KANADI KIRIK KUŞ!..
KANADI KIRIK KUŞ!..
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------Bir babanın anlattıkları!
Bir sonbahar akşamından yazıyorum. Hasretimin demini almak için çay içiyorum odanın ıssızlığında. Çok soğuk değil buralar. Bugün gökyüzü karıştı biraz, rüzgar sertleşir gibi oldu. Evin karşısındaki boş alanda öyle bir savurdu ki tozları, oradan geçenler kendilerini savunmakta zorluk çektiklerini gördüm mutfağın penceresinden. Bereket fazla uzun sürmedi rüzgarın öfkesi. Kimbilir kimlere kızmıştı asi rüzgar? Belki de ağaçların dallarında kalmış son hazan yapraklarını silkeliyordu rahat kış uykusuna yatırmak için ağaçları. Sararmış, kurumuş yaprakları silkeledikçe patır patır döküyor, şiddeti ile fırlatıyordu ötelere. Tıpkı beni ötelere atanlar gibi. Benide mi kış uykusuna yatırmak istiyordunuz yoksa? Ama ben kış uykusuna yattığımda ağaçlar gibi bahara uyanacağımı tahmin ediyorsanız yanılıyorsunuz? Cemreler düşmez benim toprağıma kış uyukusuna yatırdığınızda beni. Ölürüm ben, anlıyor musunuz? Ölürüm!..
Pek sanmam halimden anladığınızı...
Boşverin beni, silin defterinizden. İşe yaramaz adamın tekiyim, öyle gördünüz siz şu garibi. Bir lokma ekmeği sizlere nasıl ulaştırabilir diyen bu adamı hiç edin gidin. Yüreğindeki şevkat duygularının hepsini, tek zerresi kalmamacasına sizlere vermesinin çabalarını unutun, görmezlikten gelin! Bir taraftan memleket meselelerine, davasına ömrünü adarken en güvendiği insanlardan yediği tokatlarıda görmezlikten gelin. Kıt imkanları ile sizleri toplumun şerefli insanları yapması gayretlerini silin atın gözlerinizin önünden, yüreğinizde izi kalmasın!.. Çaresizliklerle boğuşurken bir şeyler yapmanın derdinde sabahlara kadar gökyüzündeki yıldızlarla hasbihal ederken görseydiniz bu adamı deli derdiniz ama ben belli etmeden, içimdeki dertlerin dışa vurumlarının farkına varabilseydiniz ’ölüp gitmedin be’ diye eminim fiyakalı sözler sarf ederdiniz arkamdan. Beni anlayacak kadar pişmemiştiniz çünkü. Etrafınızdakilerin ceplerinde kaynayan paralara iç çektikçe, içinizde palazlanan öfkeleri suratıma çarpmak istediniz her seferinde yüzüme baktığınızda!
Halbuki tek istediğim tahmin edemediğiniz güzellikler verebilmekti sizlere...
Yıllar öyle savurup attı ki beni; loş, karanlık sokakların çıkmazlarında dönüp durdum. Ne yapmalıydım, nasıl çıkmalıydım bu girdabın içinden? Ne yapayım; benimde eksikliklerim, parçalanmış duygularım, kırılmış umutlarım vardı beni zorlu duruma düşüren.Hele birde seni başkasının evladıymış gibi gören baban varsa... Sizler benim çocukluğumu bilmediniz ki... El’in verdiği eski elbiseleri anam don dikerdi, ayakkabılarım bile yoktu üç- dört yaşına kadar. Sokların tozlarına belenir, yağmur yağdığında o tozlar minik ayaklarıma çamur olur, dolanırdı. Okul yaşına geldiğimde nerde öyle sizlere aldığım çantalar gibi çantalar! Anamın eskimiş şalvarından dikilen boynuma asmalı çantalar yapardı her yıl anacığım. Tamam devir değişti, imkanlar çoğaldı, alım gücümüz sizlere güzel çantalar almaya yetti! Ama bilmenizi istedim çocukluğumun fakirlikler içinde geçtiğini. Çocukluğumu yazsam, anlamazsınız! Bir kaç püf noktaları değinip geçmem yeterli sizler için! İşte o zaman beni anlama iç güdünüz kuvvetlenebilir.
