- 641 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LAL İKLİMLER GİBİ HAYAT...
İzdüşümü sanırım lal şiirlerin aksanından sızan gelişigüzel imlermişçesine hayatın tüm tortusu yine yürekte çöreklenen.
Lal iklimler gibi hayat, soyut ve mükellef seyrinde imbat akşamlarının eylülden sızan bir kanama, yine ara namelerin aralıksız tüketildiği çeliktenmişçesine sinirlerde kopan yaygara.
Üreyen sessizliğin maktulü belli ki makbul bilip de gömüldüğümüz ve gömdüğümüz gençliğimiz aslında yaş almakla paralel seyreden aldığımız onca yas.
Göreceli bir sağanak iken kayıtsızlık; günü birlik mutluluk iken kıstas alınan sonra da mamalarını akıttığımız gökten bozma tapınağı yüreğin hem de en soylusundan, en şaşalı birliktelik iken toz konduramadığımız ve günsüz geceleri; yüzsüz aşkları da saf dışı edip bir kuytuda sığınmışlığımız.
Sığıntı olmadığımız gerçeği; simge arayışında insanoğlu ve yüksek ökçelerin garip tınısında hazandan bozma bir yaz’ı armağan etmişken Tanrı. Göreceli aşkların çetelesini tutup da görkemli sonlardan korkup sığındığımız, sığdıramadığımız ve sızdığımız bir öğle vakti üstelik şiire dair bir arayışı şaibeli bir yoksunluğa dönüştürüp de şair bozması kimliğimiz ile sürç-ü lisan etme kaygısından muzdarip.
Gerçeklerin kaynakçası aslında hayatın alfabesi tıpkı hayallerin bünyesinde yalana da riyaya da yer vermediğimiz ve bir tebessümden ibaret olmasını dilediğimiz yerkürenin atıflarında gök kubbe haricinde bir sığınak bulamayıp yine ifşa etmekten kaçındığımız gözyaşı belki de ağlayan surelerden kaçışan meleklerin terennüm bildiği el yazması neşriyatı yine hâkim kılınan İlahi Gücün yetiştiği ve yatıştırdığı ufacık yüreklerimiz.
Gölgenin ufkunda nasıl ki hazan…
Hazanın utkunda nasıl ki hüsran…
Hüsranın celbinde nasıl ki umut…
Kuruyan yaprakların kanayan damarları belli ki ıslah olmaz nefsimize söz geçirmeyi beceremeyip sessiz bir ihtilal iken yürekte saklı kocaman aşk cumhuriyeti.
Tanısında gizem olsa da aşkın ve nüfusunda kayıtlı bir elem de bellemişsek ver elini özlem; ver elini bilinmezin tecelli ettiği bir sıkılganlığı mağfiret bilip, niyazlarımızda da saklı tuttuğumuz sırlardan doldurduğumuz kocaman bir sır küpü ve her nasılsa ser vermeyi milat bildiğimiz geçmişin sır edinilesi yüreğin de çeperinde boş boğaz bir imge takılıyken.
Satırlar hafriyat yüklü; kelam ezelden yanık; kerim olan ise yegâne gücün sunumunda hep de merhamet ekseninde nakşeden bir döngü.
İnsanı edeple büyüten.
Edebi niyazla.
Niyazı ise inançla ve korunaklı dünyaların bilançosunda sefil bir yalnızlığı da kulp belleyip kaçındığımız coğrafyaların temaşasında bir dirhem gizem bin derdi saklar, görüşüne dayadığımız başımız ne kadar derde tasaya hâkim olabilir sorusunu es geçip bir gıdım huzurdan bile nasiplenmekten aciz biz faniler cumhuriyeti.
Aksayan aryalarda; ardışık cümlelerde ise apaydınlık dünyalar kurma istemi ve karanlığın mağduriyetinde, kansız bir ölümmüşçesine zulüm ve ziyan ve yine tüm olup biteni dokunaklı bir hikâyeye sığdırıp mutlu sonlar yazmakla mükellef oysa kendi hikâyelerimizde mağdur birer gölgeye denk düşmekten öteye gidemediğimiz hayatın çapulcu gerçekleri.
Hazanla karışan hüsrandan öte bir iklim mi yoksa umut yoksa pekişen bir aşk mı da adına yalnızlık diyoruz?
