DİVRİĞİ -ÇAYÖREN’DE BİR GÜZ GÜNÜ
Eylül’ün son günleriydi, köydeydim. Her yıl dargüzün annemin babamın ziyaretine gelirdim, bu sene erken geldim. Bu, bir ziyaret mi, birinden kaçış mıydı, karar veremiyordum. Yalnız kalmak istiyor, içimi kemirip duran şeyi kafamdan uzaklaştırıp yalnızlığımın tadını çıkarabilmek için köyün etrafındaki çocukluğumun büyülü yerlerinde salına salına yürüyor, yaptığım işten memnun, ıslık çalıyordum kendi kendime. Bazen davranışımdan duyduğum katıksız bir sevinçle türkü söylemeye başlıyor, bazen de ilgisiz ve dalgın, dolaşıyordum; İçimde heyecanı, umudu hak getire! Sezgilerim beni yanıltmayacak gibi; bu işin sonunda yenilgi var, bitecek. Demem o ki, üzerinde sayısız yollar, sayısız köyler olan ve şimdiye kadar hiç kimsenin ölçemediği dağlık sarp bozkırda içinde bulunduğum durum uzak ve bulanık bir rüya gibiydi.
İlk günler havalar serindi, dere kıyılarındaki selvilere, söğütlere tek tük gazeller düşmüş, etraftaki bahçelerdeki elmalar dallarda bırakılmış, cevizler yeni yeni çarpılıyordu. Köyün karşısındaki Kızıltepe’den başlayıp oyuhlar, masoutlar, bitlipuarlar, beşpuarlar, eyerli, incesu’ya kadar olan tüm bozkırdaki otlar kuruyarak bozarmış, uzaktan derim zamanı gelmiş ekine beziyorlardı. Tarlaların da ekilmeye ekilmeye artık kıra dönüştüğü ufuktaki tüm alan dalgırlı (hareli) bir gümüş rengine bürünmüştü. Bazı günler öğleden sonraları kara bulutular tüm göğü kaplıyor, hava erkenden kararıyor, bazı geceler gök gürlemeleriyle birlikte sağanaklar yağıyordu.
Gelişimden bir hafta sonra güz kendini hissettirmeye başladı; Eylül’ün güneşi bol günleri artık gelecek Mayıs’ın ortalarına kadar sürecek olan uzunca bir mola verdi. Güneş puslu puslu, nemli bir buğu içinde batıyor, akşamlar erken geliyordu. Havalar iyice bozmuştu; bir yağan, bir kapanan havalar gelmişti. Geceleri sabaha kadar yağıyor, gündüzleri hava biraz açıyor, güneş bulutların arasından göz kırpıyordu. Bir gün, sanki yazdan kalmış güzelim bir ikindi üstü, korcalar, güneyler, oynakları geze geze maldepesi’ne gittim. Gezdiğim eski ekin tarlalarındaki devedikenleri, geçtiğim yolların kenarlarındaki atkuyrukları kurumuş çiçekleri, pörsümüş yaprakları ile ben geçerken selama duruyorlar, gayganacuklar bacaklarımı tırmalıyor, kevenler yürümemi yavaşlatıyordu; karamuklar, guşburnular gülümseyerek meyvelerini sunuyorlardı bana. Bütün bu güzelliklerin içinden yavaş ilerliyor, hep hoş şeyler düşünmeye çalışıyordum. Eski dost yollar, dere kenarları, meyve bahçeleri bana elediyor, kuzuları gölgelerinde yatağa vurduğumuz yabani elma ve armut ağaçları göz kırpıyor, gözlerimin önünde yeniden eski günler canlanıyordu. O günlerde her şey cennette gibi öyle iyi ve kusursuzmuş ki , şimdi bu kadar tatlı, pırıl pırıl...