Zorluklar arasında kendimize küçük çaplı ekmek teknesi kurmuştum sizleri özel okullada daha iyi eğitim gördüreyim diye. Düşüncem, ideallerim kocamandı sizler için. Kıt kanaat geçinirken artırdığımız bir miktarı sizlere ayırıyordum. Ülkemin şartlarında sizler neden en güzel okullarında, üniversitelerinde okumayasınız diye düşlerimle geleceğinizi hayal ediyordum. Geleceğe umutla bakıyordum sizlerle. Hele müthiş futbol canbazı ayakların çok takdire şayandı. Şehrin kulübü sana özel bir hoca göndermiş, maçlarını gizliden izlemişti. Sonra seni birinci ligde oynayan şehrimizin takımında D kademesine transfer etmek istediklerinde o takım sana az geldiğini, ondan daha büyük, uluslar arasında ünlenmiş bir kaç takımı istemiştin. Çünkü bunu hak ediyordun. Her oynadığın maçta üç golden aşağı atmıyordun. Parlemontonun arka yüzündeki turnuva için yapılan özel sahada şehirdeki okullar arası turnuvada en iyi okul takımı olmanın finalini oynarken attığın o iki müthiş gollerinde rakip takımın hocası seni ayakta nasıl alkışlamıştı. Hatta bir milletvekili seni derinden derinden süzüyordu. Çok sevilerdin! Haftada iki gün olan antremanına, cumartesi oynanan maçlarına seni heyecanla götürür getirirdim işimi gücümü bırakarak! Galataray’ın deneme maçına çıktığında Afrikalı futbocularla, saha kenarında maçı seyrederlerken imrenmişti pek çok çocuk sana! Deneme maçında goller atmıştın. Çok takdir etmelerine rağmen yabancı hayranlığı, kendi çocuklarına değer vermeme, hatta kendilerini aşağılık kompleksine kaptıranlar yüzünden Afrikalıları tercih etmişlerdi senin yerine. Hala o günler hafızamda cabcanlı durur ve beni hep üzer biliyor musun? Kendi öz evlatlarını göremezden gelenlere irili ufaklı küfürler savurmuştum kızgınlığımdan. Bu olmayacak diye İstanbul’dan milletvekili seçilen yiğit insan rahmetli Mehmet Gül başkanın yanına göndermiştik seni. Onun tavsiyelerine uysaydın o seni Kasımpaşa spor kulübüne verecekti, ama sen ikinci lig diye ciddiye almamıştın. Eğer ciddiye alsaydın şimdi kimbilir ne büyük kulüplerde oyuncuydun o zamanları. Sabretmeyi bir türlü beceremedin!
Gez Dünya’yı, gör Konya’yı dedikleri şehirde okurken yapayalnızdın oralarda. Ocağından uzak gurbetin yükü omuzlarına yüklendiğinde henüz ondört yaşındaydın. Çevren yabancı, okul, öğrenciler, öğretmenler tanımadıklarındı. Ne şartları biliyordun, ne de kişilerin tutum ve davranışlarını. Ama çırpınıyordun iyi bir okulda değil de; iyi bir takımda futbol oynamayı. Biz ise; her ikisinide istiyorduk. En iyi okul ve en iyi futbol kulübü. Okulu bulmuştuk, futbol külübü olarak ilk gözümüz Konyaspor alt kademesindeki takıma sokabilmekti. Okul için yatacak bir yerin bulunmasıda çok önemliydi. Maalesef bu konuda bütün öğrenci yurtları çeşitli görüşlere bölünmüş; kimi cennet vaad ediyor, kimi iyi bir gelecek vaadi ile paraları götürüyor ve seni kendine hizmetçi ediyor, bazıları ipsiz-sapsız ’para gelsinde öğrenci ne halt ederse etsin!’ zihniyeti ile hizmet vermeye çalışıyor, bir gurup ’sadece biziz müslüman’ diyenlerin soytarılığında beyinleri zehirlemeye çalışıyor; anaya, babaya, devlete düşman ettiren bedivilerdi. Yani tarikatçılar ile istila edilmişti Konya’mız.
Okulu halletmiştik. Yurt konusunda o kadar yer aradık ki istediğimiz yurt bulunamayınca ülkücü bir başkanımızın yanına gitmiştim yardım istemeğe. O da çaresiz yurtlarının olmadığını dediğinde onunla tartışmıştım. Kendisi bile çocuğunu İzmir’de Fetullah adlı şarlatanın yurduna ve okuluna verdiğini öve öve anlatmış, nefretimi ifa ettikten sonra hızla uzaklaşmıştım yanından! Hem ülkücü başkan olacaksın, hem de şartlatanlara çocuğunu teslim edeceksin! Yurt işi sakattı. Ben bir müddet sonra ayrılırken şehirden, yılardır tanıdığım öğretmen arkadaşa teslim ettim. O arkadaşda İmam hatiplilerin kaldığı yurdu iyi kötü ayarlamış. yazdırmış ve seni oraya yerleştirmişlerdi. Mecburi ikamet gibi yurtta ilk yıl kaldığında çok zorluklar çektiğini, idarecilerin öğrencilere dayak attığını, seni bile dövdüklerini o yurttan ayrıldığında anlatmış ve sana kızmıştım neden önce bunu bana demediğine. Deseydin, başlarına yıkardım o yurdu! Zaten ülkemizde evlatlarımızı döve döve okullardan ocutmadılar mı? Onların okuma, ilim öğrenme hırslarını mahvetmediler mi?
Zor şartlar altında hayatını devam ettirirken sen şehirde; bende iş, ekmek derdinde mücadele ediyordum. Güvendiğimiz bazı dostlarımız arasında sadece birinin seninle ilgilenerek çaba göstermesi bize olan hasretini, olumsuzluklarını bir nebzede olsa gideriyordu. İşlerimin umduğum ölçüde olmaması sana istediğin hayatı tam olarak veremiyor, kahroluyordum. Ama tek değildin ilgilendiğimiz. Kardeşlerinde vardı senin gibi okuyan. Onlarında masrafları çoktu elbette...
Devamı var...
Zafer Direniş
...