- 485 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ey Vicdan! Neredesin?
Dünyamız zor zamanlara şahitlik ediyor. Ahir zamanın bu son demlerinde insanlık zıvanadan çıkmış görünüyor. Zulüm ortalıkta kol geziyor. Hoca Nasreddin’in ifade ettiği üzere günümüzde ‘Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar.’
Dünyanın hassas bölgelerinde zulüm hükümranlığını sürdürüyor. Mazlumların feryadını sağır sultan duysa da, asıl duyması gerekenler sağır numarası yapıyor. Fakat bilinmelidir ki “Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur” Zulüm payidar olmaz. Nitekim Resulullah bununla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helak etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helal saymaya sevketmiştir.”( Müslim, Birr 56)
Hakkı ve hakikati ezmektir zulüm… Hakkı değil gücü esas almaktır. Hangi hususta olursa olsun haddi aşmaktır. Mala, ırza ve cana saldırmaktır. Zulüm insanlığın tabiatına zıt bir eylemdir. Fakat bazı kişiler insanlıklarını askıya aldıklarında bu yola başvururlar.
Zulüm ile adalet aynı ortamlarda bulunamaz. Nasıl ki Hakk gelince batıl zail olur, işte öyle de zulüm gelince adalet kaybolur. İslâm dini zulmü ortadan kaldırıp adaleti hâkim kılmak için gönderilmiş ilâhî nizamın adıdır. İslam hakkı ve adaleti tesis etmek için Allah tarafından tanzim edilmiş bir sistemin adıdır. Mazlumlar Âdil-i Mutlak olan Allah’ın rahmet kanatları altındadır. Zira haksızlık gayretullaha dokunur. Mazlumlar bu dünyada zilletler içerisinde kalsalar da yaşadıkları acılara karşılık öteki âlemde büyük mükâfatlarla taltif edileceklerdir. Yeter ki hak ve hakikat dairesinde kalsınlar. Eskilerin dediği gibi:
“Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”
Zulüm içerik itibariyle çok geniş bir kavramdır; sadece şiddet uygulamak değildir. Allah’ın ayetlerini inkâr etmek, peygamberlere inanmamak, şirk koşmak da bir çeşit zulümdür. Bu düşünce bataklığı içerisinde olanlar gün gelir başkalarının hakkına ve hukukuna da tecavüz ederler. Haksızlıklar ve suiistimaller zincirine her geçen gün ateşten yeni halkalar eklenir. Biz burada insanların birbirinin canına, malına, namusuna ve şerefine el ve dil uzatmasından bahsedeceğiz. Bilindiği gibi bunlar Allah tarafından şiddetle yasaklanan eylemlerdir. Hiçbiri insanî ve vicdanî hareketler değildir.
Zalimler kendilerinden daha güçsüz olanları seçerek onlara zulmederler. Bu açıdan bakınca güç eşitsizliği bariz olan gruplar arasındaki sürtüşmenin eyleme dönüşmüş şeklidir zulüm… Zulüm, çoğunlukla Allah’tan başka dostu ve yardımcısı olmayan zayıflara, biçarelere yapılır. Şiddet içerikli bir eylem olan zulmü ancak kalbi kömürleşmiş olanlar yapabilir. Onlar hidayet nurundan ve ümidinden de yoksundurlar. Zira Allah ve ahiret inancı olanlar bu yola tevessül etmekten korkarlar. Çünkü öteki dünya ve hesap gününün varlığına inananlar, mutlaka yaptıklarının karşılığını göreceklerini bilirler, ona göre ayaklarını denk alırlar. Yüce Rabbimiz zulümle ve zulmedenlerle ilgili olarak şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez… Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur. …Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ‘tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır.”(Şura S. 40–42. Ayetler)
“Artık gerçekten, zulmedenler için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.”(Zariyat S. 59. Ayet)”
Günümüzde İslâm coğrafyası içerisinde korkunç bir zulüm tatbikatı gerçekleştiriliyor. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da ve adını sayamayacağım pek çok İslam beldesinde kan ve gözyaşı sular seller gibi akıyor. Irak’ta gün geçmiyor ki insanlar ölmesin. Artık bu tarz ölüm haberlerini sıradan eylemler olarak algılamaya başladık. Öyle ki nerdeyse ölüm haberleri duymadığımız günler hayrete düşüyoruz. Afganistan’da nelerin olup bittiğiyle alâkalı çok da sağlıklı haberler alamıyoruz. Duyurulmak istenenleri ancak duyabiliyoruz. Pek çok zulüm kapalı kapılar ardında gerçekleştiriliyor. Çeçenistan’da Müslüman halk liderleri hunharca öldürülüyor. Çeçen halkına gözdağı veriliyor. Keşmir’de Hint zorbalığı devam ediyor. Doğu Türkistan’daki Müslüman Türk soydaşlarımız kan ağlıyor. Çinliler Doğu Türkistanlılara yapmadıklarını bırakmıyorlar. Bosna-Hersek’i toplu mezarlarla kuşatan Sırplar pusuda bekliyor. Moro’da ve Filipinlerde Müslümanlara göz açtırılmıyor. Müslüman ülkeler bir bir sömürgeleştiriliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynakları talan ediliyor. İslâm ümmeti paramparça… Şer güçlerin istediği de buydu zaten… Bütün bunlara rağmen barış dönemi içerisinde keyif süren Müslüman devletlerden hiçbirinin kılının kıpırdadığı yok.
