- 1149 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'honest-to-god'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
-Değişmişsin.
Komik gelmiyor, buna yine de gülmeliyim.
-Hah hah, sahi mi?
Soru sormam gerekmiyordu ama içimden birden soru sormak geldi. Soru dediysem, felsefi bir sorun üzerine onunla tartışmayı beklemiyorum. Birkaç kez bu hataya düştüm. Şöyle söyleyeyim: Karşınızda gördüğünüz insanı kendinize çok yakın hissediyorsunuz. Oturması kalkması, uyuması, nefes alış verişleri ve hatta kaçamak dinlediğiniz tuvalet mesailerini bile merak ediyor; acaba benimle aynı sesleri çıkarıyor mu diye düşünebilirsiniz. Böyle durunca acaba kendini havalı mı zannediyor? Dirseğini dayadığı masaya bakıyorum. Bardak boş değil. Kıçındaki turuncu sıvı onu ele veriyor. Ben çay içtim, o ise fantezi olsun diye oralet. Ben şöyle söyledim:’ Fincanda çay alabilir miyim?’ E, tabi, İngiliz Kraliyet ailesine mensup olmak için illaki kökensel bir yücelik taşımam gerekmiyor. İçlerinde bazı azgın Saksonlar’ın geldikleri yeri unuttuklarını düşünemiyorum. Sonuçta babamız bir, annemiz bir; biz hepimiz kardeşiz. Evet, gereksiz bir ayrıntıyım. Şimdi senin kıraç gözlerine bakıyor ve kardeşlik mesajları veriyorum. Ayrıca üşüyorum. Ayrıca ‘daha neler, daha neler’ kıvamındayım. Otel odasında, yedi numaralı o şeyin altından içeri girerken, pantolonu çıkarıp siyah renkte desensiz bir külotlu çorapla banyodan çıkıp yatağa geldiğinde ‘bu ne’ demiştim. ‘Ne ne?’ diye cevap vermiş, ‘bu ne’ diye külotlu çorabını gösterirken sana çimdik atmıştım. Sonra sen de benim omzuma çimdik atmıştın. Otele ‘çimdikçilerin oteli’ lakabını takmıştık. Otel iyi hoşta, sonraları otel odalarından gergedan suratlı pezevenklerin kiralık dairelerine kadar düşmüştük. Bu sırrımızı başkasına anlatmaya kalksam kızarsın ama yok kızma, insan her zaman kendinde olamayabiliyor. Mesela ben seninle kendimde olduğum günler görüştüğüm zaman hep sinirli oluyordum. Uçan böcekler görüyordum. Sanrı ya da beyinsel bir akıntı de, ne dersen de, yakın zaman da uçan böceklerin yerini kurt köpekleri aldı. Dört beş tane kurt köpeği yatmış da, yanlarından geçerken üzerime atlayacaklarmış gibi hissediyor ve bunu maalesef düşünüyorum. ‘İşin gücün yok mu, ne diye buluştuk ki biz şimdi?’
‘Lolonya alır mısınız’ diyen adama bakıp gülmemek için kendini zor tutuyorsun ama gülmen o adamın titrekliğini değiştirmeyecek. Bence alışkın lolo yapmaya. Altı üstü alkol derecesi belli olmayan, basit bir limon kolonyası. Islak mendili de tercih edebilirsin. Sanki büyük bir sırmış gibi hatırlıyor musun şey demiştin, şey işte:’ Biz kadınlar umumi tuvaletlere girdiğimiz zaman etraftaki materyallere çok dokunmayız. Kâğıt mendil varsa ne güzel, onunla ön arka temizlik yaparız. Sabun da kullanmayız. Islak mendiller koku kurtarır böyle zamanlarda. Rahmetli büyüğüm haksız değilmiş şu lafı söylerken:’ Bu zamanda kadınların yaptığı yemekten tiksiniyorum. Tuvaletten çıkıyorlar ama ellerini yıkamıyorlar. Sonra da kocalarına yemek yapıyorlar.’ ‘Ben öyle değilim ama yine de arada yapmadığım söylenemez’ derken ki bakışını kaldırım taşlarına gömebiliriz. Nasıl olsa yakın zamanda tekrar o kaldırım taşları kalkacak, yenisi gelecek ve belediye gururla ‘çalışıyoruz’ diyecek.
Örneğin şimdi yürüyoruz ve ben en sana uzakken söylemek istediğim onca şeyi hatırlayıp, söyleme imkânına sahibim ama keyifsizim. Akşam bana geleceksin ve sana son çalışmamdan bahsedeceğim. Uzun uzun değil, asla uzun uzun konuşmam. Uzun geliyormuş hissi veren ancak gerçekte kısa ama uzunluk hissini kesintilerin toplamıyla verdiği anlaşılan bir konuşma yapabilirim. Bunun için nezaret, girişteki çivinin üzerine bağladığım ip. Böyle aptalca batıl inançlarım var. O ip senin tekrar geldiğin gün çividen azat edilecekti. Üzerindeki ince, kot ceketin içerisinde sokak rahibesi gibi oluyorsun. Bu tamlamayı hatırlıyorsun değil mi? Sokak rahibesini Rocky’nin ilk filminde oynayan ergen kız için takmıştım. Balboa o küçük yetişkine akıl veriyordu. Serinin beşinci filminde yetişkin bir kadın olarak o küçük kızı tekrar görünce şaşırmıştım. Sana sessiz bir şekilde ‘sokak rahibesi’ diyorum. Mavi kot ceketin yakalarında kırmızı işlemeler var. Bu kadınlar için olmazsa olmaz değil mi? Muazzam vücut ölçüleriyle, güneş gözlüğü takıntılı otuz dokuzunda memur bir kadının yürüyüşüne gelmiyorum. Fakat şimdi bir sayı söyledim: 39. Yarın kırk ya da geriden başla: 30, 31, 32… Daha eskiye mi gidelim? Şehrinde üniversite sınavını kazanamayacak akla sahip ama yine de güç, kudret sahibi olmak isteyen bir insanın çabası bu. Uygar insanlar olsaydı çevresindekiler; ‘ne iri butlar onlar, ne iri’ diye söylenebilirlerdi. Böyle koca yürekli ve butlu insanların mutfaklarına girmek istiyorum. ‘Ne yani, elin mutfağında mı sevişeceğiz?’ Zorla kaşınıyor. Seninle orada olmak istediğimi mi söyledim? Ağzımdan kaçırmam. Cidden diyorum, kaçarsa başka türlü kaçar, bu sefer pişman oluruz duygusal bir şarkı nakaratında. Duvarlara bakar ‘boya lazım bu duvarlara’ deriz. Ben daha yırtıcı olurum:’ Kesinlikle zımpara da lazım!’ ‘Alçı…’ Sus bağırma Allah’ın cezası, sus, duvarlar duyacak!
