımlı evinize gittim...sırtımı sağlama alıp konforlu koltuğunuza şöyle yayıldım...yok sen ne dersen de! bi şeyler hâlâ eksik bu evde...bi şeyler boğuk...bi şeyler kemiklerime batıp duruyor sürekli..nasıl anlatsam...bişeyler saplanıp çıkıyor şurama durmadan...boğazımdaki yumrunun suyunu elimle sıktığım halde; kolay kolay yutulmuyor yine de gözüm! üst azı dişlerinin yanından sokulup, tükürük bezlerinin ağzımın içine salgıladığı leş sıvı...başka nasıl tarif edilebilir bu boşluk hissi bilmiyorum...sonra birden karşı cephenin, açık yavruağzına boyanmış tonu dikkatimi çekti...senin orda asılı bir resmin duruyor...o içi boş kolonda; senin çerçeveye sığmayan cüretkâr pozunu görünce koyuverdim kendimi...daha demin o geniş koltuğa holden gülümseyerek geçip az evvel oturmuştum...üstelik beş dakika bile olmamış nazarlı boncuğun altından boyumu eğeli...benim çıplak gözle gördüğüm manzara ise senin o içi gülen yanakların...gül kokusuyla aralıksız sulanan avurtların...sanki yalıtımlı duvarın başında her gün yirmi dört saat nöbet tutup, bahçeli yüzünü himayesine alıp üstüne kanat germiş...oysa boydan boya çitlerle kapatıp önünü, izole ederek; kasıtlı geçirmemişler sesini o sütundan karşı tarafa... ne güneşi içeri almışlar...ne de gökyüzünü seyretmene müsade etmişler gözüm...ömür boyu cezaya çarptırılmış bir mahkum gibi; duvardaki hücrende göz hapsinde tutarak seni, öyle boynu bükük bakmanı istemişler bize taş örgülü betondan...
yengem soruyor: "meral hoş geldin!..nasılsın?"...temeli sağlam şu karşıki duvara boş boş bakıyorum hâlâ elimde olmadan...demek içi delik s.ağır bir tuğlayı sana layık gördüler öyle mi?..kendi aralarında aldıkları ortak bir kararla, kesinleşmiş infazın önceden verilmiş bile gözüm...gönül rızan alınmadan, son arzun sana sorulmadan o soğuk betona yıllarca çivisiz asılmak ve vücudunun tüm parçalarından sonsuza dek ayrılmak için çok müsait bir yer olarak görülmüş orası...sen en çok orda boğulursun halbuki...en çok orda göğsünü delip geçer duvar dipleri...ah yusuf ah! bilmiyorlar mı en çok orda ölür insan...
yengem cevap alamayınca tekrar sorma gereği duyuyor: "meral nasılsın?"...başımı hafif aşağı eğiyorum tıpkı senin gibi...titreyen dudaklarımı zaptetmeye çalışıyorum ama bunun da bi işe yaradığı söylenemez...yanımdakilerin bu tavrıma bir anlam veremediklerini iç güdülerimle sezip, gözyaşlarımı ulu orta sererek içimi burkuyorum büsbütün...-ki sevmem aslında herkesin yanında böyle sızlanmayı (konuşmayı da)...kimse yokken, kendimi hiç ses geçirmeyen, sessiz bir odaya kapatır ve rahatlayana dek saatlerce oturur ağlarım...ağıza alınmayacak en sustalı küfürlerle boşaltırım içimi..sağır sultan bile duyar sesimi öbür taraftan...hatta tekniği sıfır gelişigüzel yumruklarla bi güzel sallarım o parazitli duvarı...kafa attığım bile olur bazen-
delinin ayarı yok n’aparsınız...
ne kadar geçti bilmiyorum...kaç saat...kaç parçalı bulut...hacimli kaç sağnak yağmur üstümüzden...hep bildiğin kapalıydı işte gökyüzü...kör düğümle iki kolunu birbirine dolayıp, sıkı sıkıya ilikleyerek düğmesini önünde; güneşi göstermemeye yeminliydi her ihtimale karşı başımızı yaslayacağımız göğsü...düşündüm sonra kendi kendime... kim bilir? çok kaba bile görünmüş olabilirim o an herkese...ama yengem perişan halimi anlamamış gözüküyor ve anneme endişeli bi ses tonuyla karışık ısrarla sorup diretiyor...sabırsız kadın cevap almadan rahatlamayacak o da...-n’oldu Allah aşkına korkutmayın beni!-...
yusuf! dedi annem..."yusuf’un resmini şimdi gördü ya ondan"...
bilmiyorlar yusuf bilmiyorlar!...seni her gün gördüğümü...her gün konuştuğumu nerden bilsinler gözüm!...
