Aysel Kurtarılmalı
Hiç şaşmaz, defteri kalemi elime aldım ya, birazdan damlar. Açarım kapıyı, karşımda durur öyle, küçük gözlerini diker bana, “amca benimle ne oynamak istersin” der, girer içeri. Bir şey de diyemezsin ki.
Kapının ardı ardına yediği yumruklar yüzünden çektiği acıyı dindirmek üzere bir anda koltuktan fırlıyorum. Gelen o, “amca benimle ne oynamak istersin?” Başını okşuyorum, “zile bassana, kırdın kapıyı.” Elini zile götürüp, tekrar tekrar basıyor, “çalışmıyor amca” diyor, “bu zil hiç çalışmadı ki.” Elimi uzatıyorum, “hadi gel.” Koşarak salona giriyor. Peşinden ağır ağır gidiyorum. Yanına geldiğimde onu Aysel’in karşısında dikilirken görüyorum. Ellerini, ani bir baskın sonucu delik deşik olmuş deve tabanının yaprakları üzerinde gezdiriyor, “amca nolmuş buna” derken bana dönüyor. Karşısında eğilip onun boyuna geldikten sonra, gözlerimi gözlerine dikiyorum, “geçen öykülerden birinde sen yoldun ya.” Kafasını iki yana sallıyor, “ben yapmadım amca.” Sonra ani bir hareketle Aysel’in dibine oturuyor, işaret parmağıyla saksısına birkaç kez tıklatıyor. Ben meraklı gözlerle onu izlerken, o elini toprakta gezdiriyor, aldığı bir tutam toprağı parmak uçlarıyla ufaladıktan sonra, ellerini birbirine sürtüp temizliyor, ve bağırıyor, “buldum amca!” Ne bulmuş olabilir ki? O kendinden emin, ayağa kalkıyor, “toprak yüzünden böyle olmuş bu.” Kollarımı iki yana açıyorum, konuşmama fırsat vermeden devam ediyor, parmağını Aysel’e bilgiç bilgiç sallayarak, “bu toprağa zehir karışmış amca, o yüzden yapraklar böyle olmuş.” Düşünür gibi yapıyorum, “ne yapmak gerek o zaman?” Başını omuzlarının arasına alıyor hemen, dudakları birbirine kenetleniyor, tek dudak oluyor önce, “çare yok amca” diyor, “başka çare yok, Uzak Orman’a gitmemiz, onu sihirli toprağa yatırmamız lazım hemen.” Elimi şöyle bir boşluğa savuruyorum, “hadi” diyorum, “öyleyse ne duruyoruz.” Biraz duraksıyorum, “yolu biliyorsun di mi?” Parmağıyla uzakları işaret ediyor, “işte orada amca!” Aysel’i de alıp, kendimizi hemen çift koltuğa atıyoruz.
Pantolonlarımızı diz üstlerimize kadar sıvamışız. Deniz bacaklarımızı yalarken, dalga ve martı seslerine “tak tak tak” çekiç sesleriyle ritim tutuyoruz. Bir an önce onarmalıyız bu hurda yığınını. Uzak Orman’a ulaşmak istiyorsak eğer, önce bu azgın suları geçmeli, ardından yolumuza arabayla devam etmeliyiz. Aysel’i kurtarmalıyız.