En güzel yeri filmin burası. Şurası. Hayır orası. Hah, dur işte şimdi oldu! Üzerime iri taşaklı bir köpek oturmuş hissini keşke üzerimden alabilsen! Boğuluyorum. Yardım eden yok mu? Su verin. Biraz su. Lutfan ama lutfan diyorum. Ölü kocası Yahudi olan gurbetçi teyze diyor ki’ tersleri terstir.’ Bunu senin için söylemiyor ya da cinsin için, bunu bir millet için söylüyor ama gereğinden fazla konuştuğumuzu söyleyebilirim. Ne yani; köpeklerden korktuğumu söyleyip, yaşlı kadına kendimi rezil edemem! Köpeği kendimden korkutmayı başardım. Zavallı gibi de değil, kocaman bir şey ama benim kadar kocaman değil. Üzerimdeki kıyafetlerle beraber zombileri andırıyorum. Ellerimi yana doğru açıyorum; yürürken dengemi koruyacak hissi veriyor ve azıcık öne doğru atıyorum ki, bu masumlar için tehlikeli bir yaklaşım. Doğalgaz faturasını yatırırken veznedekine bakmamak için nereye baktığımı söyleyeyim mi? Buradan başlar, döner dolaşır tekrar külotlu çoraplardan bahsederiz. Aptalca bir şaka yaparım:’ Senin bacakların mı uzadı?’ İnsanın boyuyla alay etmemeli. Sonra boy tanrısı kızar ve senin boyunu kısaltır tamam mı? Terlemek istiyorum ama böyle dememiştim.
-Hayatın özüne inmek yorucu gelince, insanlar meziyetlerini kendilerini gösterme sahasında harcarlar. Nice akıllı geçinenlerin bu yolda unutuldukları malum. Basit özlemlerin, keyiflerin ve avuntuların bize yettiğini unuttuğumuz an, işin içine kalabalıkların şuursuz bağlılık yeminleri akla geliyor. ‘Emredersiniz!’ Herkes üzerinde bir üstün olduğunu düşünüyor. Başta bunu basit insancıl yanlarıyla düşünürken, zamanla Tanrı’yı daha üsttekiler için harcayanlar doğuyor.
-Böyle konuşmak zorunda mısın? Başka şeylerden bahsedelim. Mesela ne yaptın ben yokken?
Seni beğenmiyorum dersem çarpılırım. Fakat aklını sevemiyorum. Oluyor dediğim bir şey olmazlığa çeviriyor hesapları. Oluyor ve olmuyor arasında gidip geliyorum. Geri dönmek zor değil de bir daha gideceğini bilsen de, sonuçta çok ileri gidemeyeceğini bilmek insanın kuşku sınırlarını oynatıyor.
-Kokuyorsun.
-Ay, yıkanayım o zaman ben.
-Salak!
-Sensin salak!
-Mal!
-Malın önde gidenisin!
-Kokuyorsun.
-Ay ne kokuyorum, delirdin mi sen?
-Ne güzel kokuyorsun aptal!
-Öyle desene salak şey!
-Salak seni…
…
-Sen yokken neler yaptım biliyor musun?
-Ay, bilsem ne olacak? Fakat merak ediyorum. Ne yaptın cidden? Bensiz nasıl yaşadın sen mal?
-Yedim, içtim, işedim, sıçtım, uyudum.
-Yürümedin mi?
-Yok denecek kadar az.
-Hiç koştun mu?
-Bir kere. Bir kediyi kovalıyordum.
-Neden, sevmek için mi?
-Hayır, kovalıyordum dedim. Kaçırmak için.
-Çok değişmişsin. Sen ve kediyi kovalamak… Yanılmıyorsun değil mi?
-Hayır, kovaladım. Yalnız iyi koştum. Herhalde bir yetmiş seksen metre koşmuşumdur. Ciğerlerimi ağzımda hissettim.
-Neden kokuyorsun dedin bana?
-Hala orada mı kaldık?
-Evet, böyle bir şey söylemezsin sen. Hayır, tamam, söylersin ama böyle söyleyemezsin.
-Nasıl söylerim?
-Bir şeyi beğenirsen konuşmadan neyse o bir şey, onu ellerinle seversin. Öyle anlatınca, ellerinle ifade ettiğini görünce içim gıdıklanıyor.
-Neden böyle düşünüyorsun?
-Seni çözdüğümü düşünüyorum.
-Sen ancak pantolonumun…
-Çirkinleşme!
-Yapmadın mı yarım saat evvel?
-Çirkinleşme diyorum. Yaptıklarımızı konuşunca kendimi rahatsız hissediyorum.
-Utanıyorsun değil mi?
-Evet.
-Yaparken hiç öyle gözükmüyordun.
-Şimdi yine yapsak, yine aynı olabilirim, bilmiyorum, böyle konuşma lütfen. Konuşurken olmuyor, o, neydi, sen bir şey diyorsun ikide bir, frekansı tutturmak mıydı?
-Hı hı.
-Dur, bir daha yap şunu.
-Neyi?
-Hı hı yaptın ya az önce, yine yapsana.
-Hı hı.
-Salak şey.