oysa ben seni bulanıksız, gayet net ve öyle iyi görüyorum ki yusuf...üstünü iyi örtmemişler... üşürsün şimdi orda...orda yani her yerde, dokununca kaptığımız bulaşıcı parmak izin var avucumuzda...bir de alyuvarlarla akyuvarların fazlasıyla suyunu çektiği kan örnekleri; tek tek yolunan takvim yapraklarında çarpı işaretiyle gözümüze batıp duran geriye kalan sayılı günlerinin...öyle ki hiç vakit kaybetmeden, oksijensiz soluğu tükenen yarı açık boynundan; çıplak duvara mıhlama gereği duymuşlar çabucak, pansumanlı gövden yere düşer korkusuyla...masaj efektli koltuktan aşağı sarkan ayaklarını düzeltip toplamaya kimsenin eli varmıyor yusuf’um...her iki omuzun da taşımaya gücü yetmiyor seni, bir eliyle koltuk altından destek verip, diğer eliyle de başını yukarı kaldırmaya...her gün üç öğün kurulan sofradan gölgen karşılarına dikilecek diye, masanın jilet gibi parlayan aynalı üstünü sade bir muşambayla örtüp, buruşturuyorlar yüzünü ütüye gerek duymadan...her taşın altından bir çığlığın yükselecek diye herkes yüreği ağzında dolaşıyor yusuf...o solgun ve belirgin yüz hatlarınla aniden buluşacaklar diye evin içinde ecel terleri döküyorlar bütün gün...dantel işlemeli perdelerin; her örgüsüne nüfuz etmiş serum kokuları ne yıkamayla çıkıyor, ne de sabunla...burunlarını delip geçerken ilk yardım nöbetleri...panjurlu camda uykusuz astığın buğulu gözlerin hep uzaklara ayarlanmış sanki... yakınında seninle birlikte solup gidenleri hiç görmüyor...o mesafe mayınlarla döşeli patlamaya hazır tetikte bekliyor her an... o kapalı gökyüzünde kim bilir, kaç tipi fırtınayla boğuşup, tek başına göğüsledin hüzünlerini ...hangi birini sayayım yusuf...yerinde duruyorlar mı diye hangi birini elimle yoklayayım...konuşsana gözüm! hangi birini çocuğum gibi kucaklayıp b.ağrıma basayım...değil mi ki zaten dokunduğum her şey elimde kusurlu kalıyor...belki de onun için önüme bu kadar duvar örmeyi marifet bildim hep...
öyle güzel uyuyordun ki yusuf, içim el vermedi kaldıramadım seni...dokunmaya kıyamadım bağışla!...
...
haddim olmayarak ileri geri konuştum. sen de beni bağışla gülüm...
sevgimle hep....
Aynur Engindeniz
***
Ben böyle şeyler düşünmezdim. Her ne olduysa, yetişkin sohbetlerini iç sesim yaptıktan sonra oldu. İç sesim iki yüz eli yaşında. İhtiyar ve bunak!
Babam uzun uzun öksürüyor. Parmaklarındaki sigara hiç tükenmeyecek. Nihayet yüzünü gösteriyor şeytan. Bir taşın üzerine oturuyor. Başında siyah leçeği, güpgüzel bir yüzü var. Fakat ürpertici bir lisanla fısıldıyor akarsuya. Anlamamam gereken bir dil bu ama anlıyorum. “Bunlar geçer” diyor. “Bunlar geçer ben kalırım.” Babama bakıyorum o da şeytanı görüyor mu diye. O da taşın olduğu tarafa bakmakta. Gözlerini kısıyor. Kırçıllı bıyıklarının gölgesi dudaklarının üzerinde. Dudaklarının kenarından tüten duman bıyıklarının içinden geçiyor. “Bak Karabaş buradaymış” diyor. Karabaş. Sele kapılan zavallı köpeğimiz. Koluna giriyorum babamın. Dirseğim sıcak gövdesinden can alıyor. “Karabaş gel oğlum, bak buradayım.” Şeytan leçeğini saçından çekip suya atıyor. Gümrah olmayan dereye ağır geliyor o kara çaput. Babam “Hayır, hayır” diye bağırıyor. Ağzından düşüyor sigarası. “Karabaş suya atladı.” Çok ağladı yine. Eve varıncaya kadar ağladı. Annem dutların altında oturmuş dantel dokuyordu. Bizi görünce elişini torbacığına sokup ayağa kalktı. Bu sefer olsun babama sarılır sandım. Fakat o burnunu yukarı doğru kaldırıp eve girdi. Babam onu görmedi bile. Annemden arta kalan mindere oturdu. İki eli iki dizinde. Saydı saydı ağladı. Biraz daha büyük olsaydım onun Karabaş için değil kendi talihsiz başı için ağladığını anlayabilirdim. Kimse bir köpek için “Oy, doğduğum gün hanem yıkılaydı” diye ağıt yakmazdı.
