- 1124 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
539 - KUM SAATİ
Onur BİLGE
“Hayatım,
Bir pazar sabahı, kızlardan ve erkeklerden oluşan bir grup genç, bana yardım için geldiler. Kimisi çıtaları belli uzunluklarda kesiyor, kimisi çakıyor, kimisi kontralitten yapmış olduğum hokkabaza yüz ve giyecek çiziyor, kimisi çıtaları ve onu boyayarak albenili hale getirmeye çalışıyor, kimisi de kuruyanları vernikliyordu. Hem konuşuyor, dertleşiyor, hem de zevkle çalışıyorduk. Radyoda Yurttan Sesler kadınlar Korosu vardı. Zaten o mütemadiyen çalıyor, bize şevkle çalışmamız için destek oluyordu.
Öğleye doğru Kaptan, elinde gazete kâğıtlarına sarılı bir kucak mal getirdi. Gemide satması için verdiğim pipolarla trampa ettiği eşyaları her zamanki gibi birer açarak masanın üstüne koymaya, bu arada özelliklerini anlatmaya başladı. Amacı, gençlere tanıtmak, satmak veya satacak olanları, onları en iyi şekilde pazarlayabilmeleri için bilgilendirmekti.
Bu defa, değiş tokuş ederek getirdiği mallar arsında bir de kum saati vardı. Onu gazete kâğıdıyla bir kat daha sarmıştı. İtinayla çıkarıp masanın üstüne koymadan önce elinde tutarak şöyle bir açıklama yapma gereği duydu:
“Bu bir kum saatidir, gençler! Zamanın geleneksel sembolüdür. Birbirine bağlı iki cam baloncuktan oluşur. Gördüğünüz gibi altı üstü geniş, beli ince, bir zaman ölçme aracıdır. İçindeki kumların akış hızı değişken, tamamen diğer tarafa akma süresi ise sabittir. Yani bir taraftan bir tarafa tamamen geçmesi için belirlenen bir süre vardır. Bazılarında kuma ilaveten, toz haline getirilmiş yumurta kabuğu, siyah mermer tozu veya cıva kullanılmıştır.
Kum saati, ilk defa sekizinci asırda, Avrupa’da bir papaz tarafından bulunmuş ve kullanılmış. Kum ve su saatlerinin Çin icadı olduğunu, hatta bu ikisinin de Çinliler ve Asya Türkleri tarafından asırlar boyunca kullanıldığını iddia edenler, kum saatinin Arapların, su saatini Mısır ve Mezopotamyalıların bulduklarını söyleyenler de var. Kum ve su saatlerinin çoğaltılarak yayılması epey bir zaman almış. İslam ülkelerinde, on altıncı yüzyıla kadar daha çok evlerde kullanılmış. On altıncı yüzyıldan itibaren de kullanımları, belli bir sürenin tespiti için olmuş. Medrese ve kütüphanelerde, gündüz çalışılan yerlerde onlardan yararlanılmış. Zaten öyle yerlerde, güneşli günlerde güneş saati kullanılırmış. Geceleri kullanılan saatler de varmış. Onlar da, ayın ve yıldızların hareketlerine, ışık sürelerine göre ayarlanan gece saatleriymiş.
Kum ve su saatleri, zamanı saat gibi tam anlamıyla ölçmeye değil de belli bir sürenin başlatılması ve bitiminin bilinmesine yarar. Kiliselerde dua, gemilerde tayfaların nöbet sürelerinin veya gemilerin hızlarının belirlenmesinde fayda sağlar. Şimdilerde de oyun sürelerinin ayarlanmasında falan yararlanılmakta.
İlk zamanlarda iki ayrı parça olarak yapılırken camcılık ilerleyince dar bir boğazla birleştirilmiş, içindeki maddenin rutubetlenerek akışkanlığının azalmaması sağlanmış. Bazılarında, belirlenen zaman dilimi eşit aralıklı bölümlere ayrılmış, her birinin süresi belli bir zaman bölümünü gösterecek şekilde ayarlanmış, üzerlerine işaretler konarak zamanın daha incelikli ölçümü sağlanmış ama o tür kum saatlerinin, her baş aşağı getirilişinde kadrandaki göstergenin bir saat ileri alınması gerektiği için, başında bekleyen birinin olması ve bu işi yapması gerektiği için zamanı ölçmek zor bir işmiş.
Bu ince belli kavanozların üç, on, ya da otuz dakikaya ayarlanmış olanları da var. Zamanı durdurmak mümkün değil, bunlara bakarak nasıl da hızla geçmekte olduğunu görmek gerekir.
İsviçre’deki bir saatçi dükkânının vitrinini seyrederken, iki cam kurukafanın birleştirilmesiyle meydana getirilmiş bir kum saati görmüş, gözlerimi ondan ayıramamış, zamanın durmak dinlenmek bilmemesi, hızla gerçmesi, insan ömrü ve hayatın en iyi şekilde değerlendirilmesi konusunda neler neler düşünmüştüm!”
Ben, Kaptan’ın neler düşündüğünü merak ediyor, anlatmaya başlaması için ağzına bakıyordum ama gençler demek ki başka şeylerin merakındaydılar. İçlerinden en meraklısı, yakinen tanırsın, Selçuk:
“Mustafa Amca, biz de mutfakta üç ya da dört dakikalık kum saatlerini rafadan, kayısı veya katı yumurta pişirmek için kullanıyoruz. Seyretmek eğlenceli oluyor, onu izlerken beklemek hiç de sıkıcı gelmiyor. Acaba o saatlerle gemilerin hızlarını nasıl ölçüyorlardı? Bu konuda bir bilginiz var mı?” diyerek onun sözünü kesti.