…
Hiçbir şey hissetmiyorum. Böyle söylediğim için rahatsızlık duymuyorum. İnancını kaybetmiş, yitmiş, tükenmiş, dişleri kökünden çürümüş, iç organları dehşetli bir kansere ev sahipliği yapan vücudun vatandaşıyım. Yeri geliyor ağzıyla, çoğu zaman gözleriyle ve elleriyle dehşetli bir tiyatro sergileniyor. Biz; arkada birkaç arkadaş ‘böyle figüranlığın hamına koyarız’ diyoruz. Serkeş bir halimiz var. Yitirilmişlik sadece umut değil. Umut olsaydı anlayabilirdim ama en azından doğruyu söylemek için şans verilseydi! Doğrular yerine göre değişebilir ama gerçek değişmez diyorlar. İlişkimizin boyutuna indirgediğimizde, perspektif tam anlamıyla dikdörtgen bir düzlemde var oluyor. Kutu gibi ilişkinin doğruları günbegün şahısların kanaati doğrultusunda değişiyor. O salıncakta tek sallanmak isterken, tahterevallide kıçım yerde oynuyorum. ‘Nasıl olsa seni hiç kaldıramayacağım, ne diye gelip oraya oturayım ki?’ Böyle söyleyince ilişkiler içerisindeki idare kısmına giriş yapıyoruz. Madem o seni havaya hiç kaldıramayacak, sen en azından ayaklarınla kendini yukarı kaldırır ve dengeli bir şekilde havada durabilirsiniz. Bakış açısına göre onun havada olması, ona verilen değeri de gösteriyor olabilir fakat bunu düşünecek kadar iyi insanlar değiliz.
Yorgun muyum? Buna verebileceğim cevabın kısa oluşu ne hoş: Bilmiyorum. Bazen ‘hiç’ diye cevaplamak istiyorum. Hep demekten pek farkı yok, yine de kullanılmaya devam ediliyor. Sinizmin tipik bir örneği şu hiçle başlayan cümleler. Sonuna gelince, hiç daha vurgulu söyleniyor. Dışarıda yavaşça yağan yağmurun damlaların seyretmek güzel olmalıydı. Perdeyi açmadım. Yine de yağmur yağmaya devam ediyor. Geçen gün boyadığım ayakkabım için üzülmüyorum. Normalde pasaklı biriyimdir. O gün özel bir şey de yoktu, sırf birkaç dakika iyi görünsün gözlerime diye ayakkabılarımı boyadım. Bu sefer duyduğum yoksunluğun uzun süreli özlemle bir alakası olabilir. Önce makas aldım. Kesinlikte yanaktan değil, boyundan alıyorum ben makası. Böylece ilk başta ne kadar tehlikeli ve yakın olduğumuzu hatırlatıyorum. Kollarını her açışında, kendi nefesini kucaklayan her insanın mutsuz olmaya hakkı olabilir. Bunun için kimse yazgısını suçlamamalı. Böyle yaşamayı istediğim için tereddüt edip, kızmayacağım. Umarım başkaları için daha iç açıcı –burada aslında mantıklı olmaktan bahsetmek isterdim- yazgıları vardır. Bir aylık bebeği kucağına alıp, onun ipek kadar yumuşak yanağına dudaklarıyla yaklaşıp, sakince öpen adamın yazgısı güzel olabilir. Arkadaşım olduğu için ona iyi niyetler sunacak değilim. Nasıl başlarsa öyle devam edebilir. Birbirinden tamamen farksız vakitlerde tanıdığım insanları aynı sofrada otururken görüyorum. Uzun boylu, belinden rahatsız, ilgi çekici bir diziden çıkmış karakterlere benzeyen biriydi. Kimi zaman rüyalarıma giren umumi abdesthaneye gidip, o soğuk havada abdest almıştı. Ondan önce de ben almıştım. O gün Tanrı’ya karşı inançlı biriydim. Adamakıllı hareket etmesine engel olan beliyle yine de imamlık yapmakta mahir olan adamla muhabbete başladığımız da, adamın bakışlarındaki şüpheyi görebiliyordum. Söylediklerime inanmıyordu. Oysa yalan söylemiyor, sadece doğrularımı kısa ve net haliyle ifade ediyordum. Yarım saat sonra kışlanın güney kısmından içeri girmiş ve kahvaltı masasına doğru yürüyorduk. Üç kişiydik. İki asker için her şey olağandı. Heyecanlı olan yoktu aramızda. Arka koltukta subay gibi hissediyordum. Asteğmen arabayı kullanırken heyecanlıydı. Yanındaki garibanın beli feciydi. İnsan yapmayacağı şeyler için neden söz verir ki? ‘Mutlaka uğrayacağım yanınıza’ derken yalan söylüyordum. O zamanlar daha az söylesem de, yalan yalandır. Kışlada yaptığımız kahvaltı bok gibiydi. Çay ishal edebilirdi. Haşlanmış yumurta kokuyordu. Yine de asker yemeklerinin rüyalarıma girmemesi normal ama o umumi abdesthaneyi her defasında neden rüyamda karşımda buluyorum? Kurtarıcı meleğimin bazen bir cami olarak yakınlarda olduğu oluyor ve dinlediğimiz vaaz gerçekten güzel oluyor. Hem vaazı dinlemeyi seviyorum o cami de, hem de umumi abdesthane içerisinde kaybolmayı seviyorum. Onlarca kapısı olan bu abdesthane içerisinde insan dünyanın tüm pisliklerini kanalizasyona dökebilir hissiyle kapıyı açıyor. Kapılar beyaz. Duvarlar daha beyaz. Tavan bembeyaz! Burada seks yok. Burada tuvalet kapısına yazılı argo cümleler yok. Burada sigara dumanı da yok. Ne biçim tuvalet bu sahi!
Yüzünü sniperla öpüyorum. Şarjör boşalıyor. Şarjör de dört mermi var.
Birincisi: Bu her şeyi hatırlatmak içindi. İlk başta öleceğim fikri gelecek ama sonra yaşamak için sımsıkı tutunuyorsun. Yazgı bu konu da mahirdir. Boynuna yapışıyor altın kolye. Terli bir yüzeyi var boynunun. Onu oradan çekip alıyorum. Hafiften uzadı. Evet, uzuyormuş bazı şeyler! Göğsüne kadar uzatamam, kopacak. Susunca da doluyorum.
