- 1506 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAKİKATİN ÖLÜMÜ (Hasan Öztoprak)
Bazı romanlar vardır insanı okurken tüm hücreleriyle düşünmeye sevk eder, okuduktan sonrada aklından hiç çıkmaz. İşte böyle romanlardan biri de Hasan Öztoprak’ın yazdığı “Hakikatin Ölümü” isimli roman. Yazarın ilk romanı olan “İmkansız Aşk”da saplantılı bir aşkı konu olarak işlemişti. ( Tabi ilgili ilgisiz, yerli yersiz eleştiriler eşliğinde. İkinci romanı beklemeye başlamıştık. Yazar yaratıcılığını yine yargısız infazların eşliğinde sürdürmeye, insanlığa yeni bir armağan sunmak için geceli gündüzlü çalışmaya başlamıştı bile.) İkinci romanında ise “ Devamı Hayat” bir devrimcinin darbe öncesi ve sonrası yaşadıkları sarsıcı bir üslupta ele alınmıştı. 2006 yılının Eylül ayında çıkan “Hakikatin Ölümü” isimli eseriyle yazar çıtayı biraz daha yükseltmişe benziyor.
Bazı kitaplar vardır insanda bağımlılık yaratan, bazı kitaplar vardır eğer bir romancıysanız size yeni kahramanlarla yeni serüvenlere sürükleyecek onlarca kapı açan. İşte böyle bir yapıt “Hakikatin Ölümü”
“İnsan yüzlerce kitap okur onları özümser ve karşılığında yeni bir yapıt ortaya koyar.” Bu düşünceyi yıkan kitaplardan biri. Ben bu teoriye şiddetle karşı çıkan yazarlardan biriyim. Bazen okuduğum bir kitap kişiye yüzlerce kitap yazacak ilhamı verir. Her bir sayfa yeni bir romanın kurgusunu oluştur zihinde.
“Hakikatin Ölümü” gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış bir roman. Okuyucunun dikkati bir an bile dağıtmadan, yaşananları sessiz bir tanık gibi takip edebiliyor. Karşınızda amansız bir hesaplaşma yaşanıyor. Gelgitler, hayal kırıklıkları, cinayetler… Siz bir jüri üyesi koltuğunda yaşananları değer yargılarınıza göre yorumluyorsunuz. Tabi bunu yaparken karşınıza dikilen gerçeklerin muhasebesini uzun uzadıya zihninizde yapmayı sürdürerek.
Yeni bir roman bir yazar için öz çocuğundan farksızdır. Nasıl ki bir ana doğum sancıları çeker, nasıl ki bir ana doğacak çocuğunun geleceğine kafa yorar, nasıl ki bir ana evladının insanlık alemine faydalı olmasını ister işte yazarlar için de durum bundan farksızdır. Bu ulvi duyguları hayasızca kirleten insanların vurdumduymazlıklarıdır. Edebi ve bilimsel eserlere karşı mesafeli duruşları, hayatın basit zevklerine karşı tatminsizlikleridir. Üstüne üstlük bu can sıkıcı olgunun üzerine birde bazı eleştirmenlerin insaf ölçüsünü aşan eleştirileri de eklenince bir yazar için gidip gelmeler başlar…
“Bu eser popüler kültürün bir ürünü, bu bağlamda bu eserin kalıcılığından asla söz edilemez.”
Başka bir eleştirmen:
“Yazarın yaşadıklarını, günübirlik aşklarını böyle özgürce dillendirmesi ahlaki ölçütleri zorlayan bir çaba olarak değerlendiriyorum.”
Başka bir eleştirmen:
“Bu eser yazarın ilk eseri. Onda bir ikinci eseri yazacak kapasite olduğunu sanmıyorum. Bu ilk romanlar aslında yazarların ilk ve son eserleriydi. Onlar kısa sürede ün kazanmak sevdasıyla bu yola sürüklenmişlerdi. Çok sayıda roman yazılmış olması bu nedenle bizleri çok fazla şaşırtmasın. İşte 2004 yılında neden çok sayıda roman yazıldığının objektif bir değerlendirmesi.”
Maalesef ülkemizde bir avuç saygın eleştirmen dışında bu iş son derece amatörce yapılıyor. Maalesef bu kişiler bir yazarın bir eseri ortaya koymaktaki delice çırpınışlarını göz ardı ediyorlar, vermek istedikleri mesajları algılayamıyorlar, popüler kültür olarak suçladıkları yapıtların bir zaman sonra araştırmacılar için o dönemi aydınlatan tarihi vesikalar haline geleceklerini düşünemiyorlar. Kısaca olayları at gözlüğü ile değerlendirmeyi bitmek tükenmek bilmez bir hevesle sürdürüyorlar.
