- 630 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
GECİKEN ADALET
Her zamanki saatimde çıkmıştım işyerinden. Lakin eve gitmek gelmiyordu içimden. İşyerinin bulunduğu sokak, ana caddeye yaklaşık elli metre uzaklıkta çoğunlukla pasajların olduğu dar bir sokaktı. Yavaş adımlarla caddeye doğru yürüyordum. Caddenin ışıkları bulunduğum sokağın üzerinde bir hüzme gibi süzülüyordu. Müzik sesleri, araç kornaları ile karışıyor, sanki bir festival havası ile insanların uğultusu kaplıyordu çevreyi. Yazın en sıcak günleriydi. İnsanlar her hafta sonu olduğu gibi yine eğlence mekanlarını doldurmuşlardı. Sokağın içine kadar gelen gürültü, sesizliğin üzerini bir sis perdesi gibi kaplıyordu. Kendimi bu hengamenin içine doğru sürüklerken bir çığlık sesi ile geriye döndüm ancak kimseler yoktu etrafta. Kulaklarımı da bir doktora göstermemin zaman geldi diye hayıflanırken “imdat” sesi ile irkildi tüm bedenim. Yanlış duyuyor olamazdım, yardım isteyen bir kadın sesiydi bu. Sokağın içlerinden gelmişti ses. Sesin geldiği yöne doğru gidip gitmeme konusunda kararsızdım. Tek başımayım, polisi arayayım gelip baksın. Ben neden gidiyorum ki? diye söylenirken vicdanıma engel olamadım. Geriye dönüp temkinli adımlarla sokağın içine doğru yürümeye başladım. Caddeden uzaklaştıkça karanlık daha da çöküyordu sokağa. Tamamen iş merkezleri ile dolu bir sokaktı ve bu saatte kimseler kalmaz, ıssız bir hal alırdı burası. Bu nedenle binalarda yanan ışık da pek olmazdı. Sokağın sonunda eski ve boyaları dökülmüş bir binanın altında, yerde yatan bir insan silüeti gördüm, etraf karanlık olduğundan pek anlaşılmıyordu. Yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. Binanın yakınına geldiğimde yerde boylu boyuna yatan bir kadın gördüm. Kadının yaklaşık 20 metre uzağında hızla koşarak uzaklaşmakta olan bir adam daha vardı. Ne olduğunu anlayamadan yerde yatan kadınla başbaşa kaldım. Karnından kanlar süzülüyor, akan kanlar beton zemini kırmızıya boyuyordu. Ne yapacağımı bilemez halde iken kadının ağzından belli belirsiz kısık bir ses tonu ile “kocam” diye bir ses çıktı. Sonrasında gelen hırıltılı bir sesin ardından kadının öldüğünü anladım. Son bir umutla acaba yaşıyor mu diye kadına doğru yanaştım ve kolumu boynunun arkasına atarak hafifçe başını yukarı kaldırdım. Nefes almıyordu. O sırada elinde bir bıçak olduğunu gördüm. Parmakları ile bıçağı sıkıca kavramıştı. Parmaklarını teker teker açarak elindeki bıçağı aldım. Bir elimde ölen kadının ağırlaşan bedeni, diğer elimde ise kadını öldüren bıçakla kala kalmıştım. Kaçan adam acaba kocası mıydı, kadın kocam derken kendisine bunu yapanın kocası mı olduğunu anlatmak istemişti, bilemiyordum. Bu karmaşık düşünceler içerisindeyken birden bire siren sesleri ve polis lambaları sardı etrafımı. Polisin, “bıçağı derhal bırak, ellerini başının üzerine koy, yere uzan” dediğini duydum. Öyle bir haldeydim ki bulunduğum vaziyeti nasıl anlatabilirdim, nasıl inandırabilirdim kimseye? Ne bir kamera, ne de bir şahit vardı. Karanlıkta yüzünü dahi göremediğim, kaçıp giden, kim olduğunu bilmediğim bir adamdan başka kimse yoktu. Aradan otuz yıl geçti, daha dün gibi hatırlıyorum herşeyi. Lakin demir parmaklıklar arasında geçen bir ömür, yitip giden gençliğim nasıl geri gelecek? Kaçan adamın kocası olduğunu öğrenmem ve otuz yıl sonra herşeyi itiraf etmesi neyi değiştirecek? Ne çocuklarımın mürüvetlerini görebildim, ne de torunlarımın büyüdüklerini. Karım terk etti beni olaydan sonra, çocuklarım yüz çevirdiler. Kimse inanmadı bana. Otuz yıl tek bir kişi dahi gelmedi ziyaretime. Annemin olaydan kısa bir süre sonra kahrından öldüğünü duydum. Şimdi yetmiş yaşında nereye gideceğim, kimin yanına. Bırak son nefesimi de hapishanenin tozlu duvarları arasında vereyim hakim bey. Bu vakitten sonra gelen adalet, varsın gelmesin.