Bunlar yetmiyormuş gibi bir aydan beri İsrail’in Filistin ve özellikle Lübnan’daki hain saldırılarıyla çalkalanıyoruz. Bir aydan beri televizyonlar kan ve nefret görüntüleriyle dolup taşıyor. Ne olmuş yahu!... Bilen birisi bana anlatsın… Niçin bu kin ve öfke?... Düzenli bir ordusu bile olmayan sözüm ona Müslüman bir ülkeye çağın en modern silahlarıyla saldıranlar neyin intikamını alıyorlar? Sapanla düşman kovalayan çocukların ve savunmasız kadınların kanını içen bu zihniyete dur diyecek sağduyulu ülkeler yok mu? Bu akan kan durmazsa kendini ayrıcalıklı sanan sözde bütün medenî ülkeler, bu kan çağlayanında boğulacaklardır.
Filistinliler uzun yıllardan beri kıt imkânlarıyla ve bütün yalnızlıklarına rağmen haklı davalarının peşinde koşuyorlar. Bugün itibariyle tarihî topraklarının yüzde 78’i işgal altında… Ellerinde bulundurdukları toprakların yüzde 22’sine de sahip değiller… Toprakları ellerinden alınmış. Araya kalın utanç duvarları örülmüş. Beş dakikalık yolu beş saatte gitmek zorunda kalıyorlar. İsrail bütün Filistinlileri komşu ülkelere göç etmeye zorluyor. Ortadoğu’yu barut fıçısına çeviren ve kana bulayan İsrail, siyasal bugün gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan bir tiran konumundadır. İsrail’in hapishanelerinde sekiz bin Filistinli mahkûm var. Bu baskı ve zulümlerin sebebi topyekûn işgal sevdasıdır… Böyle bir manzara karşısında mağdur ve mazlum Filistinlilere ‘Gidin evlerinizde oturun, İsrail’in insafa gelmesini bekleyin’ mi demeliyiz? Ey uygar Batı, ne olur azıcık empati(duygudaşlık) yapın… Aklınız körelmiş, kulaklarınız ve vicdanlarınız iyice sağırlaşmış…
Batılı devletleri ve ABD’yi anlayabiliyorum da bu Müslüman ülkeleri ve onların basireti ve insafı körelmiş liderlerini anlayamıyorum. Biliyoruz ki çoğunuz Batı’da ve ABD’de okudunuz, ülkelerinizin başına geçirilirken pek çok hususlarda dışarıdan emir alacağınızı peşinen kabul ettiniz. İradeleriniz mefluç olmuş… Birilerinin tasarrufuyla o makamları işgal ediyorsunuz. Ama bu kadar mı Müslümanlığa ve Müslümanlara sırt çevirdiniz? Yoksa geleceği karanlık gördüğünüz için dışarı çıkmaktan mı korkuyorsunuz? Sizi millî şair Mehmet Akif Ersoy aşağıdaki beyitlerde ne kadar gerçekli bir biçimde tasvir ediyor. Dinleyin ve aynaya bakın:
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş içindir."
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.”