Güneyleri geçtim, maldepesi’nin eteklerine vardım. Güneş çalığı otlar, maldepesi’nin dik yamaçlarında solgun, ağarmış demetler halinde sarkmışlardı; yağmurdan ıslanmış “boz”lar, buruk, keskin biri koku yayıyorlardı. Otların arasında yer yer çıtırdılar işitiliyor, yerel dilimizde “galo” dediğimiz bir tarla faresi cik cik ediyor, yine yerel dilde hürülük olarak adlandırdığımız bir kızılşahin araplıya aşağı ağaç doruklarından süzülüp geçiyordu… Dar boğazlar arasında uğuldayan bozkır rüzgarının Gatırlı tarafından getirdiği kekik kokuları bozların ve toprağın kokusuna karışıyordu. Tepeye varınca yüzümü köye döndüm. Rüzgâr, gökyüzünü pamuk yumakları gibi duran kurşuni bulutları bir güneye, bir batıya sürerek, bazen gök gürültülerinin eşliğinde, zıplaya zıplaya dolaşıyordu kurşini –boz renkteki bozkırın üzerinde. Rüzgarın yönü ne yana dönerse, sığır kuyruğu otu da tapınır gibi bir bu yana bir o yana boyun büküyor ve dağların kurşuni enginliği üzerlerinde daha koyu bir şerit uzayıp gidiyordu. Sisle örtülü kırmızı bir güneş, batıda kılbaşların üzerinde yavaş yavaş alçalıyordu. Gatırlı kara bulutlar altında kalmıştı. Sonra hey şey sustu. Derken güneş puslu, nemli ir buğu içinde battı, yağmur çiselemeye başladı; bozkırın üzerinde, köyün güneyinde, Pahla Dağı tarafında bir yerde şimşek çaktı, arka arkaya uzayıp giden boğuk gümbürtülerle gök gürlerdi. Alaca karanlık. Köye dönmeye karar verdim. Yolda kendi kendime, Sevgili bozkır! Buralarda böyle sert rüzgarlalar estiği zamanlarda ben şimdiki gibi tek başıma olmazdım; diğer çobanlarla birlikte ateşler yakar, türküler söyler, yarenlikler ederdik. Rüzgar kısrakların, aygırların yele¬rini dağıtır, yağmur sığır ve koyu sürülerini ağaçların ya da kayaların duldasında toplar, sis eşekleri anırtırdı ve biz bundan büyük keyif alırdık.
Bir gün, eski tarlalara, civardaki kırlara gitmekten vazgeçtim. Köyün içindeki küçük meydanda tek başıma oturuyor, önümdeki eski harman yerine, hemen karşımdaki tek katlı evin damına , önümden ergeke giden yola bakıyorum, ne bir hayvan, ne de bir insan kimseyi göremiyorum. Oysa eskiden bu günlerde, sözü edilen yerlerde bağrış çağırışlar içinde bir koşuşturmadır giderdi. Akşam gün daha batmadan değneğine dayanarak gururlu bir edayla ağır ağır yürüyen çobanlarının önünde koyun sürüleri şu önümdeki ıssız yoldan köye girer evlerine dağılırlardı. Gözlerimi yumuyor, düşünceye dalıyorum: çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdaki Çayören’e uzanıyor, güz günlerini sanki bir kez daha çocuk gözleriyle görür gibi oluyorum:
Eylül’ün ilk haftasında son tarlalar da derilmiş, sonlarına doğru da harmanlar kaldırılmış olurdu. Ekini, harmanı bitenler derelerin kıyalarında “ derekazanı” denilen büyük bakır kazanlarda kaynattıkları sularla çimerler, çamaşırlarını, yataklarını yıkarlardı. Derelerin kıyılarında su içine serilen çullar üzerine dökülen buğdaylar yıkanır; bulgurlar kaynatılır, sokular dövülür, tarhanalar yapılırdı. Üç aydır gatırlıda yayılıp hefşü dediğimiz büyük bir avluda yatırılan sığır sürüsü köye gelmiş olurdu. Koyun sürüleri de artık geceleri tarlalarda yatırılmaz, akşam olduğunda köye getirilirdi. Bir yandan ekilecek tarlalar sulanırken, bir yandan da toprağın nemi ekilecek kıvama gelmiş olan tarlalar yer yer sürülür, düzenlenir, ekilirdi. Sulanmayan tarlaların ekimi için güz yağmurları beklenirdi. Uzun iş günü içinde öküzlere dur durak yoktu. Zayıflamış, kaburgaları derilerinden fırlamış sığırlar gün batımına yakın çiften salındıktan sonra tumlarda, çayırlarda otlatılırdı. Kısacası, Çayören’in tomuz’daki hareketliliği aynen devam ederdi, yine de erkeklerin boş zamanları olurdu. İşe gitmedikleri günlerde zamanlarının büyük kısmını-köyde hiçbir zaman kahvehane olmadığından-köyün ortasındaki küçük meydanda saatlerce çene çalarak geçirirler, bazen sert tartışmalar, bazen de birbirlerine ana avrat sövüp kavga ederlerdi.