Aynur Engindeniz
Gule
senin kaleminden sihirli bir duyum alıyorum..nedir bu ben de bilmiyorum..içime işliyor...öyle böyle değil bildiğin başka bi ruh haline giriyorum..çok olmaz bana böyle nadiren olur ama akıntıya yakalanırsam da koyveririm kendimi direnmem...içimden geldiği gibi döküveririm cümleleri. bazen kızıyorum o yüzden kendime. başka biri okusa bunlar abartılı ve fazla gelebilir çünkü..oysa burda her şey ortada ve yalın..bunu ben böyle görüyorum. bir başkasına anlamsız gelebilir..ki anlarım da hor görmem.
ama sen sözlerine gem vurma gülüm..uzun uzun anlat..babanın hikayesi de çok güzel ..bunu biraz daha genişletetek mutlaka paylaşmalısın gülüm...
seviyorum seni...
Gule
Aynur Engindeniz
Yusuf'a senin gözünle bakmaya çalıştım. Bu bile ağırdı. Ben hissetmediğim tek bir kelimeyi yazmam. Ama sen böyle anlatınca hissettiklerimi de yazamıyorum Gule. CPS gibisin, bak bütün alıcılarımı ve vericilerimi bozuyorsun. Kafam karışıyor. Bunu ekseri forumda yazdıklarınla yapıyorsun. Hep söylediğim gibi umarım bu yazıların bir örneği vardır elinde. Çünkü yorumlarda bile öyle böyle değil, yazarın yazdığından çok daha ötesini yazıyorsun.
Sen hep konuş böyle.
Seni çok seviyorum.
Gule
sen de çok seviliyorsun gülüm...
Aynur Engindeniz
Ben seni çok iyi anlıyorum. Çünkü farklı değiliz. Hatta seni yazdırabilmek adına bir plan üzerinde düşünüyorum. Şu zımbırtıdan bir kurtulayım. Hep Sema'nın suçu. O olmasaydı asla böyle bir şeye girişmeyecektim.
Öpüyorum gözlerinden.
İyi ki tanımışım seni.
Gule
sadece geceleri yazman hem iyi hem de kötü. iyi olan tarafı duyguların çok farklı boyutlara ulaşabileceği. öyle bir gücü var karanlığın. ben de genelde geceleri konuşmayı sevenlerdenim. yazıların çoğunluğunu karanlıkta yazmışımdır hatta. çünkü gündüzlerde aradığım o sessizliği bulamam ve tam anlamıyla kendimi veremem. bir kıl dahi yerinden tepremeyecek ki ben rahat rahat konuşabileyim. bu yüzden gündüzler daha gürültülü ve verimsiz bana göre. çünkü oturduğun yere saatlerce çöreklenmek var ki bu elverişli ortamı da sadece geceleri yakalamak mümkün. örneğin bi şiir veya yazı yazıcam o duygu her hangi bir sebeple ortadan ikiye bölünmemeli. diyelim zil veya telefon çaldı, yemekti veya bulaşık- çamaşırdı, aniden bir işiniz çıktı v.s..o duyguyu o coşkuyla tekrar yakalayamıyor insan..hetkeste belki farklıdır ama bende böyle...
kötü tarafı ise o karanlığın retinaya zarar veriyor olması. benim gözlerim de artık çok iyi görmüyor bugünlerde farkındayım.
seni anlıyorum, zor olmalı senin için gülüm...Allah kolaylık ve sabır versin
Sema'ya teşekkür borçluyuz. iyi ki seni teşvik edip, yüreklendirmiş. hiç değilse bu sayede biz de tanık olup, keyifle okuyoruz seni..
Çok iyi şeyler çıkacak eminim...
“Birincisi sana gebe kaldım. İkincisi seni doğurdum.”
Ben olsaydım Annemin iki cevabına şöyle cevap verirdim
Bir ben şehvet kurbanımyım,,iki benim yerime taş düşerseydin böbreklerinden derdim...
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için teşekkür ederim kul düşünce. Sizi görmek güzel.
beğenerek okudum
başlangıç ile son arasında uyum ayrıca düşünülmesi gereken bir konu
sağlıcakla kalınız
Aynur Engindeniz
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Sevgili Aynur hanım
Sayfada yazılarınızı görmek beni çok mutlu ediyor.
Güzel bir öykü idi.
Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
Çok sevgilerimle.
Merhaba saygıdeğer kalem dost Aynur hanımefendi, teslim etmeliyim yazınızın hakkını. Anlatım, kurgu tam bir usta işi. Siz zaten yazım dünyasının ustalarındansınız.
Kutlarım.
Mevlana'nın Fi Mafih Fi diye bir eseri var, bilirsiniz büyük olasılıkla. yazınızın içeriği O özgün eser örneği.
Emeğe ve sanata sonsuz saygımla.
Aynur Engindeniz
Bahsi geçen eseri bütünüyle okumadım. Mesnevi kafi geldi. Mevlana ile aram pek iyi değildir.
Usta demişsiniz, sizin yüksek gönüllülüğünüz.
Tekrar teşekkür ederim. Saygılarımla.