Bir Şehrin Anlattığı
Çocukluk, gençlik yıllarım; içinden ( sınırından daha uygun galiba) tren geçen bir mahallede geçti. Yalnız bir çocuğun ilgisini trenlerin çekmesi doğaldır. Trenleri, yolcuları, çocukları seyretmek bir meşgaledir, can sıkıntısına da iyi gelir. Yolcuların tren beklerken bohçalarından peynir, ekmek, yumurtalarını çıkarıp iştahla yemelerini seyretmek keyif verirdi bana. Küçük çocukların elinde “kerti peynir” dürümüyle salonda hızlı hızlı gezmeleri, bazen takılıp düşmeleri iyi bir seyirlik, bir “temaşa”ydı benim için.
Yürümeyi çok severdim. Tren yolu boyunca ağır ağır yürür, TMO silolarına yaklaşınca daha fazla gitmez aynı yoldan geri dönerdim.
Bir tarafı iri iri taşlarla kaplı, tozlu bir sahada top peşinde koşan çocuklara hayran hayran bakmak da iyi bir seyirlikti. Bazen taşlara kadar gelen topu alıp ayakla çocuklara gönderir az da olsa mutlu olurdum.”Kereste”denilen bu saha, evden sonra çocukluğumun en kıymetli mekanından biriydi.
Yalnız bir çocuk için kitaplar da bir meşgaledir. Kısa adı GAMPO olan talebeler arasında “tabut” denilen uzun, ince bir okulda tanıdım bana kitabı sevdiren öğretmeni. Sait Faik’i, Tevfik Fikret’i Türkçe hocam sayesinde tanıdım. Fikret’in ”Yiyin yiyin tıksırıncaya kadar yiyin” dizesini okumasına hayran kalmıştım hocamın. Dayağın, şiddetin sıradan bir uygulama olduğu bir sınıfta Sait Faik’in, Ömer Seyfettin’in satırları, Tevfik Fikret’in, Yahya Kemal’in dizeleri ruhuma bir ilaç gibi gelirdi.
Fakirliği de ben GAMPO’da tanıdım. Karda, kışta, fırtınada, ayazda köyünden yaya okumaya gelen köylü çocuklarını tanıdım o tabut içinde. Onlar ütüsüz pantolanları, boyasız, çamur ayakkabıları içinde yine de tatlı tatlı tatlı gülümsüyorlardı. Şimdi nerelerdedirler kimbilir?
Ben apartmanda büyüdüm. Dayım, teyzem ise eski Erzurum evlerinde yani etrafı bahçeli, taş evlerde otururlardı. Eski evler her zaman beni çekerdi. Canım sıkıldıkça teyzemin evine “Cedit Mahallesine” kapağı atardım. Evin damına çıplak ayakla basmak beni ferahlatırdı. Damdaki küçük, tozlu pencereden içeriyi seyretmek de müthiş zevk verirdi bana.
Sinemalar da yalnızlığa birebirdir. ”Doğu Sineması”nda kovboy filmi seyretmek, “dıkşın dıkşın eden” toplu tabanca sesini dinlemek az mı zevktir insana? Hafta sonları yine aynı sinemanın yanında kurulan kitap pazarında bir ayağı sakat “Nusret Abi”den kıyasıya pazarlık sonunda gıcır “Zagor Tenay “ almak insanı mutlu etmez mi?
Gampo, Doğu Sineması, Kereste yok artık. İstasyon hala duruyor ama o da artık eski istasyon değil. O eski kalabalık yok artık. O görkemli bina da bir insan gibi hayata küsmüş, ölümü düşünen bir ihtiyara dönmüş.
Benim gibi yalnız bir çocuk için “temaşa” ve “okumak” hayatın en önemli unsuru olmuştu. Zamanla bu iki eyleme orta yaşımda üçüncü bir eylem daha katıldı. O da “yazmak”. Yazmak zamanla bir tutku oldu bende. Yazı yazılmayan zamanları boş, ölü bir zaman olarak gördüm hayatımda. Klavyedeki tuş sesleri bana kuş cıvıltıları gibi geliyor, beni hayata sıkı sıkıya bağlıyor. “İlham”ın gelmediği günler hayatımın en karamsar, en zevksiz günleri olarak tarihe geçiyor.