İkincisi: Birincisinden daha etkili değil ama öldürücü ilki gibi. Bu nereye geldi? Yüzünü delik deşik edeceğim, ant içtim. Dudaklarım bu zamana kadar boş yaşadığını inkâr etmemişti ama böyle tutkuyla öpmemişti. Aşkın canı cehenneme! Boyut değiştirmek yok. Gerçek ne kadar da karanlık. Sahi, neden karanlıktayız biz. Aç şu ağzını, aç!
Üçüncüsü: Cihan harplerinin en şiddetli geçtiği satıhlarda yatağındaki sıcaklığı özleyen erlerin kırık sesleriyle yaklaşıyorum. Şimdi kimse iyi niyetli değil. Tut şunu, bu ağırdı. Kemikleri sayılıyor. Ellerin daha sert tutuyor. Yüreğin çıkacak, sakın göğsünü, siper et amansız terli saçlara karşın. İlim öğrenecekti şu gözler. Kelimelerin yapıştığı kâğıdı silmek için ayrılık doğurmuşlar.
Dördüncüsü: Sondur. Sana ilk baktığım kadar sert ve doğal. Yükselen bir tenorun koltuk altına sığınıyor. Çek dünyanın en basit ünleyişini! İnleyişlerin siper kazıcıların küreklerinde çamur var ediyor. Tepinip durmuyoruz. Birazdan dünyanın en büyük umumi abdesthanesinin ortasında yıkanacağız.
…
Gözlerimi açtığımda pencereden süzen ışığa doğru başımı çevirdim. Tekerlek sesi geliyordu. Nerede olduğumu ilk başta anlayamadım. Başım çatlayacak gibiydi. Vücudum halsiz, kırgındı ve yutkunmakta güçlük çekiyordum. Hasta olduğumu, deyim yerindeyse yatağa sızdığımı düşündüm. Yatağın yanında duran lambadere elimi uzatarak anahtara bastım. Odayı aydınlatan kirli ampulün hiç yoktan düşünmem için imkân verdiği belliydi. Ayağa kalkarken ayaklarımdaki çorapları hissettim. Kim bunları giydirmişti bana? Pencereye doğru yürümek istediğimde, ikinci adımımda düşünecek (aynen böyle) gibi oldum ama kendimi toparlayıp, pencere kenarına kadar ağır da olsa varabilmiştim. Koyu renkteki perde pencereyi tam anlamıyla kapattığı söylenemezdi. Duvardaki iki delik dikkatimi çekince, vazgeçilen stor perdeler için açılmış iki deliktir diye düşündüm. Cadde üzerinde bir otelde kalıyordum. Kaç saattir yattığımı ya da otele nasıl geldiğimi bir türlü hatırlayamıyordum. Banyoya ulaşıp, yüzüme bakmalıydım. Aynada su lekesi yoktu. Gayet güzel bir banyoyuydu. Klozet kapağı açıktı. İçine doğru eğilip baktığımda su temizdi. Yüzüm berbat haldeydi. Dayak yemekten beterdim. Alnım iyice kırışmış ve gözaltı torbaları kararmıştı. Yüzüm kendi başının çaresine bakabilirdi ama ben içinde bulunduğumdan dolayı rahatsızdım. Yatak acı çeken bedenime üzgündü. Orada olup, bir sonraki senenin takvimini elime alabilirdim. Bunu ona sormuştum.
Otel odasından çıkarken adını dudaklarımda ıslattım. Üç kere de, yavaşça, yutkunarak söyledim adını: ‘Ya se min.’ Sokağın ilerisinde büyük bir caddeye çıkışı sağlayan apartmanın giriş kapısındaki lamba ikide bir yanıp sönüyordu. Önünden geçen kedileri fark ettim. O apartmanda birisi onlar için tanrı mamaydı. Bir sıçrayışta dar sokağı geçip, caddeye kendimi bıraktım. ‘Kaç kilosun?’ Şaka yapmıyordu:’ Elli iki artı üç.’ Üzerine buçuk eklemesini bekliyordum. Neyse ki buçuk niyetine ilçeye atlamış, biraz sonra da iki komşu ilçe için yobaz, modern kıyaslamasını anlattığını fark ettim. Sen Yasemin’i tanımazsın. Yasemin’de zaten seni tanımıyor. Dişlerinden bahsetmek isterim. Yasemin bir şehrin kale duvarlarını andıran yüz hatlarının ardınca geniş otlaklar sağlayan tepelere bakış atılmalık merdivenler yaptırmıştı. Bu taş merdivenlerden Babil kulesine geçiş hakkı tanındığı da oluyordu. Sigaranın yanık ucunu yanık olan parmağıma dokundurdum. ‘Ne yapıyorsun’ dedi usulca. Yasemin o kadar güzel ‘ne yapıyorsun’ dedi ki bana, sen de olsaydın, sen de Yasemin için aynı şeyleri hissedebilirdin. Niyeyse hiç konuşmadan bu yönelimim başlamıştı. Eğer arzu olsaydı, bilinçli bir tercih ertesinde ona karşı alakadar olduğumu söyleyebilirdim ama maalesef içgüdünün hayâsız eğilimine esir düştüm. Yasemin’in saçları vardı. Senin saçlarından bile güzel saçları. Ben Yasemin’in saçlarında gezindiğim anları şu an gibi anımsıyorum. Burnumla gezinmediğim kıl kökü kalmıyordu. Yasemin ne istiyordu, hayattan ne bekliyordu inan bilmiyorum. Bunu ona sormadım.