Yüce Rabbimiz bütün müminlerin kardeş olduğunu söylüyor. “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz…” (Hucurat S. 10. Ayet) buyuruyor. İnancımızda İslam kardeşliği kan kardeşliğinden daha öndedir. Zira aslolan İslam kardeşliğidir. Fakat günümüzde Müslüman devletler birbirlerine, argo tabirle söylemek gerekirse nanik yapıyorlar. İslam kardeşliği zedelenmiş, yıpranmış, pörsümüş, körelmiş ve büyük darbe almıştır. Uhuvvet hayatımızdan çıkmış, hatırası tozlu sayfalarda kalmıştır. Bilinmelidir ki müminlerin kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli olmazsa zalimlere karşı hakkıyla mücadele edemezler, Allah’ın azabından hakkıyla korunamazlar. Müslümanların bugünkü dağınık görüntüsünü bundan yüz sene evvel Mehmet Akif şöyle tasvir etmişti:
“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir”
Hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar, hangi ülke sınırları içerisinde yaşarsalar yaşasınlar bütün Müslümanlar birbirlerini hoş görmeli, sevmeli ve koruyup kollamalıdır. Bu hususta insan vücudunu örnek alabiliriz. Nasıl ki vücudumuzun organları büyük bir ahenk içerisinde çalışıyor ve birbirinin eksiğini gideriyorlarsa öyle de Müslümanlar da bu modeli hayatlarına taşımalıdır. Resulullah(SAV) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Müminlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerini korumada misali, bir cesede, bir vücuda benzer ki, cesedin herhangi bir uzvu rahatsız olsa, hastalansa, cesedin diğer uzuvları da bundan muzdarip olurlar ve uykusuz kalır, ateşler içinde yanarlar.”
Müslümanların içine ‘nemelâzımcılık’ illeti sokulmuş… Oysa inancımız bu anlayışı şiddetle reddeder. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışı Müslümanlıkta yoktur. Bu sözü de Yahudiler kültürümüze sokmuşlardır. İkinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî’ye toplam 23 yıl aralıksız Şeyhülislamlık yapan Zembilli Ali Efendi’ye, “Ne zaman kıyamet kopacak, onun alâmeti nedir? şeklinde bir soru soruyorlar. Zembilli Ali Efendi, “Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir, ama kıyametin alâmeti neme lâzımcılıktır.” diyor.
Acaba Müslümanlar, bazılarının ileri sürdüğü gibi, yaptıklarının karşılığını mı görüyorlar? Yani bedel mi ödüyor Müslüman devletler?...Bence bu zilletlerin nedeni Hıristiyanların ve Yahudilerin İslâmı içlerine sindirememesidir. Tarihteki Haçlı Seferleri de İslâm’a topyekûn saldırı değil miydi? Müslümanlar bazı hatalar yaptılar ama hata yapmasaydılar böyle olmayacak mıydı? Belki düşman karşısında Müslümanların eli daha güçlü olacaktı. Savaşlar denk kuvvetlerin mücadelesi şeklinde cereyan edecekti.
Yine bir kısım çevreler bugün yaşananların Müslümanların evvelden yaptıklarına karşılık olduğu savını ileri sürüyorlar. Tarihte Müslümanlar Yahudilere bu denli ağır zulüm yaptı mı? Azıcık tarih bilenler ve vicdanî hislerini kaybetmeyenler bu soruya ‘Evet’ cevabını veremezler. Osmanlı Devleti’nin İspanya’daki zulümden kaçan Yahudilere kapılarını ardına kadar açtığını bilmeyen yoktur. Yine Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilerin ülkemize sığındıkları bilinen bir gerçektir. Bütün bunları yok sayıyorsanız bir de Müslümanların Yahudilere karşı nasıl davrandığı konusunda bizce tarafsız bir kalem olan Marxist Auguste Bebel’in, “Hz. Muhammet ve İslam Kültürü” adlı eserindeki ifadelerine kulak verin. Çünkü o Batı kültürünün tesiriyle büyümüş olsa da vicdan sahibi bir aydındır. Bakalım o ne diyor Bebel:
“Museviler ve Hıristiyanlar, gerek İslâmiyet’in en parlak, gerekse daha sonraki dönemlerindeki, hatta günümüze kadar uzanagelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslâm devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hıristiyan Avrupa’da hâlâ kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslâm devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hıristiyanlar ve Yahudiler, sarayda çok yüksek düzeydeki görevden sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez halifelerin danışmanlığını yapmışlar, özellikle Doğu’da çok saygın bir yeri olan doktorluk uğraşında sivrildikleri gibi, sık sık halifelerin başhekimliğine getirilmişlerdir. Bütün bunlardan başka, Hıristiyan kilise ve manastırlarının yanı sıra Yahudi sinagoglarının, Hz. Muhammed döneminden önce ve sonra İslâm İmparatorluğu’nun bütün topraklarında çok yaygın olmalarına karşılık, söz konusu dinlerin mensupları, kiliselerinin sınırları içinde tam bir din özgürlüğüne sahip oldukları gibi, gerek çok büyük varlık ve mülklerinin denetim ve yönetiminde, gerekse din işlerinde kusursuz bir özerkliğe sahip olmuşlardır. Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları İslâm bilim adamları ile dostane ilişkiler kurmuşlardır; gerek dinî, gerekse hukukî, tıbbî ve doğal ilmî konular büyük bir özgürlük içinde ve çok içtenlikli, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hıristiyan devletinde hâlâ imkânsızdır.”