Hasan Öztoprak Bey’i bu yaz ziyaret ettiğimde bana Eylül ayında yeni bir romanını çıkacağından bahsetmişti. Adı “Hakikatin Ölümü” olacak demişti. Açıkçası ben bu ismi ilk başta benimsememiştim. “Hakikatin Ölümü” Bir kitabın albenisini arttıracak onca başlık dururken yazar neden bu çarpıcı olmayan başlığı koymuştu? İsim konusunda düşüncelerimi kendime sakladım. Kitabı büyük bir merakla beklemeye başladım. Çıkar çıkmazda alıp yirmi dört saatin içinde okuyup bitirdim. Kitabı bitirdiğimde yazarın kitabına neden böyle iddiası olmayan bir isim koyduğunu anladım. Büyük yazar bir kez daha anlamlı bir ders vermiş, bir pazarlama aracı haline dönüşebilecek bir isim koymaktansa eserin her zerresine nüfuz edebilecek, kişiyi eser hakkında derinlemesine düşündürecek filozofça bir ad takmayı uygun bulmuştu.
Eser, geçmişte kardeş kavgasının sol kanadında yer alan Feridun’a mazinin karanlıklarına gömdüğü dostu Timuçin’den gelen bir telefona cevap vermesiyle başlar. Bu telefon yazarına bu romanı yazdıracak, romanın gerçek kahramanlarının hayatını yüz seksen derece değiştirecek olan kıvılcımdır. Oysa Romanın baş kahramanı Feridun kurduğu o küçük dünyada kendini büyük şehrin yaşamından izole etmiş, bağlandığı eviyle, eşyalarıyla, kuklalarıyla, maskeleriyle mutludur. O yaşama tutunmaya çalışır. Kuklalar ve maskeler… O artık kendisine ve çevresine zarar verebilecek insanlardan uzak durmaya çalışır. Evi onun kalesidir. O evinde tasasız bir hayat sürmeye kendini programlar. Kuklalar ve maskeler… Onlar Feridun’un yoldaşlarıdır…
“ Kocaman, oyuk gözleri var maskenin, sanki her hareketi takip ediyor; ve hiç kapanmayan yuvarlak bir ağzı, nefes aldığı kesin, bir şeyler söylemek istiyor gibi, ama suskun…Belli ki pek çok şeye şahit olmuş, ve pek çok şey saklıyor, sessizliğini oyulduğu ağaçtan almış, kudretini onu yaratan ellerden. Güçlü! İstese her şeyi bir anda değiştirebilir, şimdilik seyirci kalmayı yeğliyor…” (Sayfa 29)
Yazar eserinde şiirselliğin yanında Feridun’un ruh halini öyle özgün betimlemelerle ortaya koyuyor ki!
“Kendi de, aynı hareketleri yaparak tam karşısındaki ‘Ayçiçekleri’ tablosuna uzun uzun bakıyor.
Yüzünü iki elinin arasına alıyor, gözlerini kısarak tablonun içine akmaya çalışıyor. Tablonun içine düşüyor ve tıpkı ayçiçekleri gibi sararıyor, yüzünü güneşe dönüyor onlarla birlikte, aynı ayinin bir parçası oluyor, aynı fısıltılarla dua ediyor ve aynı kaderi paylaşıyor onlarla: Toprağa bağlı olduklarını bilseler bile, hep çekip gidecekmiş gibi başları dik; kimsesiz değiller, farklı ya da aynı değiller, hem kendisi hem hiç kimse…” (Sayfa 58-59)
Ev sahibi Feridun ile bir tetikçi olan Timuçin bir evde, Timuçin’e ait bir silahın gölgesinde kapalı kapılar ardında geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolun sonunda ya umut ışığı ya da ölümcül bir zifiri karanlık vardır… Timuçin adalete teslim olmak ister o vicdan azabından bu şekilde kurtulacağını düşünür. O kanlı geçmiş ki onu bir an olsun yakasını bırakmaz.
“Eve polis kılığında gittim, kapıyı çaldığımda küçük bir çocukla karşılaşmayı ummuyordum… Adamdan önce kapıda genç bir kadın belirdi, ama adam bir hamleyle onun önüne geçti. “Buyurun Memur Bey!” Pardösünün altından silahın namlusunu gösterdim. Durumu anlamıştı. Sakinliği beni şaşırttı. Arkasında duran karısıyla oğluna usulca, ‘Siz içeri girin’ dedi. Bana dönerek, bu durumda olan birisinden beklenmeyecek bir sakinlikte, ‘burada olmaz, lütfen!’ dedi...”(Sayfa 89)
Eser, insanın kanını donduracak gerçekleri içeriyor. Roman bir polisiye, bir gerilim, bir yaşam ve korku labirenti gibi… Yaşananlar insanın içini acıtıyor. Kıyımlara, yıkımlara, istilalara uğramış bir ülkenin kahraman evlatlarının anlamsız bir inatlaşma uğruna neler kaybettiğini, gözler önüne seriyor. Bir kez daha usta bir kalem kitlelere unutamayacakları bir insanlık ve tarih dersi veriyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.