Ben düşmemek (doğru) için kendini öne iten insanları hep tutmuşumdur. Yasemin’i neden tutmamış olayım ki? Ses çıkarmadan o ara bir kitabın içerisinde dalmış, ölümcül hata gibi gelen o çıtırtıyı kendim çıkarmış olabilirim. Lütfen beni bu zevkten mahrum eyleme! Yasemin başlarda ‘beni harddisk olarak mı görüyorsun’ demişti. Sonraları anladı aslında ne yapmak istediğimi ama çok geç kalmıştı. Herkesin geç kaldığı bir şey vardır ve bu bir şey insanın içini sızlatmaya yeter de, artar. Yasemin burnumda tütüyor. Yürürken bu baygınlık hissini adımlarımı sayarak kendimden savabiliyorum. 1,2,3… 752,753,754,755…10077,10078,10079 ve devam ediyor. Saatlerce yürüyen bir insana kaç adım attığı sorulmaz. Bunu soranın canı cehenneme!
Dedim mi sana, hayır demiş olsaydım bu mahcubiyeti üzerinden çabuk atabilirdin. İnsan ön planda olmadığı zaman duygulanabilir, bu normaldir. Benim asıl merak ettiğim, neden içine sindiremediğin? Bir şey olmalı. O bir şey her neyse mutlaka problemin kaynağı olmalı. Anlık bir istenç ve angut kuşunun sesiyle irkiliyorum. Yasemin’in dudaklarını angut kuşunun nemli tüylerine benzetiyorum. Biri et, biri tüy. İşte birazdan taksim başlıyor. Yasemin susarken büyük bir devletin sınırlarındaki çatırdayış seslerini duyabiliyorum. Bu demek oluyor ki yeni elçilikler doğacak. Oysa dünya da güzelliğin ve iyiliğin yaşandığı bir izole örnekte asla yüksek sese, kavgaya ihtiyaç yoktur. Başka bir soluk alıyordu. Yasemin’in uzun burnuna ‘akmış’ demedim. Bir tabloydu. Şiiri bile vardı, Cemal Bey’in sokağında Modigliani olarak geçiyordu. Dokunmayı sevdiğimiz için kelimeler bir noktadan sonra bu yüzden kederli olmaya başlıyor. İnsanların dokunmaya ihtiyacı var. Dokunun. Hissedin. Bırakın yıpransın en değerli romantiklerin tabloları. Yeni bir aydınlanma çağında herkes dokunarak kendini ifade ediyor ama yanlış şeylere dokunduğumuz konusunda hislerim artıyor. Dokunmaktan korkuyoruz. Kelimeler burada tıkanıyor. Alın toprağa dokunmaktan çekiniyor, el başka bir elin içerisinde o sıcaklıktan kaçıyor, gözler gözlerin derin anlamlarından kaçıyor. Bu suç değil de nedir! Kaçak göçmenlerin ne suçu var? İnsaflı ol sandal ve kıyıya suyun en akıyla yaklaştır yüreği temiz insanları. Siz kimsiniz? ‘Biz mi efendim?’ Evet, sizden bahsediyorum. Siz kimsiniz? ‘Biz efendim Gogh trajedisini yaşayan, evleri önündeki tarlalardan korkan ve ağacı artık taşlamaktan yorulmuş bezgin seyircileriz. Yeri gelince tekrardan taş toplayabiliriz.’ Dokun bana Modigliani’nin parmaklarından çıkmış ısı haritası. Parmaklarının altındaki beyaz iskeletinin hatırı kalmasın. Otonom koklamalar bunlar Yasemin. Şarabı nilüfer yaprağında içen köylünün hikâyesini anlatmıştım. Sana anlatmadım ama evet, Yasemin’e bu hikâyeyi anlattığım için pişman değilim. Yasemin çok akıllı olmadığını kabul ettiği için hiç tartışmıyorduk. Gün geldi biricik seyircin olduğum için bana kızgın mısın diye sordum. ‘Bana öyle geliyor ki, içimden bir his senin bana âşık olduğunu söylüyor’ demişti. Bunu dedi evet ve ben ona sadece gülümsedim. Kim sevmez yaseminleri? Çekip kokusunu, sonsuz çürüyüş için ön hazırlık yapılabilir. Son durak Yasemin’in penceresi olabilir. O gelecek ve kıvır kıvır saçlarını tutup, yaslayacaksın kirli yüzünü. Bir gün şarabını içecek toprak tası kırılan köylü nehre inmiş. Nehirde bir nilüfer usulca yüzüyormuş. Nilüfer köylünün olduğu yere yaklaştığında köylüye seslenerek ‘neden böyle kederlisin’ demiş. Köylü iç geçirmiş ve ‘çok sevdiğim toprak tasımı kırdım’ demiş. Nilüfer iri bir kayanın ön yüzeyine doğru yüzerken ‘o tasın ne gibi özelliği vardı ki’ demiş. Herhalde bu hikâyeyi Yasemin’e anlatsaydım, sonunu merak ederdi.
…
Gülüyor, eğleniyor, şarkı söylüyor ve sonra söylediği şarkılara göre bakışlarını ayarlıyor. Kendisinin ayarlanabilir bakışları olduğunu ona söylediğimde kahkaha atmıştı. Neyse, her ne kadar mesele Fatoş ile alakadar olsa da, yine de onun umursamaz bakışlarına maruz kalmaktan geri durmamıştım. Tuna’nın geleceği yoktu. Pastanede, tezkere sonrası sevdiği kızı bekleyen gencin heyecanını daha girmeden kaybetmiştik. Zaten girişte tabelada pastane yazmıyordu. Ne yazdığı unuttum ama Fatoş’un illa Tuna ısrarını bir türlü anlayamadım. Fatoş birden bana dönüp ‘bize bir şey anlat, böyle boş oturuyoruz gibi geliyor’ dediğinde kızından telefonuna mesaj geldi. Fatoş mesajı okur okumaz üç kez ekrana parmağıyla dokundu ve telefonu kulağına götürdü:’ Kızım yarım saate kadar geleceğiz.’ Yarım saat kadar bu işkenceyi Fatoş için çekebilirdim. Aniden işkenceyi kökten çözüme ulaştıracak bir fikri benimsediğimi fark ettim. Mahsus engel olan tüm badirelere karşın yine de açık olacak, kibar bir itirafçı gibi sırayla ve oldukça sakin bir şekilde anlatacaktım.