Ekim’le birlikte ekin ekme işi hızlanırdı, sulanamayan tarlalar yağan yağmurlarla artık sürülüp ekilme kıvamına gelirdi. Tarlaların ekimi bitikten sonra keven alımı başlardı. Kevenler alınır, yazın meşe korularında kırılan yapraklar taşınırdı. Kadınlar, genç kızlar sırtlarında arholuçları, arholuçlarına sarılmış derheleri, omuzlarında bir ağzı balta, diğeri kazma olan Divriği’de demirciler tarafından imal edilen çapaları ve bellerine sardıkları kalın kuşaklar içine gömdükleri bir iki çökelik çomağı olduğu halde dağlardaki korulara, meralara odun etmeye giderlerdi; kestikleri ağaçları, söktükleri ağaç köklerini, kütükleri keçi kılından örülmüş örkenlere sardıktan sonra sırtlarına yükleyip ördek gibi paytak paytak yürüyerek saatlerce süren ve sadece bir iki yerde –kendileri ayakta ve yükün önünde olacak şekilde-bir kayanın üstüne yüklerini koyarak beş on dakikalık moladan sonra toza tere bulanmış halde köye gelirlerdi. Keven alımı Ekim’in sonlarına kadar bitmiş olurdu. Koyun ve sığır sürüleri yaylım için “boz” olarak adlandırılan yağan yağmurlarla ıslanmış kurumuş otların çok olduğu yerlere götürülürlerdi. Yine Ekim’in sonlarına doğru evin ihtiyacına göre belirlenerek yıkanmış buğdaylar, değirmencinin verdiği günde değirmene taşınır, un yapılırdı. Ekim’in sert rüzgarları gazel düşmüş yaprakları ağaçların diplerine, çayırlara, tarlalara, kırlara yağdırır, süpürülüp “harar” denilen büyük çuvallarla taşınan bu yapraklar harmanlarda kurutulduktan sonra samanlıklara depolanırdı. Rüzgarın ve güzün darmadağın ettiği platoda durmak, dinlemek yoktu.
Kasımla birlikte artık havalar iyice soğumuş, toprağa kırağı düşmüş olurdu. Sabahları bostanları kırağı ile örten ilk ekim soğuklarıyla birlikte bostan bozumu gelip çatardı. “Koç karı” denilen ilk karla birlikte Eylül’den beri sürülerden ayrı yayılan koçlar kınalanarak koyun sürülerinin içine salınırdı. Bu dönemde dağlardaki yabani armut, elma ve alıçlar çarpılır, çuvallara doldurulup eşeklerle evlere taşınır, samanlıklarda otların içine gömülürdü. Bu meyveler otların, samanların içinde çörüşmeden olgunlaşırlardı. Bunun yanında bir iki torba da pelit getirilip evlerin bir köşesinde bir miktar toprağa gömülür, arada bir üstüne su çiselenirdi. Bu pelitler kışın sıcak küle gömülür, kestane gibi kızartılarak yenirdi. Kasım ayının sonlarına doğru artık köyde dışarıda yapılacak işler azalardı, genç erkekler İstanbul’a çalışıp para kazanmaya giderlerdi. Soğuk yağmurlar yağardı. Bütün ağaçlar tüm yapraklarını dökerlerdi; köyün karşısındaki boz, yer yer çıplak sıra sıra tepeler kışın yağacak karda keklik avına gidecek avcıların “gözle geliyi ha!, gözle geliyi haaa!” naraları duyulana kadar sessizliğe gömülürlerdi.
