- 1461 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NE GÜNDÜ AMA!
Güzel ve dostlarla dolu bir gün ardından herkes evine döndüğünde, yorgunluğu kalmıştı üzerimde ama mutlu hissediyordum kendimi ziyadesiyle . Akşamüstü, ön bahçedeki hamağa uzanmış, elimde kocaman bir bardak buzlu çay, tadını çıkararak yudumluyor, bir yandan da önümde uzanan vadinin yeşilliğinde gözlerimi ve ruhumu dinlendiriyordum.
Duyduğum tek ses, ağaçların yapraklarının ardına gizlenmiş ve daldan dala geçerek cıvıldaşan, kuşların sesiydi. Hafiften birde esinti katılınca, bu güzel ortama, keyfim yerine gelmişti. Sıcak havayla pek aram yoktu çünkü.
Hamağın sallaması için ayağımı sarkıtıp, yerden şöyle bir güç aldım ve yeniden arkama yaslandım ve rüzgâr yüzümü okşarken, ben doğanın güzelliğini seyre daldım.
“Oh! Ya!" dedim, yaşamak ne kadar güzel!”
Sen misin böyle söyleyen?
Daha bu sözcükler ağzımdan henüz dökülmüştü ki, kulaklarımı sağır edecek bir uğultudur kapladı her yanı. Yoksa gümbürtü mü desem buna, artık bilemiyorum! Ne olduğunu anlamak için, olduğum yerde doğrulunca, bir de ne göreyim! Karşı tepelerin üzerinden, sanki gökyüzüyle birleşmişcesine, koyu lacivert bir su kabarmış, aşağı doğru gelmiyor mu!
Hem de ne geliş. Gözlerim ve ağzım bir karış açık sanki hipnoz olmuş gibi öylece baka kaldım. Tusunami olabilir miydi bu? İyi de, nasıl olabilirdi ki?
Deprem olmamıştı denizi ve dalgaları tetiklesin. Üstelik onu da bir kenara bırakalım, deniz seviyesinden nerdeyse, 600 – 700 metre yüksekte, şehirle dağın ortalarında bir yerdeydik. Ben bu düşünceler içindeyken, henüz erken saatler olmasına rağmen, gökyüzü garip bir şekilde kızıl, sarı, mor ve yer yer siyahlara bürünüverdi.
Hiç bu kadar rengin bir arada olduğuna şimdiye şahit olmamıştım.
“Aman Allah’ım, yüce rabbim!...” diye korkuyla inledim. “Dağın tepesinden güldür, güldür dökülmeye başlayan, bu su nerden geliyordu ve neyin nesiydi?”
Bir anda, yıllar önce ziyaret ettiğim Niyagara Şelalesi geldi gözlerimin önüne. Aynı, orada olduğu gibi yoğun bir su kütlesi, büyük bir hızla ve gürültüyle, önümde uzanan vadiye dolmaya başlamıştı.
Hemen içeri girip üst kata koşturdum. Oradan deniz, çok daha net görünüyordu çünkü. Oy! Ne göreyim? Baktım o cephede de durum aynı. Deniz de kabarmış, kalkmış geliyor?
Bir anda ortalık karıştı ve her taraftan bağrışmalar ve çığlıklar yükselmeye başladı. Son yıllarda, kıyamet konusunu işleyen birkaç film izlemiştim. Ama yemin ederim, şu anda gördüğüm manzara, hepsini bastırır durumdaydı,
“Biz görmeyiz diyordum, kim bilir ne zaman olur?” Ama yanılmıştım sanırım. İşte bu kıyamet günü olmalıydı!
“Elle gelen düğün bayram“ deyip, eşim Julian’ın çalışma odasına koşturdum. Orada yoktu. Yatak odasına koşturdum, orada da yoktu. Çıldırmış gibiydim adeta. Tam bir üst kata yönelmiştim ki, beyefendin bornoza sarılmış elinde bir baş havlusu, saçlarını kurulayarak banyodan çıktığını gördüm.
Rahatının bozulmasından dolayı, yüzünde hoşnutsuz bir ifade,
- What is happening woman? What is that noise? diye bağırdı.
(Ne oluyor be kadın, … Ne bu gürültü?)
O korku ve sinirle cevapladım.
-Elinin körü oluyor!” ve gerisi onun dilinde sürdürdüm. Everything will be under water soon! (Her şey birazdan sular altında kalacak!)
Halime, tavrıma şaşırmış, soran bakışlarla yüzüme dikerek;
- What have you done ? demez mi? (Yine ne yaptın?)
-Hah! Oldu. Sen yine bana at suçu" diye, şarladım hırsla. Çünkü bu onun en iyi becerdiği işti. Yine sinirlerimi tepeme hoplatmayı başarmıştı.
- Not me idiot! God did it!.. Doomsday day is here! We are all going to die!
Ben değil seni salak! Allah yaptı!. Kıyamet günü geldi. Hepimiz öleceğiz) diye bağırdım. O ise hala laflarıyla üste çıkmaya çalışıyordu.
- What are you talking about? ( Ne diyorsun sen be kadın?)
- Is that so? Look out and see then! (Öyle mi? dedim, dışarı bak da gör o zaman.)
- Okay, finally out of your mind! .. dedi ( Tamam... Nihayet aklını kaçırdın.)