‘Bana baksana sen, sen kendini ne zannediyorsun?’ Böyle bir şey söyleyeceğini umdum. Tabi, bunu itirafımın sonunda düşünüyordum. Düşüncelerimde yanılgı olacak neticeleri asla kabul etmiyorum. Ne yazık ki yanılmıştım. Lakabı taktığımda da kahkaha atmıştı ama ‘malumunuz Merve’ tamlaması kulağa cidden hoş geliyordu. Bazen malumunuz, ‘malum’ olarak kısa kullanırken, bazen de ‘malumunuzdakilerdenmişçesine’ diye seslenince Merve ayarlanabilir bakışlarıyla acayip bir bakış ortaya çıkarıyordu. Yinelenen kelimelerin etkisini yitirdiği doğrudur. Bunu Fatoş’a söylediğimde hayran hayran bakıyordu. El salladım, yüzüne elimi yaklaştırdım ama kesinlikle dokunmadım. İnsan bir insana dokununca farkında olmadan imza bıraktığını unutur. Tende dokunulmuş hücrelerce hürriyet şarkılarıyla bağımsızlık iddiasında bulunduğunu inkâr edilmez. Gözler yanılsa da, tamlayıcı dürbün bu etkide önemli bir yer tutar. Bu dürbünle beraber insanların ruhlarına işlenecek derin hazlar var edilir. Sanırım var edilirden çok kullanılır kulağa daha mantıklı geliyor.
‘İlk gördüğüm andan beri yalnızca seni düşünüyorum.’ Bu sözü Yasemin’e söylemedim. Sen benden ‘seni düşünüyorum’ tarzı cümleler duymuş olabilirsin ama ‘ilk gördüğüm’ tarzı başlangıçlar bizim aramızda hiç olmadı. Fatoş’un göz kapakları donmuş, kirpikleri buz sarkıtlara dönüşüp, şiddetli bir kırılma anı yaşayıncaya kadar ona bakanlar için korkutucu izlenimler sunuyordu. Düz saçları kafatasına yapıştırılmış rengi hoş bir bitki örtüsünü andırırken, doğal oluşuna böyle ısrarcı kanışıma ses çıkarmadım. ‘Seni sevdiğim diğer insanlarla kıyaslamıyorum. Nasıl bir yaşantın olduğunu, neler yaşadığını az çok biliyorum. Dahası seni hissediyorum. Tanıştığımız ilk günden beri amacının ne olduğunu biliyordum. Çocukların için kendini düşünmüyordun ve Merve için birini arıyordun. Fakat Merve en başta beri bunun farkında. Asla ona sana baktığım gibi bakmadım. Sen bir şey anlatırken gözlerinde kaç kere boğulup, ‘imdat’ demeden kaderine razı sefilleri oynadım biliyor musun? Köpeklerin bokundan önemsiz şu parmaklarına sürdüğün ojeler, kaç kere bende hırslı bir kedinin tırnakları kadar ihtiraslı bir öpme arzusu uyandırdı? Kaç kere seni, yalnızca seni arzuladım ve bu arzulayışlar üzerine kaç kere kendime hakaretler ettim? İzbe sokakların çıplaklığını giderilmesi güç yalnızlıklarında kırık camların üzerinde yürüyor gibi yürüyüp, sana bunları söyledim. Sen olmadın. Her defasında kendime hakaret ettim. Dilimi dişledim, kanattım etimi, sıktım parmaklarımı, boğdum kasıntılarımı ve arzularımın çeşmelerine bir boğa serkeşliğiyle saldırdım. Gözlerime ihanet ettim. Seni sevmemek, belki, ne olur yanlış anlama Merve, Merve’yi sevebilmek için kendimi zorladım. Olmadı, her seferin seni daha çok istediğim gerçeğiyle karşı karşıya kendimi buldum.’
Ayarlanabilir bakışlarıyla malum hem şaşırmış hem de sinirli gibiydi. Bu arada başka şeyler de söyledim, sanırım hatırladığım kadarıyla biraz da ondan bahsetmiştim:
‘Lise biter bitmez evlendirilmiş birisin. İki çocuğun var ve yaşadıkların için kimse seni yargılayamaz. Bunlardan bahsetmiyorum ama kaygılarından, korkularından vazgeçemiyorsun. Dahası seni yalnızca sen olduğun için sevdiğimi ifade etmek istiyorum ama her zamanki karıştırıyorum. İfade edebiliyor muyum? (O an yüzüne bakmak için cesaret etmiştim) Korkulası bir bağlanış, vazgeçilmesi güç tutku mu sana olan hislerim? Senden yardım dilemiyorum. Beni içinden çıkar, kendine getir beni de demiyorum. Senden aslında hiçbir şey beklemiyorum. Bir şey umsaydım küstahlığım yüzünden bana istediğin gibi kötü davranabilirdin ama şu an sadece içimden gelenleri söylüyorum.’
Kesinlikle sertçe değildi. Yumuşak bir edayla sandalyesinden kalktı, hafifçe geriye doğru sandalyeyi ittirdi ve ayağa kalktı. Masada duran telefonunu avucunun içine aldı. Merve ne yapacağını bilemez halde bir Fatoş’a bir bana bakıyordu. Fatoş hiçbir şey söylemeden baktı. Sadece baktı ve yürümeye başladı. Merve ‘dur nereye gidiyorsun’ diyemeyeceğini iyi biliyordu. Tek yapması gereken ayağa kalkıp, onunla beraber yürüme mesafesindeki evlerine gitmek olacaktı. Ya da başka bir yere, bilmiyorum. Altlı üstlü dairelerde oturuyorlardı. Yakındılar, akrabaydılar, çocuk gibi şendiler. Gülünce güzelleşiyordu olduğumuz mekân. Sokağa taklar asılıp, cadde de ayaklı bir orkestra şen müzikler çalıyordu. Şehir duyguluydu. Ülke bu şehrin güzelliğini konuşuyor, insanlar ‘neden biz de o şehirdeki insanlar gibi değiliz’ diyorlardı. Pekâlâ, abartıyorum ama çok geçmeden yalnız kaldığımı fark etmemle gerçek karşıma geçip oturdu.
