- 1376 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Üç Kuşak IV
Ardiyeden içeri son sürat nefes nefese girdim.Dedem,sekide oturmuş Kur’anı Kerim okuyordu. Bu anlık olay sonrası korkudan dizlerimin bağı çözüldü.Adım atacak takatim kalmamıştı.Ya babama bir şey yaparlarsa, ya canına kıyarlarsa "Allah korusun" diye dua ettim...Telaşımı gören dedem gözlüklerini indirdi ve bana alttan bakarak:
"Hayırdır torunum,ne bu telaş"
"Dede dışarıda üç adam var ve seni soruyorlar.Hem de ne sormak, yüzleri kıpkırmızı hepside iri yarı daha önce görmediğim insanlar"
"Korkma yavrum,bizim o tür insanlarla işimiz olmaz.Ya hayra gelmişlerdir.Ya da ..."
O ara içeriden sesler yükselmeye başladı.Dedemle biz ardiyeden çıktık ve dükkanın içine adım atmıştık ki;
Babam bize doğru gelerek,önümüzde durdu. Dedemin yüzüne heyecan dolu gözlerle baktı.Bir şey söylemek istiyor ama söyleyemiyor gibiydi.Dedem adamlara doğru yöneldi.Her birinin yüzüne dikkatlice baktı.Adamlar dedemi görünce süt dökmüş kediye döndüler.Bir ara gözüm dedeme kaydı.Öyle heybetli öyle vakur duruyordu ki...daha önce dedemi böyle görmemiştim.Sonra,adamlara doğru bir adım daha attı.Elini uzattı.En önde ki kel, iriyarı ve tok sesli adamda eğilerek dedemin elini öpmeye yeltendi.Dedem kimseye elini öptürmezdi.Elini çekti sol göğsünün üzerine getirdi.Masanın arkasında bulunan ahşap sandalyeye oturdu.Eliyle adamlara oturmasını işaret etti. Keskin ve naif sesle konuşmaya başladı.
"Buyurun evlatlarım beni arıyormuşsunuz?"
Üç adam birbirinin yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladılar.Liderleri olan iri kıyım adam, sanki biraz önceki kabadayı değil de üç yaşında bir çocuk gibi masum ve sakin duruyordu. Dedem, elini iç cebine attı. Bir iki el yordamı sonrası düzgün katlanmış sarı bir kağıt çıkardı.Adamın gözlerinin içine anlamlı anlamlı baktı ve adama uzattı.Adamlar kağıdı alıp hiç bir şey demeden çıkıp gittiler.
***
Kışın ayaz yüzü ancak yağan beyaz ile yumuşar. "O beyaz; bereket ve temizliktir" der dedem. Gerçekten öyle, sabahtan beri taşıdığım iki ton kömürden ziyade pis hava zorladı bedenimi ve ruhumu. Yorgunluk ayrı hamlıktan olsa gerek; belim burkum kırıldı. Asıl kırılması gereken iki ton da odun vardı. Babamla beraber, öğlene bitiririz inşallah. Babam, kendi kütük ve baltasını kimseye vermez. Çünkü, özel yaptırmış Cemal Ustaya...Benim balta da kütük de biraz bodurlar. O yüzden geçen sene habersiz almıştım da kıyametler kopmuştu. Dedem elinden zor aldı beni. Halbuki, bu yorgunluğun üstüne iki ton odunu nasıl kıracaktım. O da yarına kalsa ne olur sanki...İlla bitecek, illa kırılacak. Neymiş; kar yağarsa kırılmazmış. Avlunun kapısından sesler geliyordu. Kim ki bunlar? diye düşünürken. Gıcırtısıyla beraber açılan kapıdan Samet, Semih ve babam beraber girdiler. Samet ve Semih hem okuldan arkadaşlarım, hem de komşu çocukları...Onları görünce bu kadar sevineceğimi hiç tahmin etmemiştim.
Babam elinde tuttuğu baltayı gösterirken;
-Abdullah bak, sana yeni balta aldım ! Hem de arkadaşlarını getirdim. Beraber kırarsınız odunları. Ben Bıdbıd Yasin Amcaların düğününe gideceğim.