“Hadi itelim amca!” Onarım bitti. Gemimiz yepisyeni artık, “hadi itelim! İt it it!” Ellerimizin tersiyle siliyoruz alınlarımızdaki teri, devam ediyoruz “it hadi, it it it!” Ne ağırmış bu şey! Yeğen, motive ustası, “yılmak yok amca” diyor, “sakın ha, yılmak yok!” Nihayet onu sıkıştığı yerden kurtarıyoruz. Artık hazırız. Gidelim! Dümene ben geçiyorum. O geminin ucunda, parmaktan dürbünüyle uzakları izliyor, yolu tarif ediyor, “sağa dön” diyor; dönüyorum. “Sola dön” diyor; dönüyorum. “Düz git…” Etrafımıza köpükler saçarken martılar peşimizde. Onlarla gizli bir yarışın içindeyiz, yüzlerde gülücükler… Az ötede sürüsüyle balıklar görünüyor, toplu halde sıçrayıp suya dalıyorlar. Dev bir balina suyunu fışkırtıyor. Hemen yanımdan geçen kocaman uçan balık çiftine selam veriyorum. Gülümsüyorlar. Derken, Yeğen birden suya düşüyor, “kayaya dikkat etsene amca!” Hemen bırakıyorum dümeni geminin ucundan ona elimi uzatıyorum. Zorlukla çekiyorum onu. Üstündeki suları silkelerken, gözleri geminin bir köşesine kayıyor, “deliğe bak amca, su alıyoruz!” Delik küçük de olsa, tehlikeli. Hemen onarmamız lazım. Nerde tamir aletleri? Hemen getirilsin! Eyvah, onları karada unuttuk! Yeğen yaygarayı koparıyor, “batıyoruz!” diye bağırıyor tekrar tekrar. Güneş tepemizde. Güneş acımasız. Güneş etrafımızda dolanan aç akbaba sürüsü. Çıplak üstlerimiz şimdiden kıpkırmızı oldu. Ama kararlıyız. Bizi yolumuzdan hiçbir şey yıldıramaz. Gerekirse tüm akbabaları avlar bu deliğe çakarız. Ben elimle deliği tıkarken, o hızla suları geldikleri yere kova kova geri gönderiyor. Aynı anda Aysel’e bakıyoruz. O, “buldum” diyerek koca saksıyı kucaklayıp, elimi çeker çekmez tam deliğin üstüne bırakıyor. Rahat bir nefes alıyoruz. Ellerimiz bellerimizde, gözlerimiz şimdi de delikten gemimize sızan balıkların sıçrayışlarında. Yeğen kollarını iki yana açıyor, “yiyelim bari amca!” O temizliyor ben mangalda pişiriyorum. Balıkların ateşe damlayan yağlarından cızbız sesleri çıkarken, dedeye, babaanneye, anaya, babaya, daha bir sürü sevilene ayırmayı da unutmuyoruz.
Nihayet karadayız. Burası dümdüz arazi… Yer yer etrafa serpiştirilmiş çimlerden, ufak çalılardan, kayalardan ibaret. Uzaklarda başında kızıl bulutlar dolanan, kuşların bile sürüsüyle onu denize doğru terk ettiği yalnız bir tepe görünüyor. Gidelim hadi! Ama bir sorun var. Araba nerde? Hıvsızlav çalmış. Neyse ki tamirci çantasını unutmuşlar. Çare yok. Gemi sökülüp araba yapılacak. Peki ya sonra, sonra nasıl geçilecek deniz? Düşünülür bir çaresi. Hava kararmak üzere… Bir an önce ulaşmalıyız Uzak Orman’a. Hava kararınca kapatır kapılarını. Babası gelse tanımaz. Çalışalım hadi! Çalışalım! Tak tak tak… Hızla üretiyoruz tahtadan tekerlekli arabamızı. Binilmeye hazır. Kim sürecek? Yeğen, “benim ehliyetim yok amca, daha okula bile başlamadım” diyor. Direksiyona ben geçiyorum. O arka koltukta oturuyor. Basıyorum gaza, “daha çok var mı usta” diye soruyorum, “az kaldı” diyor, “şu ilerdeki tepenin hemen ardında.” Etrafı toza dumana katarak vın diye sürüyorum arabayı. Bazı yerlerde çok sık kayalar var. Yeğen sürekli uyarıyor. Direksiyonu bir sağa bir sola çevire çevire giderken aniden duruyorum. Arkadaki şaşkın, “noldu amca?” Ne olacak, benzin bitti! Hay aksi! Ona aşağı inip benzin bulmasını söyleyince, “nerde vardır ki” diye soruyor. İlerisini işaret ediyorum, “bak şuradaki hurda kepçeyle kamyonu görüyor musun?” Anlıyor hemen. Eline iki bidon alıp koşturmaya başlıyor. Az sonra elini ayağını sağa sola savururken görüyorum. Bana dönüp bakıyor. “Noldu” diye bağırıyorum, “yılanlara baksana” diyor. Hemen fırlıyorum arabadan. Yılanlar rengarenk, boy boy, kocaman açılan ağızlarında sivri dilleri ve dişleri var. Bize hangi yaratık dayanır! Korkutup kaçırıyoruz hepsini. Elimin birinde bidonlardan biri, diğerinde Yeğen’in küçük eli, benzine doğru ilerlerken hafiften esen rüzgar saçlarımızı tarıyor. Üstümüzde tepeden uzaklaşan kuş sürüsü…