Sözün kısası, Pütge’de her Pütgeli’nin eli yaşamın her alanına, her işe değiyordu: Duvar kalınlığı 60-70 cm olan taştan iki katlı evler tasarlaması, yapması ve en çok ışık alan odayı “misafir odası” olarak planlayıp, kendi zevkine göre döşemesi; üç tarafa sedirler yaparak sedirleri halılar ve kilimlerle döşeyerek farkında olmadan prestijini yükseltmek isteği. Üst katı kendi ailesi için ayırırken, alt katta koyunlar, büyükbaşlar, sakat hayvanlar için ayrı ayrı bölmeler yapması. Derelere taştan bentler yaparak suyu mecrasını onlarca metre yükselterek tarlaların sulanmasını olanaklı hale getirmeyi düşünmesi ve uygulaması. Su değirmeni inşa edip, çalıştırması. Karasaban, düğen, arı kovanı yapması. Güzün ekilecek tarlalara kışın ahırlardaki hayvan gübresini taşıması, yazın koyun sürülerinin tarlalarında öğlenleri ve geceleri yatırılması, böylece gübrelenmesi için çobanın tarlalarında birkaç gün çalışarak ödemeyi düşünmesi. Tarlaları suvarıp sürüp ekmesi, ekin suvarması, zamanı gelince orakla biçmesi ve biçtiğini -sanki çiçek demeti yapıyormuş gibi- özenerek bağlaması.Tek bir başağın bile heder olmaması için dikkatlice harmana taşıması, harmanda sürmesi, makinede daneyi ayırması , dane ve samanı ayrı ayrı ve yine büyük bir titizlikle evdeki özel yerlerine taşıması. Ekonomisinin, yani yaşamının ekinden sonra ikinci dayanağı olan hayvanlarına özenerek bakması, onların kışın açlıktan ölmemesi, takatten düşmemesi için yazdan çaşur, güzden keven, yaprak hazırlaması, kışın burç kırması. Hayvanların altını 3 öğün süpürmeyi günün en önemli işi kabul etmesi, kurutulmuş koyun gübresi serpiştirerek hayvanların konforunu artırmayı akıl etmesi. Her ilkbahar kavak ve söğüt ağaçları dikmesi. Arıcılık, bahçecilik işleriyle ciddi olarak uğraşması. Bazı otların hangi hastalıklara iyi geldiğini, ölen ya da kesilen koyunun midesinden çıkarılan bir sıvının peynir mayası olarak kullanılması bilincine sahip olması. Ev dışındaki işlerin bittiği dar güzün –hazıra dağ dayanmaz sözünün gereği- İstanbul’a çalışıp para kazanamaya gitmeyi bir gelenek halinde babadan oğla aktarması. Düğünlerde alabildiğine coşması, genç ölümlerinde –sanki ölen çok yakınıymış gibi- içten kavrulması, yas tutması. Fırsat düştükçe rakı içmesi. Dini ayinlerini dışarı işlerinin bitirildiği kış döneminde yapması, cemlerde esiremesi, hüzünlenmesi, kim ve nerede olduğunu bilmediği, kendisine de bir kötülüğünün dokunup dokunmadığını sorgulamadığı “Yezit” adında bir düşmana kin duyması, lanetler yağdırması. Ölürcesine sevmesi, delicesine nefreti, aldatması, aldatılması, kini, yumruklarından çok küfürlerini konuşturduğu kavgası ile Pütgeli, Pütge’de başka bir dünyaya ihtiyacı olmadan hayatı dolu dolu yaşarken, bugüne göre keyifli günleri daha çoktu. Pütge’nin kurdunu kuşunu, börtüsünü, böceğini, yazını kışını, suyunu toprağını, kıraç yerini de en verimli tarlasını da, bahçesindeki kaysıyı da dağdaki ahlatı da içten seviyordu. Ekmeğin, kutsal dağların, ziyaretlerin, pınarların, anne-babanın değerini her şeyin üzerinde tutuyordu. Bu karakter özelliklerinin vurgulanmasını, bir köy topluluğunun yaşamına dair yazılmış güzellemeler olarak değil, yerleşik-uygar bir toplum olan Pütgeli’nin çalışkanlığının, erdemliliğinin, dayanışmasının ve dolayısıyla “yaşam sevinci” isteğinin, gündelik yaşamdaki izdüşümleri olarak değerlendirileceğini umuyorum.