Sevinsen mi üzülsen mi bilemedim. Bizim, burada canımız çıksın, beyimiz düğün dernek dolaşsın. Ohh ne ala memleket. Neyse ki SS ler buradalar.
Koşarak yanıma geldi çifte kumrular.
Önce Semih sonra Samet;
-Kolay gelsin Abdullah, dediler.
-Hoş geldiniz, sizi görünce bu kadar sevineceğimi hiç düşünmemiştim.
Başında ki bereleri ve montlarını çıkarmaya başlamışlardı. Semih;
-Tabi ki sevinirsin, kim olsa sevinir. Şu, dağ gibi odun tek başına kırılır mı? Allah’tan İbrahim amca yevmiyeleri verdi de...
Samet, hemen öksürmeye başladı.
-Öhhh öhhhö !!!
-Semih, olayı toparlama gayretine girdi. Samet ne saçmalıyorsun, biz Abdullah’a yardım etmeye geldik değil mi?
-Şeeeyyy! Abdullah, şeyy demek istedim.
-Anladım dostum, anladım. Her ne sebepten olursa olsun şu an burada olmanız bana fazlasıyla yeter.
Akşama doğru odun kırma ve istifleme işi bitmişti. İşi gözümde büyütmüştüm, ancak insan azimli olunca yapamayacağı iş olmuyor. Dedem akşam namazından gelmiş, yemekler yenmişti. Samet ve Semih izin isteyip kalkmak istediler. Ancak, dedem onlara biraz daha kalmalarını ve bugün anlatacağı hekatı onların da dinlemelerini istedi. Gerçi yorgunluktan hekat dinleyecek halimiz yoktu.Dedem, arkadaşlarıma da kal dediğine göre; güzel bir hekat olsa gerek. Dedemi bütün mahalleli sever ve itibar ederdi. O yüzden arkadaşlarım, yorgun olmalarına rağmen itiraz edemediler. Bakın çocuklar! Bugün size; Tarık bin Ziyad’dan ve Endülüs’ten bahsedeceğim. Tarık Bin Ziyad, İslami tarihimizin çok önemli bir komutanıdır. Şimdi ki ismi ile İspanya o zaman ki ismi ile Endülüs’e ayak basan ve oraları fetheden büyük komutan. Cebelitarık boğaz ismini, coğrafya derslerinden duymuşsunuzdur. "Tarık dağı’ anlamına gelir. İşte o bölge ismini o büyük komutandan almıştır.
Dilerseniz öncelikle Tarık bin Ziyad’ın bilinen yönlerini kısaca bir ele alalım. Daha sonra sizleri farklı yerlere götürmek istiyorum. Tarihçilerin ifadelerine göre Tarık bin Ziyad, Emevî Halifesi Velid bin Abdülmelik döneminin Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr’ın azatlı kölesi Berberi asıllı Ziyad’ın oğludur. Vali Musa bin Nusayr, azatlı kölesi Ziyad’ın oğlu Tarık’ı iyi keşfetmiştir. Tarık bin Ziyad’ın sağlam kişiliği, kahramanlığı, kalp kuvveti, etkili hitabeti ve ikna edici konuşmaları, Vali’nin gözünden kaçmamış ve O’nu Endülüs’ü (İspanya) fethetmekle görevlendirmişti. Endülüs’te o dönemlerde Vizigotlar hüküm sürmekteydi. Başlarında ise Kral Rodrik vardı. Tarık bin Ziyad, yanına dört gemi ve yedi bin asker alarak Endülüs’e doğru yola koyuldu. Askerlerini karaya çıkardığında, ani bir karar verdi ve askerlerinin sayıca kendilerinden çok fazla olan düşman askerinden korkup kaçma ihtimaline karşı gemileri yaktı.
Hepimiz şaşırmıştık. Hep bir ağızdan bağırdık;
-Ne gemileri mi yaktı?
Dedem kaldığı yerden devam etmek üzere;
-Evet! Dedi.