-Bu saatten sonra ne yapacaksın?
-Neden herkes böyle düşünüyor ki? Neden yaptığın basit bir itirafın bedeli değişiklik olsun ki?
-Değişiklik yap ya da değiş diye demiyorum. Bir şey yapman gerekecek.
-Sence ben aptal mıyım?
-İnsanları düşünceleri yüzünden yargılayacak değilim ama beni unuttukları müddetçe sıkıntı yaşayacaklarını sen de biliyorsun.
-Biliyorum, biliyorum ya, işte bu yüzden daha çok kızıyorum kendime.
-İnsanların en çok kaybettiği nokta, sınırlarını aşma da diretmeleridir. Diretilen ve sınırı aşılmış noktalar geri dönülmez hadiseler ortaya çıkarır. ‘Keşke yaşanmasaydı dersiniz sonra ama çok geç kalmışsınızdır.’
-Ne yaptım ben? Ben ona sadece hislerimi söyledim.
-Arzuna yenik düştüğünü unutuyorsun.
-Evet, etkilendim. Fakat bir sürü etkilenecek insan var. Ben sadece ondan etkilendim. Şu an bu hislerim yüzümden yargılanmam mı gerekiyor?
-Yine kendini kandırıyorsun. İnsanların bir diğer aşağılayıcı noktası, arzu sonrası çektikleri sıkıntılar karşısında acı duyumsamasıdır. Her yanlış yapılan hareket sonrası bu acı dedikleri noktaya tekrar gelirler. Zamanla hissettikleri acı beni çoktan yitirmiş olup, hayalen varlıklarını sürdürürler.
-Benim duyumsadığım hissin, yani çektiğim acının, ıstırabın yalan olduğunu mu söylüyorsun?
-Hayır, bilakis bu hislerin içinde ben yine de varım ama daha önce tedbirini almadığın için bu duruma düştüğünü unutuyorsun.
-Ne yani, bu söylediğine bakılırsa hiçbir şey yapılmamalı, konuşulmamalı, kimseyi sevmemeli.
-Ne dediğimi gayet iyi biliyorsun. Tanıştığınız ilk günü anımsa. O gün onun üzerindeki tişörte defalarca baktın. Yüzünü hafızana kaydettin. Bakışlarında hoş bir terennüm iddia eden duygularındı. Yaşadığı hayatı öğrendin. Gerçek zarar vermeden senin bir daha görüşmeyeceğin insanlar olduğunu söylüyordu. Bunu ben sana defalarca hatırlatmaya çalıştım. Ucundan kenarından bir bahane bulup, yine onunla görüşmeye kalktın. Bakıştın. Konuşmalarını dinledin. Ona dokunmak istedin. Ellerinle tenini sarmak, daha yakından tanıma iddiasında bulundun. Onunla baştan beri tek gayen sevişmekti. Yama atarak tekrardan yoluna devam ettiği hayatında onunla beraber yaşabilir miydin? Ona katılabilir miydin? Buna cesaret edemeyeceğini bildiğin için bu zamana kadar itirafını hep erteledin. Ben yine de hiç itiraf etmemeden yanaydım. Diyebilirsin ki, gerçek nasıl oluyor da gerçeklikten yana değil? Söylediklerinin bir faciaya sebep olabileceğini de düşündün ama yine de gerçeği kendi hesabına kullanmak istedin.
-Yalnız kalmak zorunda mıyım ben? Böyle bir gerçeklik mi payıma düşen?
-Hala anlamıyor ve diretiyorsun da duygularının haklı bir serzeniş olduğuna dair. Şu an olacakları da gerçek olarak düşünüyorsun. Verilecek cevap her ne olursa olsun kabul sana göre. Çünkü senin ihtiyacın olan itiraftı. Bunun için beni kullanmayı da sakınmadın. Kullanışlı bir hayal olarak dursam da, sana yaşamadığın ıstıraplar tattırabileceğimi nasıl unutursun?
-Bunu istiyorum belki de!
-Istırap dolu, buhranın derinliklerinde, sesinin kısılacağı anların sana yaşatabileceğini çabuk unutmuşsun.
-Dediğin ıstırabı iyi anlıyorum ama yaşadığımı hissetmek istiyorum. Bunu bir hareket olarak düşünme hemen. Sana göre hava hoş! Her durumda insanların yaşadığı sen olabiliyorsun ya da istemediğin zaman hayal gördüklerini, beni tercih etmediklerini söyleyip suçluyorsun. Dediğin gibi yaşamın mümkün olmadığını bilmiyor musun?
-Biliyorum fakat uyardığım için gerçeği suçlayamazsın değil mi?
-Senin de kendine göre gerçekliğin var. Eğer düşünebilseydin, yalnızca bir hayalden ibaret olduğunu bilirdin.
-Ne demek istiyorsun?
-Kendi kendini yarattığını iddia ediyorsun ama bir tanrının gücünü yadsıyorsun. Tanrı istediği zaman seni de değiştirebilir. Sen tanrının bir hayalisin sadece.
-Sözlerinle beni incitiyorsun.
-Ben, bana verilmiş iradenin hakkını getiriyorum. Yanlış da olsa bir karşılığı olacağını bilmek beni canlı tutuyor.
-Bile bile ölüme atılmaktan ne farkı var bunun?
-Ölümden korkuyor musun?
-Kim, ben mi?
-Evet, sana soruyorum, ölümden korkuyor musun?
-Neden korkayım ki? Böyle bir sebep yok.
-Ya senin de öleceğin bir tarih varsa. O zaman nasıl hadsizce insanları yargıladığını düşünürsün. Bu sana çok acı verecek.
-Ben ıstırap veririm, kendim bu acıyı duyumsayamam.
-Ya duyumsayabilirsen? Bir gün gerçeğin ta kendisi insanları anladığında, çok geç olacak.
-Hayır, bu sefer gerçekten saçmalıyorsun.