Kır gezilerimden arta kalan zamanlarımı köyün girişindeki kenarlarında çok sayıda selvi ve iğde ağaçlarının olduğu çocukken kardeşlerim, annem, babam, ebem birlikte ya da ayrı ayrı günde onlarca kez gittiğimiz “ gapögü(kapı-önü) adını verdiğimiz bahçemizde geçiriyordum . Kahvaltımızı öğlene doğru yapıyorduk, kahvaltıya kadar orada uğraşıyordum; ceviz, elma, erik ağaçlarının diplerini belledim, gübreledim, yoncalığın değişik yerlerinde rasgele bitmiş meyve ağacı fidanlarını kökünden sökerek yoncalığın bir köşesinde küçük bir bahçe yaptım, ağaçları sulamak için (h)ark çıkardım. Öğlenleri eve gidip hep birlikte yemeğimiz yiyorduk. İşte böyle bir öğlende annem etli tereyağlı bulgur pilavı pişirmişti. Ben salata yapmış, babam da cacık yapmıştı. Yemeğimizi yedikten sonra, babam uzun yıllar gitmediğim köyün karşındaki tarlaları gezmeyi teklif etti, kabul ettim. Babam hemen elbisesini değiştirdi; ütülü kumaş pantolonunu ve gömleğini giydi, kravat taktı. Ben kahkahalarla gülmeye başladım, annem benden cesaret aldı, “ bre herif! Şehere deel, tarlaya gediyin, niye gravat takıyın, senin halın ne zorun ne! Diyecek olduysa da babam hiç oralı olmadı, bana dönerek ve kravatını tutarak “ bu olmadan hiçbir şey iyi olamaz, evladım, sen annene aldırma!...“dedi. Ben önde babam arkada, çünkü babam 75 yaşında, 130 Kg civarında, 175 cm boyunda iri ve yaşlı bir adamdı, adımlarını mehteran bölüğündekiler gibi yan yan atıyordu, yürümeye başladık. Yürüye yürüye ergekten geçerek değirmen bendinin alt tarafında kurumaya yüz tutmuş uluderenin her sel geldiğinde yıkıp götürdüğü için, her yıl yeri değiştirilerek köylülerin imce usulü taş, ağaç ve çamur kullanarak yeniden yaptıkları iğreti bir görünümü olan köprüyü geçip dermenbaşına gittik. Babam bana henüz çalı iken yabani armut ağaçlarına yaptığı aşıların şimdi meyve vermelerini övünerek gösterdi. Ve bu arada, her zamanki gibi, biraz abartarak, belki biraz da katarak geçmiş hayatından, anılarından anlatılar yaptı. Birlikte çok eğlendik, akşam eve şen şakrak döndük.
Sonbahar bitiyordu. Yüzyılın Sonbaharının bittiği gibi adam ile kızın ya da benim ile Çayören’in öyküsü de burada bitiyordu, belki bir başka sonbahar yeniden başlayacaktı.
Köyden ayrılış: Her şeyin bir sonu vardı, iznim bitti, ertesi sabah köyden ayrılacağım, Birestik köyüne kadar yürüyüp, Hükümet’in dolmuşuyla Divriği’ye gideceğim. Valizimi akşamdan hazırladım. Sabah erkenden uyandım, annem benden önce kalkıp ocağa çayı sürmüştü. Aceleyle birşeyler atıştırıp, anneme babama vedalaşıp evden çıktım. Önünden geçtiğim evlerin kapıları ve pencereleri kapalıydı, her yer uyuyordu; sokakların sessizliğini hiçbir gürültü bozmuyordu. Yalnızca bir horozun sesi dağların ardındaki evlerde didinme, yorulma zamanının geldiğini duyuruyordu. Babamın,” evladım, bizi yalnız bırakmayasın! Allah’tan sonra çocuklarımıza güveniyoruz,” sözü kulaklarımda hızlı hızlı yürüyerek köyü terk ettim.
Babam için,
Yitirilenlerin gölgesinde saklıdır hayatta kalmanın manifestosu. SENİ ÇOK SEVİYORUM BİTANEM….(08.05.2008)
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.