Sonra, tatlı tatlı anlatmaya devam etti;
-Bir olay karşısında karar kılıp ; "Ne olursa olsun, bütün gemileri yaktım" deriz ya işte bu söz oradan gelmektedir. Evet! Tarik bin Ziyad, yedi bin askerine karşılık doksan bin düşman askerine karşı nasıl koyabilirdi ki. Gemileri yaktıktan sonra, askerlerine hitaben şu konuşmayı yapar;
-Askerlerim! Görüyorsunuz ki, arkanızda deniz, önünüzde düşmanlar ve kaçacak hiçbir yeriniz yok. Vallahi sabır ve sebattan başka yapacağınız bir şey de yok... Yine iyi biliniz ki, eğer şu zorluklara biraz sabrederseniz daha müreffeh bir hayata kavuşursunuz. En ucuz malın can olduğu bu pazara sadece sizi sürmüyor, önce bizzat kendi canımdan başlıyorum. Bu konuşma askerleri rahatlatmış, cesaretlendirmişti.Vizigotların hem cephane hem sayı olarak çok üstün oldukları bu savaşı, üstün cesaret ve kahramanlıkla sürdürmüş savaşın ortalarına doğru düşman askerini yara yara Kralın otağına kadar gitmişti.Kralı orada öldürerek, düşman ordusunun dağılmasına neden olmuştu.
İşte! Tarık bin Ziyad bu önemli savaşı kazanmış ve tarihe; "Endülüs Fatihi" olarak geçmiştir. Bu savaşta Tarık bin Ziyad, çok büyük ganimetler elde etmişti. Lakin, bunların hiç birine elini dahi sürmeden Vali Musa bin Nusayr’a göndermiştir. Görüldüğü üzere karşımızda hem gözü pek hem de gözü tok bir komutan portresi duruyor. Hedefine giderken büyük riskler alabilen, çabuk karar verme yeteneğine sahip, büyük kalabalıklara etkili şekilde konuşabilen ve ikna gücü çok yüksek bir komutan... Kendisine atfedilen unvanları fazlasıyla hak eden bir şahsiyet...Çocuklar, bu anlattığım o büyük komutanın asker yönü, size bir de başka yönünü anlatacağım. Baba ve eş yönünü... Samet, Salih ve ben dedemin anlattığı bu zatı çok sevmiştik. Heyecan içinde dinliyorduk. Tüm yorgunluğumuza rağmen merak içindeydik. Dedem kaldığı yerden devam etti.
-O heybetli, o cesur, gözünü daldan budaktan esirgemeyen, yüz binlerle ifade edilen düşman askerinden asla korkmayan Tarık bin Ziyad’ın, herkesin bildiği bu gösterişli tablosundan sonra, özel hayatında ki mütevazı yönünden bir kesitte şöyle anlatılır;
Tarık bin Ziyad, bir seferden dönüyor. Yanında birkaç askeri ve komutanı var. Bilmem kaç aydan sonra evine varıyor. Kapıda hanımı karşılıyor, meşhur komutanı. Ama ne karşılama? Tarık bin Ziyad’ın boynuna sarılmasını ve: -Aslanım hoş geldin! Endülüs Fatihim, bi tanem! Evimin direği, can yoldaşım! Çocuklarımın babası, hoş geldin! Gözümüzü yollarda koydun, seni çok özledik. Allah’a şükür sağ salim geldin! Seni bize bağışlayan Allah’a şükürler olsun! Evine, ocağına hoş geldin! demesini bekliyorsunuz. İşin aslı ben de bu türden bir ifade kullanmasını beklerdim.
Ama Tarık bin Ziyad’ın eşi böyle şeyler söylemiyor. Ne diyor peki? Kapıda kocasını karşılıyor ve başlıyor bağırmaya:
- Nerde kaldın sen? Evin yolunu unuttun! Beni ve çocuklarını da hatırlar mıydın? Evin yolunu kim gösterdi sana? Memleketi kurtarmaktan bize sıra geldi mi? Biz burada aç sefiliz. Başımızda erkek yok. Canın istediği zaman gelip istediğin zaman gidiyorsun. Burası senin evin mi otel mi?