Gölgelerden sorumlu benliklerimiz ve benliklerimizden yana dertleri de sakınıp sakladığımız bir utta dönüşen.
Bilfiil yaşanmışlık; eş güdümlü şarkılar; dolaylı mağduriyetler ve içimizden aksedeni yerküre asla kabul edemezken belki de bizler gerçekleri yere göğe koyamayıp yalanı bir uzuv belleyip de bir terennüm misali şiirlere göz; şarkılara ses; yüreklere de niyaz yüklediğimiz ve bellediğimiz…
Göreceli aşklar biriktiren nice insan… aslında zalimce bir sevdayı mesken tutup şeytani bir refleksle aşkını da yüreğini de kana boyayanlar.
Bir gölge kadar tutarsız belki de; ya da sıra dışılığı bir ölçüt bilip ölçüsüz sevgiyi de kendine mezar yapmaktan haz duyan bakir bir şarkı sessizliğinde sözünü değil geçirmek duyurmaktan aciz.
Kondurduklarımız bir de toz konduramadıklarımız.
Sevip de sevilmeyi unutan haylaz bir çocuktan çaldığımız mutluluk mu yoksa aşkın şaibeli dansı hem de insan ırkına bir sunum iken ve boyutsuzluğunu da tescillerken o ulvi rahlede ve yine İlahi Aşkın dokunulmazlığında tutarsız bir mevkiden tutun da tutanaksız bir sevdayı şiar bilen.
Surelerin de hicvinde ayan beyan varlıklarımız aslında yüreğin sulhu iken kendimizi kapıp koyuverdiğimiz.
Bir ölümü son bildiğimiz.
Bir de geceyi ıskaladığımız hani dün öbekli geçmişin intikamını alırken yarın odaklı an’ı ansızın es geçtiğimiz.
Dar alanlı uzun paslaşma tadında belki de mutluluk ya da rotası kayıp bir gemiden atılan can simidi sonra da paye verdiklerimizden medet umup kendimizi unuttuğumuz ya da bir zincir misali dolandığımız belki de çenemiz kilitlenirken yüreğin şifresini de bir kaosa kaptırdığımız.
Aşkı rabıta bilen kelamda top yekûn yalnızlık sonra da hidayete vakıf gönül gözünde anlık bir yoksunluk ve defolu yalnızlık ayyuka çıkarken çömez bir şiire çömelip de ufkunda hayallerin bir şair vasfına haiz olamamayı pek de önemsemeyen… külliyen yalan aslında şiirler kadar söylediklerimiz de yalan aslında yalın bir doğruyu şatafatlı bir yalana yem yapıp, bir sureyi de yoksunluğumuza kulp belleyip.
Belleklerimiz doldukça ve taştıkça yüreğin ikramı gelin de görmezden gelin bazı hataları hani olmazın oluru bir kapıdır açılan kapanandan bir sonra; hani yalın bir doğrudur o kesirli yalnızlığınıza denk düşen sonra da mülteci bir ime takılır aklınız ve gözlerinizin pervazında şiirler biriktirirsiniz yaş yerine.
Yazmaktan uyuşan bellek; ağlamaktan somurtan bir çehre belki de edepli bir yoksunluk aşkın zikri sonra da donanımlı bir âşık olmak adına dağlar aştığınız…
Varsın yalnızlık bürüsün çevrenizi yalana nazire eden bir yoksunluk ne derece kötü olabilir ki?
Varsın kalabalığı bölün gruplara ve varın o meçhul yakaya hani şair dilinde bir lütuf belleyip de bir öyküye öykündüğünüz yetmezmiş gibi bir de şarkı dolayın şiirin ayaklarına.
Ötekileşen aslında özründe aşklar saklayan.
Yalın ayak şiirlerin de baş tacı iken ketum imler.
Dert sahibi şairlere yoksunluğunuzu sunup yoksulluğunuzla da dalga geçerken şiir erbabı onca yürek.
Kardığımız ama karaya bulamadan.
Zikrettiğimiz ama zehir zıkkım olmadan yaşamayı de şerh düştüğümüz her yeni günü bir sonraki güne devredip, dünün közünü yarının sihriyle es geçip her nasılsa an’ı da mezhep bilip zamanı tutsak bir saatten gözünüzü alamadığınız ve sonra da yüksünüp yıldızınızın düşük olduğuna dair bir söyleme de paye vermezken.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.