Ben biliyordum, Kaptan’ın anlatım tarzını. O, bu kadar bilgiyi laf olsun diye aktarmamıştı. Herhangi bir nesneyi ele alıp, onunla alakalı ilginç şeyler anlatarak konuya iyice dikkat çekmek, onu basamak yaparak adım adım merdiveni çıkmak ve amacına ulaşmak istiyordu. Hemen hemen her konuşması öyleydi. Haktan Hakikat’ten bahsetmenin haricindeki konuşmalar için, “Abesle iştigal…” diyordu. Lugattaki karşılığına göre, boş işlerle meşgul olmak… Bir de: “Malayani şeyler…” diyor. Yani, öte taraf için faydası olmayan lüzumsuz şeyler…
Bu eski denizcinin bütün maksadı, deryaya herhangi bir yerden dalıp, hep aynı noktada kıyıya çıkmak… Nereden başlarsa başlasın, lafı döndürüp dolaştırıp dine, tasavvufa, felsefeye getirmek… Onun için yine meramı aynıydı. Kum saati hakkında bilgi vermek bahaneydi. Adım gibi biliyorum! Çünkü onun bütün derdi, insanları uyarmak, uyuyanları uyandırmaktır. Her fırsatta, hayatın geçici olduğunu, bilinçli olmamız, ayağımızı denk almamız gerektiğini, her canlının mutlaka ölümü tadacağını, bundan kaçış olmadığını, ecelin ertelenemeyeceğini, ömür bittiğinde geri dönmenin, bir şeyleri düzeltmeye çalışmanın mümkün olmayacağını, bize hayat sermayesinin bir kereye mahsus olarak verilmiş olduğunu, vaktimizi en faydalı biçimde kullanmamız, yapmamız gerekenleri yapmamız, yapmamamız gerekenleri asla yapmamamız gerektiğini, Peygamber Efendimize layık ümmet, Allah’a layık kul olmamız getireceğini tekrarlar durur. Yine aynı şeyi yapacaktı.
Yapılan saygısızlığı, cahilliğe vermiş olmalı ki her zamanki nezaketiyle konuşmasını yarıda bırakarak sabırla soruyu cevaplandırmaya koyuldu:
“Biliyorsunuz, ben uzun yıllar kaptan olarak gemilerde çalıştım. O zamanlar, gemilerin hızlarının, eski tip paraketelerin yanı sıra yirmi sekiz saniyelik kum saatleriyle nasıl ölçüldüğü anlatılıyordu. Söylenenlere göre, ucuna kütük bağlanmış, üzerine bin dört yüz kırk santimetre, yani yaklaşık on dört buçuk metre aralıklarla düğüm atılmış olan uzun bir ip, geminin arkasından denize atılıyormuş, boşalan ipin her düğümü geçince kum saati bir kere çevriliyormuş. Bu ölçümlerde, her geçen düğüm, bir deniz mili hız alındığını gösteriyormuş. Yani belirlenen süre zarfında denize kaç düğüm indiyse, geminin hızının, o saat süresi için o kadar deniz mili olduğu ortaya çıkıyormuş. Bu yöntem, yelkenli gemilerin hızlarının ölçülmesinde yirminci asra kadar kullanılmış.”
Yeteri kadar açıklama yapmış olduğu kanaatine varınca, sohbetine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Yanılmamıştım. Artık onu çok iyi tanıyordum.
Bu arada ben de bir an durup düşündüm... Sensiz kaldığım zamanlarda hayalinle konuşurken ona "Hayatım" diye hitap ediyordum. Bu mektubumda da sana bilhassa aynı şekilde hitap ettim. Öyle doksan altmış doksan, ince belli bir genç kız değil, kalas gibi yaşlı bir adam olsam da ben de bir kum saatiydim. Kumlar da bana verilen ömürdü. Yaşadığım süreyi tahayyül edince, yukarıda pek bir şey kalmadığını esefle fark ettim. Hâlbuki ben daha hiç yaşamamıştım! Daha ne çok beklentilerim vardı hayattan! Hele sana dair… Aşkıma dair… Vesair…
“Kum saatleri, yalnız zamanın süratle geçip gitmekte olduğunu göstermez. Yukarıdan aşağıya doğru akan kumlar, gün gelip toprak olacağımızı da hatırlatır. Bir düşünün, Hazreti Adem’den beri yeryüzüne kaç kişinin geldiğini, gittiğini! Şu yukarıdaki kum tanelerinin her biri bir insan olsa bile durumu tam anlamıyla ifade edemez! Burada ne kadarcık kum var ki! Topraktan toprağa… Yaratıştan bu zamana kadarki geçen süre göz önüne getirilecek olursa, insan hayatı, bir kum tanesinin şu boğazdan geçeceği süre kadar bile değil! Adeta her kavim, bir kum tanesi, her düşüş de bir kavmin akıbeti…
Yere ve göğe bakın! Bütün yaratılanları şöyle bir hayal etmeye çalışın! Akıl almaz büyüklükler içinde dünya, bir kum tanesi kadar bile değil! Ya insan? Ya insan nedir? Nedir ki büyüklenir? “Ben!..” der! “Ben!..” Gönülden neler geçer! Neler ister deli gönül! Bir türkümüz vardır, okunur durur:
“Gel ha gönül, havalanmal
Engin ol gönül, engin ol!”
Kum Saati”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 539
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.