Tarık bin Ziyad... Koskoca komutan... Endülüs Fatihi... O kocaman orduları dize getiren Tarık bin Ziyad’ın hanımı, neler söylüyor? Olacak şey mi? Tarık bin Ziyad’ın beraberinde ki komutan ve askerler çok şaşırıyorlar. Ve kendi kendilerine diyorlar ki:
- Eyvaaaaahh! Zavallı kadın, şimdi yandı. Bizim komutan şimdi bu kadının ağzını burnunu dağıtır. Mahvoldu kadıncağız. Ama korkulan olmuyor. Tarık bin Ziyad, hanımının ağzını, burnunu dağıtmıyor. Eşine el kaldırmıyor. Bırakın el kaldırmayı, o koca komutanın ağzından tek bir söz bile çıkmıyor. Sadece eşini dinliyor ve susuyor. Askerleri bakıyor manzaraya ve önce duruma bir anlam veremiyorlar. Sonra yine kendi kendilerine diyorlar ki:
-Vay be! Şu koca komutana bak be! Kocaman orduları dize getiren Tarık bin Ziyad! Evde ki kadından tırstı. Biz de komutanımızı kazak erkek bilirdik. Yazıklar olsun şu kadına! Askerler, manzara karşısında komutanlarının yüzüne bakıyorlar ve bir açıklama istiyorlar adeta. Tarık bin Ziyad, askerlerinin ne demek istediklerini anlıyor. Askerlerinin gözlerinin içine baka baka diyor ki:
-O benim eşimdir. O benim hayat arkadaşımdır. Çocuklarımın anasıdır. Bildiğiniz gibi çok uzun seferlere giderim. Evimin ve çocuklarımın yükü hep onun omuzlarına kalır. Yerine göre çocuklarımın hem anası hem babası olur. Benimleyken ve ben uzaklardayken, başımı önüme eğdirmez. Evimize ve çocuklarımıza sahip çıkar. Çok cefa çeker. Hiddeti bu yüzdendir. Yüreğinde bir kötülük yoktur. O, benim başımın tacıdır. Bana bu kadarcık bağırmasına nasıl kızabilirim ki!
İşte çocuklar! Bizler böylesi ecdadın torunlarıyız. Heybet, celadet ve kahramanlığı savaş meydanında bırakıp...Merhamet, asalet ve halim selim bir halle evine ve eşine gelmesi...Eşinin ona tepkisi karşısında susması ve onu anlaması...Asıl fetih budur. Gönül fethetmek...Gemileri yakmak kadar önemli bir tavırdır bu...
Çaylarımızı içtik. Samet ve Semih izin alarak evlerine gittiler. Yüzlerinde öylesine mutlu bir tablo var ki...Babam ve ben dedeme sabah ki durumu sorma cesareti gösteremiyorduk.Lakin,işi bir türlü çözememiştik. O adamlar, kimdi? Ne istiyorlardı? Dedemin onlara verdiği kağıt neyin nesiydi?
Devamı var
YORUMLAR
Çok güzel çok, hikaye içinde hikaye, ders veren, düşündüren nasıl güzel bir anlatım. Gemileri yakmak deyiminin nereden geldiğini bilmiyordum, dedeniz dolayısı ile sizin sayenizde öğrenmiş oldum. Ve gönül fethetmenin bütün fetihlerden daha mühim olduğunu böylesi emsalsiz bir örnekle aktaran ne değerli bir insanmış dedeniz. Hayranlıkla okudum hatta dinledim onu.
Ama şu ardiyeye gelen adamlar niçin gelmişler mesele neymiş, dedenizin verdiği kağıtta neler yazıyormuş merak ettim açıkçası. Bi sonraki bölümde okuyucuyu bu konu hakkında aydınlatacak mısınız?
Hem içeriği ve hem de başarılı anlatımınızla kusursuz bir yazı okuttunuz. Çok teşekkür ediyorum, saygı ve selamlar.