- 1221 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-DİYALEKTİK MATERYALİZMİN AFYONU PATLAMAK-
“Herhangi bir ideoloji önce kendi peygamberlerinden öğrenilir; dostlarından, düşmanlarından değil” der Cemil Meriç. Peygamber kavramının kullanılması burada semboliktir kanımca. Yoksa ideolojilerin düşünürleri, filozofları vardır. Ne ki, yandaşlarının ve karşıtlarının nezdinde mutlak bir bağlılık ve düşmanlıkta uyandırabilir.
Tekrar söze dönersek üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir söyleyiş karşımızdadır derim. Anlaşılacağı üzere bir düşünceyi ele alırken yandaş veya karşıt bakış açılarını kendimize ölçü almamız konunun duygusal bir zeminde değerlendirilmesi gibi bir olumsuzluk doğurabilir. Övgü ya da yergi ağırlıklı bir perspektif bizi muhtemelen objektif yaklaşımdan uzaklaştıracaktır.
19’uncu yüzyılın belli başlı düşünürlerinden ve bir o kadar da yandaşlık/karşıtlık yönünde mutlaklaştırılmış bir isim olan Karl Marx’ın bir sözü dünya üzerinde çok yoğun bir ilgi ve dikkat odağıdır. “Din Halkın Afyonudur” evet.
Bu tip sözlerde bir mutlaklık, bir genelleme cihetine gidildiğini söyleyebiliriz. Dinin tarihin her devrinde ve her ülkesinde afyon ve uyuşturucu rolü oynadığı, fertleri ve kitleleri toplumsal yaşamdan uzaklaştırıcı bir işlev üstlendiği mânâsı böyle bir sözden hareketle rahatlıkla çıkarılabilir. Ancak bu şekilde mutlak yargı vermek noktasında isek soğukkanlılığı elden bırakmamak gerektiğini de söylemek isterim.
Geçtiğimiz yıllarda hayata veda eden ünlü Fransız düşünürü Roger Garaudy’nin 1966 senesinde henüz Fransız Komünist Partisi ideologu olduğu bir devrede yayınladığı “Sosyalizm ve İslâm” başlıklı denemeleri bir dönem beni yukarıda sözünü ettiğim husus, yani; “Marksizm ve Din” başlığı üzerinde düşündürür.
Garaudy’nin temel önermesi, Marksizm’in sanılanın aksine “Din Halkın Afyonudur” genellemesine indirgenemeyeceği ibaresidir. Tabi ünlü düşünür, Marx’ın bu sözü söylemediği iddiasından yola çıkmamakta. Ancak bu sözün Marx tarafından 1843 tarihinde, yani ilk gençlik yıllarında dile getirildiği üzerinde durmaktadır.
Bilindiği üzere Marx’ın fikir serüveninde Hegel ve Feuerbach ağırlıklı bir yere sahiptir. Şöyle ki, Marx gençlik döneminde Feuerbach’ın materyalist düşüncesinden derinlemesine etkilenir. Ve bu dönemde Hegel’in felsefesine temel noktalarda itirazlarda bulunur. Ancak bir müddet sonra Hegel’in idealist bir felsefe teorisine sahip olmakla beraber diyalektik bir mantığa da sahip olduğunu görecektir. Feuerbach’ın maddeci anlayışı ile Hegel’in diyalektik mantığını sentezleyen Marx 1844’den itibaren “Diyalektik ve Tarihi Materyalizm” düşüncesini benimser. Bu hususları vurgulayan Garaudy söz konusu durumu çarpıcı bir ifade ile ortaya koymakta ve Marx o tarihte yani 1843’de henüz Marksist değildi demektedir.
Bu noktayla ilgili olarak yazar, Engels’in 1850’de yayınladığı 16’ıncı.yüzyılda Almanya’da Feodal düzene karşı verilen mücadeleleri konu edinen “Köylüler Savaşı” isimli eserinden de örnekler getirecektir. Açıkçası ilgili çalışmadan yapılan alıntılar beni söz konusu incelemeyi görmeye ve okumaya sevk edecektir. Ve bu okumanın bana gösterdiği husus tanınmış fikir adamının hiçte haksız olmadığı yönündedir.
Engels’in araştırmasında yer verdiği hususları şu şekilde özetlemek mümkün. Her şeyden önce 16’ıncı yüzyıl Almanya’sında yaşamış iki ilahiyatçıdan, Martin Luther ve Thomas Münzer’den söz eder. Dönemin başlarında köylüler radikal görüşleri olan Thomas Münzer tarafından Feodal düzene karşı ayaklanmaya teşvik edilir. Münzer’in bu yaklaşımı İncil’i yorumlayış biçimine dayanmaktadır. Münzer’in anlatımına göre İncil’de bir önerme dikkat çekicidir. Hz. İsa “kılıçlarınızı kınlarından çıkarmak gerektiğinde bunu yerine getirin, çünkü kılıçlar kınlarında durdukça paslanır” demektedir. Münzer bu düsturu öne sürerek köylüleri baş eğmemeye ve mücadeleye davet eder ve açıkçası etkili de olur. Ancak köylü ayaklanması prensler ve kilise çevreleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılacak ve Münzer öldürülecektir.