-Olabilir, üzgünüm. Ne dediğimi bilmiyorum. Seni de incitiyorum.
…
Köylü ‘o toprak tasla ben şarabımı içiyordum’ demiş. Nilüfer köylüye acıyarak ‘eğer beni bu sudan kurtarırsan, sen ölünceye kadar senin için şarabının bardağı olurum’ dedikten sonra köylü sevinerek nilüferi sudan çıkarmış. Nilüfer sudan çıkar çıkmaz içe doğru bir ucundan kendini sarıp, diğer ucuna kadar uzanmış. Sevinçle köylü evine giderken, su nilüferin arkasından bağırarak ‘ey bahtsız nilüfer, talihin bir köylünün şarap bardağı olmak mıydı? Oysa ben seni hep başım üzerimde tuttum. Bu dostuna neden vefasızlık yaptın?’ demiş. Nilüfer üzerindeki son damlacıkları da atarak ‘bundan sonra şarap dökülecek içime, elbet şaraptan vefa buluruz’ demiş. Köylü nilüferi alıp evine götürmüş. İlk zamanlar nilüfer de yeni yaşamından memnunmuş ama ahmak köylü nilüferin tenini bilmez imiş. Güneşe çıkarmış. Onu şarap ile uyutmuş. Tenine layık kıyafetleri, dokunuşlarda bilmeyen köylünün elinde günbegün canlılığını kaybetmeye başlamış. Nilüfer bir gün artık iyice güçten düştüğü zaman köylüye seslenmiş:’ Ey serkeş, ben ziyasından feyiz aldığım Şems’ten şimdiye kadar hiç eziyet görmemiştim. Yine de ona karşı şekvam yok amma dosta yaptığım vefasızlıktan beridir günbegün eriyorum. Benim yurdum, benim vatanım, can içre özüm sudur. Senden son dileğim beni aldığın yere bırakman. Ölsem de, su vefalı dosttur. Ondan hem af dileme arzum vardır. Sen kendine topraktan bir tas bulursun.’
Eve geri döndüm. Mutfağa girdim. Çeşmenin kolunu çevirip bardağa su doldurdum. Başımı hafif sağa çevirdiğimde tezgâhında üzerinde ölü kelebekle arıyı gördüm. Yan yana uyuyor gibiydiler. Pencereyi açıp, ikisini de toprağa doğru fırlattım. Seslerini duymadım ama ölü bedenlerinin toprağa çarptıkları an çıkan sesten incinen birileri mutlaka vardı. Bir gün birileri tarafından gömüleceğim yer toprak olmalıydı.
Birkaç gün sonra malum Merve’den uzun bir mesaj almıştım. Sanırım Fatoş beni yanıltmamıştı. Her ne kadar düşünceleri mesajda yazılı gibi olsa da, Fatoş için başka bir gerçek olduğu söylenebilirdi. Bunu kabul edebilmek adına seninle gerçeğimiz olan yere, o otele gitmiştim. Yalnız olduğum o odada, sessiz yatağa gömülü çınlayan kulaklarımda seni hissetmek istemiştim. Gerçeğin değil de, benim küstahça davrandığımı anlamam için bu gerekiyordu. Ciddiyetsiz bir terbiyeciydim. Yanılan sen değildin. Yanlış birine, yanlış duygular besleyen bendim.
YORUMLAR
Okumam bitince yazıyı, anneannem geldi gözlerimin önüne. Ne alaka, demeden kimse, izahını yapayım. Anneannem, bir elinde boncuk iğnesi ve bu iğneye takılı incecik oya ipi; diğer elinde minicik renk renk boncukları dizerdi bu ipe günden geriye kalan vakitlerde. Onun, bu tavrındaki özeni geldi işte gözlerimin önüne...
Yazılarının geneli için bir yorum getirmek istersem, minicik boncukları, ki bunlar senin harflerin, incecik bir ipe renklerinin birbirine uyumunu da hiç esirgemeden özenle diziyorsun kelimeleri ve cümleler bir bütünlük içerisinde anlamını esirgemiyor okuyucusundan.
Kelimelerin bir gücü, bir sihri olduğu muhakkak. Ve fakat bu, kelam sahibinin kaleminin gücünden geliyor elbet.
Bir yer var okuyucuyu götürmek istediğin yahut kendinin varmak istediği. Bir yolun sağında ve solunda iki farklı manzara. Biraz kötü olan manzarayı izlettiriyorsun; biraz da diğer yöndeki güzelliği. Oysa sen manzarayı değil; yolu yazıyorsun gibi geliyor hep bana. Varacağı yeri bilen bir yolculukta...Yazının sonuna kadar sıradan bir cümleden bir diğerinin derinliğine geçerken anlıyor insan bunu. Cümlenin tâ içinde olduğunu.
Umursamazsın diye tahmin ediyorum; ama yine de güne gelen yazınızı da ayrıca tebrik ediyorum.
Saygı ve selam.
kaç yıl oldu anımsamıyorum senin yazılarını okumaya başlayalı.."Senin" de diyebilecek kadar kendime yakın ve samimi hissediyorum adını. Yazılarında daima kendime dair bir şeyler buluyorum.Çok iyi bir yazarsın.Bir kaç gün önce bir arkadaşım "beğeneceğimi umduğunu" üstüne basa basa söylediği bir kitap verdi.Roman,bir Osmanlı Paşasının hayatını anlatıyor. Senin şu yukarıda yazdıklarının yanından geçemez.Selam ve saygı benden.
Sığlardan derinlere işliyor kalemi yazarın.
Düşünmeye başlayınca biryerden, yeni ilgilere yelken açıyor kalem.
İnsan böyle değil miydi? Ahsen ve esfel...
Hem Şeytana hem Allah'a hak vermenin düşünce gergeflerinde dolaşıyoruz sanki...
Büyü artık, bırak ağlamayı; Hakkın Sesi hakikatin sesidir.
Kendine bir yol çıkar; kendine bir yol tut der Mevlana Celaleddin.
Emeğine sağlık.
Çok saygımla.