Cafe The Sülo's
Running Wild’ın Beggars Night’ı çalmaya başlamadan önce, çölün birinde, susuzluktan ağzı kurumuş halde, uzaklarda görünen su birikintisine koşuyordu, aynı zamanda kendisini kovalayan dev binalara da yakalanmamaya çalışarak. Yaratıkların her adımı, yeni bir deprem etkisi yaratıyor, toza dumana bulanan havanın içinde görüş alanını daraltıyordu. Zaman zaman ona uzanan koca eller onu tam yakalayacakken bir anda havalanıyor, uçmaya başlıyor; havada yarım metre bile ilerleyemese de her seferinde kurtuluyor, koşmaya devam ediyordu. Beggars Night’ı uykulu gözlerle susturdu, “alo” dedi güçlükle. Peşinden; “iyi Süleyman Abi, sen, ne demek abi, seve seve abi, ne zaman istersen abi, yok abi, bu Paz, konuştum ustabaşıyla, yok a, mesaiye kalmıyorum bu Pazar, gelirim abi, nolcak abi, tamam Süleyman abi, görüşürüz abi, sen de abi, tamam, giyinip geliyorum hemen, saat kaç ki abi, he he, üç saat sonra o za, görüşürüz abi,” birbirini izledi.
Soğuk. Bu eski apartmanın zemin katında daha da soğuk. Odasının duvarlarında yankılanan sesler: Kornalar, yürü be kardeşimler, bir kadının kahkahası, çocuk ağlaması… Artık, kırıla döküle sıra dağları andırır hale gelmiş, çeki gitmiş bir parça olsun yatı kalmış nesnenin üzerinde, belindeki ağrıya aldırmadan doğrulup, kendi imalatı sehpanın üzerindeki, kordonu kopuk kol saatine kısık gözlerle baktığında, saat: 8:00di. Kalktı. Tuvalete gitti. Döndü, esneyerek yatağa uzandı; sırtüstü. Tavandaki ayakkabı izini inceledi: 43 numara. “Ayı” diye homurdandı, kodumunun ayısı… Bir anda ayağa kalktı; yatmadan önce evinin tek odasına rastgele fırlattığı giysilerine uzanırken Süleyman Abisine söyleniyordu, “kodumunun şerefsizi!” derken pantolonunu yerden aldı, “Neymiş? Bir günlüğüne şu kafeye baksanaymış” sözü bittiğinde siyah kot pantolonunu yukarı çekiyordu, “hani anlarmışım ya, ince işleri varmış. Bizim işimiz gücümüz yok sanki. Kodumunun abazası!” kırmızı tişörtünü başından geçirmesine denk geldi, “kırk yılda bir pazarımız var. Hıyar işte hıyar!” Köşedeki kapaksız elbise dolabına yöneldi, dolaba yığılmış giysilerin üstünden deri ceketini hırsla aldı ve giyindi. Mutfağa yöneldi. Akşamdan biraz makarna kalmıştı. Aceleyle yedikten sonra dışarı çıkarken, yumruklarını boşluğa sallayıp hala söyleniyordu, “kodumunun abazası! Kodumunun abazası!”
Cadde, sabahın 8:30unda sakindi. Dükkanlarının önünü süpüren çalışanlar, kepenklerini yeni açanlar, bir pazarı bile olmayanlar, havada uçuşan selamün aleyküm aleyküm selamlar günaydınlar, döner kokuları, gevrek simitler, şimdiden köşedeki yerini almış başı öne eğik durmaksızın tef çalan dilenci, aceleciler, vakti bollar, gökteki gri bulutlar, daha bir dolusu, kendilerini yeni güne hazırlıyorlardı. O hızlı adımlarla yürüyordu. Çatık kaşlarından sızan küfürler, birbirlerine kenetlenmiş dişlerine çarpıyor, alevleniyor ve gözlerinden etrafa dağılıp, birkaç metre önünde yürüyen bodur adamın kelinde tekrar birleşiyorlardı. Kel Bodur’un her üç adımda bir yere tükürme ritüelini çalan telefonu bozarken, O, caddedeki marketlerden tek Türkçe isimli olanına girdi. Çikolataların dizili olduğu rafın önünde durdu. Etrafına bakındı; kimse yok. Güvenlik kamerası? Her zamanki gibi, yok. Rafa iyice sokuldu. Ceketinin önünü açtı. Kalbi yerinden çıkacakmışçasına atıyor, çikolatalara uzanan eli titriyordu. Elini geri çekti. Hayır, yapamayacaktı. Yüzünün yandığını hissediyordu. Etrafa tekrar göz gezdirdi. Sakin. Elini tekrar rafa uzattı. Arkadaşım dediği kişiler nasıl yapıyorlardı bu işi öyle? Malları ceplerine, çantalarına