Savaş genellikle denk güçler arasında yapılır. Şiddet içerse de askerlere yöneliktir. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar hedef alınmaz. Oysa İslam coğrafyasında süregelen savaşlarda hep siviller, özellikle de çocuklar öldürülüyor. İnsanın aklına ‘Bunlar soykırım mı yapıyor acaba?’ sorusu gelmiyor değil. Öyle ya, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarında yüzlerce çocuk, hatta kundaktaki bebeler hayatını kaybetti. Böyle savaş mı olur Allah aşkına!... Geçiyorsunuz akıllı bomba atan füze rampalarının arkasına, koordinatları yazıp bomba yağdırıyorsunuz. O bombalar nice insanların can evine düşerek değdiği her yeri yakıp yıkıyor.
İsrail, Lübnan’ı bombalarken bize medeniyetin beşiği olarak yutturulan çağdaş Batı ve onunla aynı çizgide hareket eden ABD sadece seyrediyor. Sözüm ona Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, İsrail’e ateşkes teklifinde bulunmak bir yana, yaptıkları vahşetleri, hunharca saldırıları kınamaya bile cesaret edemiyorlar. Bu örnekler de gösteriyor ki Batılı devletler, ABD ve onlara bağlı kuruluşlar ikiyüzlüdür, çifte standardın alâsını yapmaktadırlar. Asıl iş ve manevî sorumluluk Müslümanlara düşüyor. Bu yangını onlar söndürmek zorundadır. Fakat onlarda da bu çelikten iradeyi ne yazık ki göremiyoruz. Özünü kaybetmiş Müslümanlara Mehmet Akif’in şu dörtlükleriyle sesleniyor ve onları bir an evvel gaflet uykusundan uyanmaya davet ediyorum:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın
Ey koca şark! Ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin melanet.”
Dünya dünya olalı böyle zulüm görmedi. Böyle bir dünyada yaşamaktan, zalimlerle aynı gök kubbenin altında bulunmaktan hicap duyuyorum. Bilinmelidir ki İsrail adı altında bir araya gelen zalimler “Nil’den Fırat’a kadarki sözde vaat edilmiş topraklar”ı elde edinceye kadar durmayacaklar. Fakat Türkiye Filistin değil, bunun böyle bilinmesi gerekir. Bu husustaki referansımız Çanakkale Savaşı’dır. Akılları varsa bize bulaşmasınlar, çok ağır bir bedel ödemek mecburiyetinde kalırlar.
İsrail’e gösterilen hoşgörü ve toleransı hiçbir ülkeye göstermeyen Batı ve ABD, Siyonizmin üç ideolojik ayağını da doğal olarak kabul ediyorlar. Bu ayaklar: “a) Seçilmiş millet b) Vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi (Tesniye, Bab: 11/24–25.); c) Hiçbir halka tanınmayan ayrıcalıkların İsrail’e tanınması.” olarak sıralanabilir.
Zalim ve mazlum hangi dinden ve mezhepten olursa olsun şiddet tasvip edilemez. İnançlarımız ve milliyetlerimiz farklı olsa da neticede hepimiz insanız. Doğruyla yanlışı ayırt etmeye yarayan yüreğimiz ve vicdanımız var. Hiç kimseye kulak asmasak da, bildiğimizi okusak da tavır ve davranışlarımızı içimizdeki vicdan süzgecinden geçirmeliyiz.
Biz Doğulu milletler nedense uyumayı çok severiz. Tehlike üzerimize gelip toslayana kadar kılımızı kıpırdatmayız. Bunun İslâm inancıyla bir alâkası yoktur. Sanırım genlerimizde bir bozukluk var. Çok çabuk oyuna geliyoruz. Oysa Resulullah Efendimiz “Mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz” demiştir. Peygamber böyle demişse muhakkak bir bildiği vardır. Acaba bizim aklımızdan mı, imanımızdan mı zorumuz var ki her tarafımız ısırıklarla dolmuş… Isırılmaya o kadar alıştık ki artık acı bile hissetmiyoruz. Rabbim ümmet-i Muhammed’i şer odakların fitne ve fesatlarından muhafaza eylesin. Bizleri sırat-ı müstakimde daim ve sabit kılsın(Âmin)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.