- 1050 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
535 - DAĞ
Onur BİLGE
“Mağara’m,
“Şairler ve müminler hüzünlü olur. Yüzleri mütebessim, kalpleri mahzun...”
“Şiir yazana “Şair” derler ama benim öyle bir iddiam yok. Olamaz da… Ben, ortaokul diploması bile olmayan cahil adamın biriyim. Şiir için yalnız duygu yeterli değil, teknik de lazım. Bilgi birikimi de olmalı.”
“Yunus, hangi okulları bitirmiş? Ya Karacaoğlan? Bence Allah vergisi, kabiliyet işi…”
“Hüzünlü günler, böyle yazdırıyor beni. Böyle yoğun duygular içinde olduğum zamanlarda hissettiklerimi kaydetmeden edemiyorum.”
“Türül türül sevda tüten, burcu burcu umut kokan şiirler… Siz şairler, tertemiz çocuk kalbi taşıyorsunuz. İçinde ne kin, ne nefret, ne de intikam duygusu… Bu çok güzel ve takdire şayan… İnşallah hep sevgi ve ümit dolu şiirler yazarsın! Allah ve Resulü için de yazdın mı?”
“Henüz yazmadım ama belki ilerde yazabilirim. İnsan, yüreğinde hissetmediğini yazamaz ki!”
“Haklısın. Önce bilmen sonra da sevmen gerekir. Bilmediğini de sevemezsin.”
“Bir dönem uzak kaldık dinden imandan. Tamamen dünyalık olduk. Bir Darvinizm olayı çıktı. Bir komünizm belası… Sürüklendik gittik. Şimdi şimdi anlıyorum, nasıl kandırıldığımızı. Neyse… Olan oldu, geldi geçti. Allah affetsin bizi! Ben dindar değilim. Olacağım da şüpheli ama en azından imanımı kurtardım!”
“İman çok önemli! En önemli olan o! İman olmazsa diğer dört şart hiçbir işe yaramaz. İnsan, durup bir düşünmeli! Geleceğe gidip, o ölüm anına gelmeli ve o anın nasıl bir olay olduğunu hissetmeye çalışmalı! Son nefes, son an… Gerisi yok! Dönüş yok! O an ki hayatın bittiği ama her şeyin bitmediği, henüz başlayacağı çetin yer. Kim bilir sonsuza kadar hangi acılarla boğuşmak zorunda kalacak, imansız gidenler! Sonsuza kadar azap… Allah, hepimizi cehennem azabından korusun!”
“Dünya hayatında dahi insanın kendi derdi kendine yetiyor da artıyor bile! Çektikleri kendisine çok geliyor, ruhundan taşıyor. İşte o taşanlar oluyor ağzımızdan ya da kalemimizden çıkanlar. Ne zorluklarla karşılaşıyoruz! Zaman zaman sıkıntılarımız hayatımıza karabasan gibi çöküyor. Sözle veya yazıyla içimizi dökmesek, çatlayacağımızı zannediyoruz. Bizim ne derdimiz biter, ne de sitemimiz… Şiirlerimiz, genelde şikâyetnamedir. Ne aşksız yaşayabiliyoruz, ne de acısını çekebiliyoruz!”
“Aşkı siz arayıp bulmuyor musunuz? Aşka ayarlanmış değil mi yürekleriniz?”
“Hayat çekilmez hale geldiğinde, halden anlayan olmadığında, yalnızlık olanca kuvvetiyle bastırmaya başladığında, nasıl yakıcı güneş altında yürürken yorulunca biraz dinlenmek için gölge, aniden bastıran yağmurda sığınacak saçak altı, buydurucu soğuklarda çıtır çıtır yanan bir soba başını nasıl ararsa insan, işte öyle ihtiyaç duyar kendisini anlayacak, ona ayak uyduracak bir yol arkadaşına. “Aşkın oluşmasını sağlayan yalnızlıktır.” demiş, Bruyere. Barnes de demiş ki: “Hayatta açlıktan sonra yalnızlık gelir.”