Bir dolu zorlukla ulaştığımız Uzak Orman’ın dev kapısı önünde küçücüğüz. Her sabah gün doğumuyla kendini birden açan, gün boyu saat gibi hareket edip kendini adım adım kapatan kapı neyse ki aralık. Aysel kucağımda. Tahta kapıdan girerken üzerine ustalıkla işlenmiş desenlere hayranlıkla bakıyorum. Durup birini incelemeye koyuluyorum; uzun siyah saçlı siyahlı bir kadın, önünde diz çökmüş, gözlerine bakarken elindeki kedi başlı renkli çiçeği kendisine uzatan uzun saçlı siyahlı delikanlıya gülümsüyor. Desene dokunmak üzereyken Yeğen çekiştiriyor, “hadi amca, vakit yok!” Haklı. Hava kararmadan işimizi bitirip çıkmalıyız buradan. Uzak Orman’ın geceleri bir bilinmez. İçeri adımızı atıyoruz. Etrafa bahar hakim. Kuş sürüleri ortalıkta uçuşurken, ormanın renkliliğiyle uyum içindeler. Yeğen’e bakıyorum, “nerde bu toprak?” Biraz ilerde görünen, üzerinde kuğuların yüzdüğü gölü gösteriyor, “o gölün yanındaki dev ağaç var ya, onun dibinde…” Neyse ki uzak değil. Ağacın üzerinde parlayan, ortalarından ok geçen kocaman E ve A harfleri çıplak gözle görülebiliyor. Yola koyuluyorum, “dur” diyor Yeğen, uçurumu işaret ediyor, sonra da iki yanı ağaçlarla kapalı yolu, “bu yolu takip etmeliyiz.”
Aralarından geçtiğimiz ağaçlarda sincaplar hareket halinde. Üstünde yürüdüğümüz yol çimlerle kaplı. Rüzgarın yarattığı boşluklardan zaman zaman görünen güneş, battı batacak. Acele etmeliyiz. Birden, “koşalım” diyorum yeğenime. Koşmaya başlıyoruz. Aysel kucağımda gittikçe ağırlaşıyor. Nefes nefeseyiz. Ansızın bir çığlık koparıyor Yeğen; üstümüze hızla gelen karaltıyı gösteriyor. Bu bir kurt sürüsü… Onu kapıp kaçmak için elimi uzatıyorum. Yeğen yok. Öylece duruyorum. Gözlerim kapalı. Kulağımda ısrarla öten bir kuş sesi… Kurtlar üstüme atladığı anda açıyorum gözlerimi, kalkıyorum koltuktan. Çalan zil sesine yöneliyorum, kapıyı açıyorum. Gelen yeğenim, “amca benimle ne oynamak istersin?”
YORUMLAR
Hard at first and then suddenly it all went soft.
Bir karikatürde görmüştüm bu ifadeyi. İnsana cuk oturan ifadelerden bence. İlk olanını geçince, geriye kalanlar izafi bir mesele haline gelebilir. İdeolojik saplanma, saplantı, zevkle inleyen matkap ucu formu, mizofoniyi her gün tekrardan yaşam kabusu: maalesef gerçek ve geriye tertemiz kalması için ormana, doğaya kaçırılan Aysel.
Hiçbir şey düşünülmüyor ve bu konu hakkında kimsenin herhangi bir fikri de yok. Oyun oynamak asla çocukların sanatı değildir. Büyükler içindir aslında oyun ve bunun için meslekler de bile üretebilir bir yerimizden
koştum
koştum
koştum
sanki arada ayseli bende kucakladim
içimi rüzgar götürmüş gibi hissediyorum şuan
...
olricx
meleksukan
hoş nereden bileceksin benim de bi Ayselim olduğunu. o da yok. hemde kıskançlıgınin verdiği luzumsuz bir huyun peşinden giderek ona olan sevgimi bir çırpıcı ile buluşturdu neyse iste bu aralar bi mutfağın en ücralı köşesinde kendini yiyordur umarim.
meleksukan
olricx
Amca uyurken yorganı açık bırakmış, göreceğini görmüş, fakat okura da bir hayal dünyası bırakmış. Haydi siz de bir kapı vurulmasıyla kendi öykünüzü yazın...
...