Ben ne zaman bir şeylere kızıp, bağırmaya başlasam böyle derdi zaten. Gerçek olsun diye bekliyor zahir(!) Daha fazla laf yetiştirecek halim yoktu. Onu koridorda bırakıp, tekrar can havliyle, merdivenleri ikişer, üçer atlayarak, giriş katına indim. Oradan da bahçeye.
Ara sıra havuzda kullandığım, sünger makarna ve şişme yatak arka bahçede duruyordu. Kullanacağım zaman hazır olsun diye yatağı, hiç söndürmüyordum. İkisini de kaptığım gibi tekrar gerisin geriye, merdivenleri ikişer üçer atlayarak üst kata çıktım.
Baktım, Julian, çalışma odasının kapısı önünde, koca mavi gözleri yuvalarından fırlamış ve tıpkı benim az önceki hipnoza girmiş halim gibi ayakta dikilmiş duruyor. Anlaşılan dediğime itibar edip, pencereden bakmıştı.
Kolundan tutup sarstıktan sonra, sünger makarnayı hemen, onun eline tutuşturdum ve koluna yapışıp, çekiştirerek en üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Bir yandan bağırmaya da devam ediyordum.
- Let’s go to the top floor!.. Come quick! (Hadi en üst kata çıkalım, çabuk ol)
Koca deniz yatağı elimde, merdiveni sağa sola çarptırarak, zar zor ve patlatmadan kendimi terasa atmayı başarmıştım. Ardımdan elinde sünger makarna Julian da yetişti. Lakin sular, bizden daha çabuk bahçeye yerleşmişti.
“Ah! Keşke tüm sevdiklerim yanımda olabilseydi” diye, çırpınmaya başlamıştım. O zaman bu kadar üzgün olmazdım. Birlikte gelmemiştik dünyaya, ama bu kıyamet günüyse eğer, hep birlikte giderdik hiç olmazsa(!)
Bir aşağıdan kabaran suya, bir, elimde sıkıca tuttuğum şişme deniz yatağına, bir de Julian’ın eline tutuşturduğum, sünger makarnaya baktım.
“Hay salak Billur seni” diye alay ettim kendimle. " Bunlar mı kurtaracak sizi be?" Öylesine medet ummuş ve bir karış deniz yatağına öyle yapışmışım ki, sanki Nuh’un gemisi.
Bu arada sular nihayet, alt katı doldurup, üst kata doğru tırmanmaya başlamıştı.
"Daha ne bekliyorsun ki kızım? Adın çıkmış zaten şu kuşuna, öyle de böyle de gideceğiz madem bir gün öbür tarafa, son bir defa daha yüzeyim bari” diyerek, deniz yatağını elimden fırlatıp, çıktım terasın kenarına ve gözlerimi kapatıp balıklama daldım suya.
O anda hoş bir serinlik kaplayıverdi tüm bedenimi. Derinlere doğru kulaç atarak inerken, sanki biri çağırıyor gibi gelmişti beni derinlerden.
“Ay! Billur hanım, affedersiniz! “diyordu. Hayret, sesi ne kadar da net duyuluyordu. “Orada olduğunuzu görmemiştim. “
Gözlerimi açtım birden ve ne göreyim? Hamakta uyuya kalmamış mıyım meğer!
Kıyametin falan koptuğu da yoktu. Yan komşu benim hamakta yattığımın farkına varmayıp, bahçe sulamasının otomatiğini açınca beni baştan aşağı bir güzel ıslatmıştı.
“Şükür Allah’ım ” deyip, derinden bir “Oh!” çektim. Elim göğsümün üzerinde "Rabbim sen gerçeğini gösterme sakın!" dedim. Rüyası bile dehşete düşürmeye yetmişti çünkü.
Şimdi bunu anneme anlatsam ve beni dinlese, mutlaka “Senin k...çın, açıkta kalmış kızım” derdi. Ee! Doğruydu da.. Açıkta kalmıştı gerçekten. Rüzgâr, file hamağın altından üfürüp durmuştu alttan altan.
İçinde buzlu çay bulunan bardak ise hala elimdeydi ve sıkı sıkı tutuyordum. Hatta öyle sıkı yapışmışım ki, çay sanki avucumun içinde yeniden demlenmiş gibiydi Gerçeğin anlaşılmasıyla, yüzümde kocaman bir gülümseme, kalkıp indim hamaktan.
- Zararı yok. Komşum, dedim, serinlemiş oldum sayende.
Üstümü değiştirmek için doğruca gittim eve. Baktım, julian tıpkı rüyamda olduğu gibi, (yoksa kâbusumda mı desem) bornoza sarılmış banyodan çıkıyor. Tersine pek bir neşeliydi ve yüzü gülüyor.
“Oh! I feel good! What a relived!” dedi, (Oh! Kendimi iyi hissediyorum, ne rahatladım.)
Gözü ıslak giysilerime takılmıştı, ama sormadı. Havuza böyle girmiş olduğumu bile düşünüyor olabilirdi. E... deliyim ya ben!
"Who cares ? " dedim içimden... ( Kime ne? ) Ardından, bir elimi yumruk yapıp, baş parmağımı tamamdır manasında havaya kaldırdım. Biraz da şımararak bir ifadeyle,
“Same for me dear, “ diye cevapladım (Aynen, ben de öyle canım, )
Oh be! Düny varmış, nasıl da rahatlamıştım…
***