"Yalnızlık bir zamanlar bana da çekilmez geliyordu. Hanım akşamdan uyuyunca öyle bir gariplik çöküyordu ki üstüme! Sanki kabre girmişim gibi… Yapayalnız hissediyordum kendimi. İçim sıkılıyordu: “Neden uyur insanlar?” diyordum. “Neden uyuyorsun? Ben yalnız kalıyorum. Ruhum daralıyor! Anlamıyor musun?” “Akşama kadar çalışıyorum, yoruluyorum. Birkaç lokma yedim mi rehavet basıyor, uyku gözümden akıyor! Uyumayayım da ne yapayım? Biliyorsun sabah ezanla kalkıyorum.” diyordu. Haklıydı ama ben de haklıydım.
O zamanlar daha doğru dürüst ibadete başlamamıştım. Arada namaz kılıyordum, cumalara gidiyordum, o kadar. Bir de Ramazan orucu… Elle gelen düğün bayram… Güle oynaya tutuyorduk.
Sonra gecelerin nasıl bir nimet olduğunu anlamaya başladım. Zamanla da akşamın olmasını beklemeye başladım. “El ayak çekilse de bir an önce huşu ve hudu içinde ibadete koyulsam!” demeye... Misafir varsa, erken kalsınlar isterdim.
Alaca karanlık odama çekilir huzur içinde namaz kılar, zikir çekerdim. Dün bugünsüzdü, bugünün yarınsız… Yarın olacak mı bakalım? Ya da yarın ben olacak mıyım? Değil mi ki her an kıyamet kopabilir, değil mi ki her an can verebilirim! Her an uyanık olmak lazım. Her an hazır olmak… Ne zaman ne olacağı belli değil.
Ansızın felç gelebilir. Öylece kalabilir insan. Aklını kaybedebilir. Bildiğini bilmez olabilir. Ölebilir. Zaten eninde sonunda ölecek. Biliyor. Nasıl eli kolu bağlı oturuyor, hayret ediyorum!”
“Abi, yavaş yavaş dokunduruyorsun, anlıyorum da bir türlü gelemiyorum işte!”
“Gelmek istemek de hedefe doğru atılan önemli bir adımdır. İstemeye devam et! O, içinden geçenleri de açığa vurduklarını da biliyor. Bir an gelecek “Gel!..” diyecektir. O el uzatıldığında onu sımsıkı tut ve asla bırakma!..”
“Sana da uzandı mı o el?”
“Elbette! O istemezse kimse iman edemez! Kimse O’na varamaz!”
“Ya sonra? Ne oldu sonra?”
“Yunus’a olanlar oldu. “Adım adım ileri… Üç beş adım içeri… On sekiz bin âlemi gördüm bir dağ içinde!” O dağ ne dağıdır, biliyor musun? Hangi dağdır? Hangi mağarada seyrettirilmiş ona on sekiz âlem?”
“Nerden bileyim, abi? Ben henüz kendimi bile bilmiyorum ki, bahsettiğin dağı, dağdaki mağarayı bileyim!”
“O dağ, Kafatası denen dağdır! O mağara, o dağın içindeki Beyin denen mağaradır! Kur’an işitilir, beyin düşünür, yaratılanlarda arar, Yaratan’ı bulur! O dağdan başka bir dağ daha vardır. Kalp denilen, maddeden yapılmış olan dağ… O dağın içindeki, aynalarla çevrili, madde olmayan fakat çok önemli bir rol üstlenmiş bulunan Gönül mağarası, beynin arayıp bulduğunu sevmeye ve onun görüntüsünü çeperlerinde yansıta yansıta çoğaltmaya başlar. O dağ, İnsan adlı dağdır! O maddeden ibaret olan dağın içinde Ruh adlı latif, manevi bir mağara vardır. Gönlün seve seve âşık olduğu, çoğalttığı, yücelttiği Sevgili, o latif bedene sirayet eder ve ona siner kalır.”
"Dağ ve mağara... O zaman ben dağ oluyorum, o da bendeki mağara... O halde ben Dağ’ım, o içimdeki Mağara..."
"Yahu, bırak dağı mağarayı! Bir bak yaratılanlara da Yaratan’ı ara!.."
Dağ"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 535