- 1090 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sen, Aşk’sın
Seni anlatmak, zor zanaat…
Sendin, evet. Kalbimi bir alev gibi yakan… Gözümden gönlüme güneş gibi doğan... Uyanmak istemediğim rüyalarımda üryan bir çığlık olup, saçlarımdan süzülüp tenime kor düşüren, şefkatli bir el misali dolaşan, sendin.
Her sabah uyanıp, gözlerimi açtığımda karşımda duran yüzün iken, kalbimin koridorlarında aşk, aşk diye yanansın.
Kapılıp gitmeyen bir yüreğim (!) zannındaydım, bir zamanlar… Dedemin de dedesinden kalmaydı belki, eski ve küf kokan bir hissiyattı, ya da gelenekti belki, bilemiyorum. Adını sen koy. Dedemin Köstekli saatinden sızıyordu, kendiminkinden bir parça bulduğum ıstırap. akrebin vakurluğu; yelkovanın olgunluğu, saniyelerin sabırsızlığında öğrettim, kalbime. Yokluğunun içinden çekip çıkarttığım seni. Seni sensiz de sevebileceğimi öğrettim kalbime. Ve çoktandır bu şehir ıssızken ve de en kalabalıkken, gece ile gün kıyasıya yarışıyorken, her hücremde yolculuğa çıkıp, uzun, sessiz yürüyüşlerde anladım. Ben, yaşadığım sürece seni daha çok sevmenin yollarını arayacak, öğrenmeye devam edecektim.
Yeşil bir bahar sabahı oluyorsun, her gün. Gönlümün çölüne çiğ çiğ düşen, bazen ise gürül gürül yağan... Baharın koynundan ılık esen meltem, tomurcuklanan çiçeğin dallarında boy veren bedensin. Ben, toprağına kök salan… Ben, köklerine tutkun… Ben, boyumu aşmış sevdamla esirinim. Başımı kaldırınca göklerine, o asil ve mağrur duruşunla titreyip, yok olandım. Saçının tellerine vurgunum, gri bir bulutu andıran ve olmayışlarında içime hüzün olup yağansın.
Bin yıl görmesem de yeşeren gözlerinin baharını, gülen yüzündeki muzip telaşlarını, değerlerini yitirmemiş o minnet dolu gözlerindeki çocuk kahkahalarını, genetiğin kaçınılmaz temelindeki saygıyı, kölesi olunacak öğreten ahvalini ve utanmayı bilen tevazu dolu insanı unutmayacağım. Her gün sulayacağım aşk çiçeğimi.
Sen, dertli bir Ozan’ın bağlamasında yarım kalmış bir türkü. Bağrı yanıkların dilinde, kuşaktan kuşağa söylenesi bir bestesin. Hasretin sancılarını çeken hamile bir kadınım belki ve belki Vuslat doğacaktır, kalemimden. Utanacak belki şairliğim, bir zaman aralığında “Vuslat” diye haykırdığımız şiirden, aslına bakarsan çokça da naçar, naçiz ve acizliğimden…
İçimde öyle güzelsin ki! Ne küsecek, ne yok olacak! Ne gelecek, ne de terk edecek. Ben, seni bembeyaz sayfalarda seveceğim; kıyamadan, pamuklara sararak… Bir mektubun geç kalmışlığına değil üzüntüm, seni sensiz severken yaşadığım handikap! İçimin sokaklarında saat hep, beni sen çalarak geçiyor. Ya sabırsız bir an içinde, bin bir neden ile koşarsa adımlarım sana? Ya avuçlarımdan su içmek isterse aşk! Ya gözlerinin önünde eriyip gitmek isterse kalbimde kurulu saltanat! Ya, ya karışmak isterse birbirine yüzyıllardır karışmayan denizimiz! Ahh, ah… Korkuyorum sevdam, sana dokunduğum an, yanar diye kâinat!
Ne diyordum?
Ben, Seni anlatmaya yüreğim yeter sanıyordum.
Sen karşımda mütemadiyen beliren suret… Sen; okyanusların sığ kumsallarında türkuaza çalan mavilik, sen; sana uzanan adımlarımda yosun tutmuş derinliklere yürürken, içimin gitgide berraklaşan yanısın. Sen, hayali ve varlığıyla tepeden tırnağa alıkoyan, gizli bir siluet misali etrafımı saransın. Kırk yılı anımsatan kahve kokusu gibi burnumun direğine yerleşip, kırk yıl tütecek olansın. Sen, sen, sen… Sen sevgilim, sen aşksın.
Neşe CÖMERT / GAZİANTEP
24 Kasım 2015
melankolik saatlerin durulmayan sularında…