Engels sözünü ettiğim kitabında Münzer’den bir ihtilal peygamberi olarak söz eder ve onun mücadelesinin dinsel bir devrimcilik anlayışına dayandığını söyler. Tabirlere dikkat etmek gerekir. Engels’in bahsi dinin ve dinsel ideolojinin yepyeni tarihi şartlarda aktif bir rol oynadığı üzerinde durmaktadır. Ancak Engels’e göre köylü harpleri o dönemin şartlarında başarılı olamazdı. Thomas Münzer’in öncülüğünde meydana gelen hareketin ideolojik yapısı itibariyle Feodaliteyi yıkıp yerine sosyalist bir model oluşturmayı hedeflediğini söyler. Oysa tarihi şartlar buna müsait değildir. Henüz Kapitalist birikim sağlanmamıştır. Engels’in sözkonusu kitabında bu yaklaşımlarını diyalektik materyalist teorik model içerisinde oluşturduğu kuşkusuzdur.
Şu kadar ki, Marx’ın ünlü deyişinin açılımı da sözü farklı bir anlatıma büründürmez mi? “Din içinde çekilen ızdırap, aynı zamanda, gerçekte çekilen ızdırabın bir ifadesi ve gerçek ızdıraba karşı bir protestodur. Din, baskı altında ezilen yaratığın iç çekişidir; kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın afyonudur.” Demektedir.
Tüm bunlardan sonra şu soru sorulabilir. Hepsi iyi güzelde, din halkın afyonudur formülü dönemler içerisinde neden Marxist düşünce etrafında dillere pelesenk olur? Tam tersine Marx’ın yaklaşımının gençlik devri yazılarına ait olduğunu, Feuerbach’ın materyalizm algısından kaynaklandığını, sonradan bu değerlendirmeden kendisininde uzaklaştığını, zaten diyalektik mantık açısından da başka türlüsünün düşünülemeyeceğini dile getirmezler.
Tam da bu noktada yapılacak bir ayırımla Teorik Marksizm ile bir devrin Sovyet Marksizm’i arasında mukayese yapmak gerektiğini düşünmekteyim. 20’inci yüzyılda kurulan Sovyet sisteminin din olgusu karşısında rijit, otoriter bir politika izlediği söylenebilir. Bu husus hem siyasi hem de felsefi incelemelere bağlı olarak değerlendirilebilir. Yıllar önce rast geldiğim V. Afanasiev’in “Felsefenin İlkeleri” başlıklı bir çalışmasında da din kavramı hakkında benzeri bir yükleme ile Marx’a dayalı “Din halkın afyonudur” vurgusuna atıfta bulunulduğu aklıma gelir.
Yine eski Sovyet dönemi Rus Marksist yazarlarından H.N. Momdzhian yukarıda bazı noktalarda değerlendirmelerine başvurduğum Fransız düşünürü Roger Garaudy üzerine yaptığı incelemesinde benzeri yaklaşımlarda bulunacaktır. Sözgelimi, Garaudy’nin o dönemde Marksizm’in din algısı üzerine yaptığı değerlendirmelerin Revizyonist bir saptırma olduğunu öne sürer. Momdzhian bu noktada, elbette tarihin belirli dönemlerinde dinin insanların haksızlıklara duyduğu tepkiyi ve adalete olan özlemlerini sembolize edebildiğini ancak buna bakarak Marks’ın din halkın afyonudur formülasyonunun yanlışlanamayacağını ileri sürer. Oysa Garaudy’nin yaklaşımı Marks’ın ünlü sözünü Marks’a rağmen çürütmek ya da yoksaymak değil tam tersine Marks’ın bu sözü gençlik döneminde ifade ettiğini sonraları ise bu perspektiften uzaklaştığını belirtmek üzerine kuruludur.
Bütün bu örneklerden sonra Bolşevik devrimi çatısı altında dine ve dinsel kurumlara karşı kendini gösteren, özellikle de Stalin döneminde sertleşen politikaların tüm dünyada Marksist çevreler üzerinde etkili olduğu hususunun altını çizmek gerektiğini şahsen düşünmüyor değilim. Bu süreçte Marks’ın gençlik devrinde dile getirdiği, o da bir söylemin parçası halinde; “din halkın afyonudur” sözünün dogmatik ve totaliter bir tavırla dünya ölçeğinde kabul gören bir genelleme halini aldığını söylemek bilmem mübalağa mı olur? Bir bakıma felsefi bir konu politize edilir hani.
Şüphesiz bu nokta üzerinde 19’uncu yüzyılda Rus aydınları arasında gelişen nihilist ve ortodoks kilisesi karşıtı anlayışında yönlendirici rolü olmalı. Bilindiği üzere Nihilizm ya da hiçlikçilik hiçbir şeye, kavrama inanmayan bir anlayış olup bu yönüyle Anarşizm ideolojisinin de felsefi temelidir. Açıkçası nihilist düşüncenin Rus Marksizm’ini de şekillendirdiği söylenebilir.
Hani derim ki, totaliter Sovyet sisteminin Marksizm’in din algısını ele alış biçimi ideolojiye Rus damgasını vurmakta ve klasik Marksizmden bağımsız olarak 20’inci yüzyılın önemli bir bölümünde Marksist (ve hatta anti Marxist) çevreleri menfi yönde etkilemektedir.
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.