nasıl dolduruyorlardı üçer beşer. Ve sakince çıkıp gidebiliyorlardı. Oradan uzaklaşmaya karar verdi. Markette bir şey arıyormuş gibi biraz daha dolanırken gözleri kendisini takip edenleri arıyordu. Tekrar az önce ayrıldığı rafa geldi; iki çikolata aldı. Kasadaki teyzeye ücreti ödeyip, titrek bir sesle iyi günler dileklerinde bulunurken, Beggar’s Night, pantolonunun sol cebinde tekrar başlamıştı. Yüz metre kadar ilerden ara sokaklardan birine sapmak üzere caddede yol alırken, cep telefonunu kulağına götürdü; “günaydın Süleyman Abi” diye başlayan sözleri, sırasıyla, “geliyorum abi, evet abi, tam dokuzda açmış olurum abi, lafı mı olur abi, yok abi, biz ne güne duruyoruz abi, gözün arkada kalmasın abi, tabi ki abi, anlad, anladım abi, aynen, aynen, pek, olu, görüşürüz abi” ile tamamlandı. Telefonu cebine sokmaya çalışırken, yüzünde az önce beliren gülücükler, yerini, sokağa giriş yaptığında sessiz, sakin adımlarla gelip yerleşen öfkeye bırakmıştı. Sokak tenhaydı. Kendisi, birkaç metre ilerisinde yürüyen el ele tutuşmuş anne ve iştahla diğer elindekini yiyen küçük kız dışında kimse yoktu. Yanlarından hızla geçerken, dudaklarından dökülüverdi, “kodumunun şerefsizi! Kodumunun şerefsizi!” Başını korkuyla ona çeviren ağzı burnu çikolataya bulanmış küçük, bir anlık göz temasından sonra annesinin elini daha sıkı tuttu. Bu enstantane O’nun gülümsemesine neden oldu. Bir anda durdu. Ayakkabısının çözülen bağcığını bağlamak için diz çöktüğü sırada yanından geçen iki kişiye başını kaldırıp baktı. Caddedeyken önünde yürüyen Kel Bodur, uzun, sıska, gür saçlı bir adamla yüksek sesli bir sohbete dalmıştı; “yok be koçum, içkili değildim” diyordu Kel Bodur, “anlamadım ki, kamyonla dalmışız işte apartmana.” Tekrar ayağa kalktı. Konuşulanlar ilgisini çekmişti. Adamlara yakın yürüyecekti. “Yahu aga, sen de var ya” diyordu Gür Sıska, her üç adımda bir yere tükürme ritüelini bozmadan devam eden Kel Bodur, adamın sözünün bitmesine izin vermiyordu, “napalım be koçum… günün on sekiz saati… direksiyon sallamak kolay mı?” Gür Sıska’nın keltoş arkadaşının aksine tiz bir sesi vardı, “e bir şey oldu mu bari?” “Apartman sağlam… Kamyon sağlam… alttaki dükkanın… camı kırık, onu… da ödemeden kaçtım.” İkiliye biraz daha yaklaştı. Nefret ederdi adım başı tükürenlerden. Yumruklarını sıktı. Kaşlarını çattı. Gözlerini Kel Bodur’a dikti, yarım metrelik mesafeden kafasındaki saçsız bölgeye tükürdüğünde, arkadaşı, “trafik polisi çağırmadılar mı?” diye soruyordu. Adam önce arkasına baktı, göz göze geldiler, sonra gözlerini gökyüzüne dikti; gri bulutlar; “he çağırdılar… yağmur çiseliyor… hızlanalım, alkollü… gece vakti alkollü… apartman kullanmaktan ceza… kesti memur, apartman sahibine.” Şaşkın arkadaşı başını ona çevirerek, “hadi ya!” diyordu, “ah be koçum… ah be hıyartom, ah be safım… oyalanmadan kaçtım hemen.” O, adama tekrar nişan aldı; tükürdü. Kel Bodur kendisine tükürüldüğü sırada arkasını dönmese bu tükürük suratı yerine tam da kelinin ortasına isabet edecekti. Bir kez daha göz göze geldiler. Kel Bodur’un ilk andaki şaşkınlığı yerini kızgınlığa bıraktı. Elinin tersiyle alnını silerken kıpkırmızı kesilmişti, “noluyo lan piç kurusu?” O, sakinliğini hiç bozmadı, “pardon abi” dedi, “keline nişan almıştım; tutturamadım.” Gür Sıska, karşılarındaki yaklaşık iki metrelik yarmayı görünce korkup kaçmıştı bile. Kel Bodur sıktığı yumruğunu, “dağıtırım ulan senin ağzını burnunu” böğürtüsüyle salladı. Bu ilk ve son denemede bileğinin O tarafından yakalanıp kırılması bir oldu. Karnına yediği ilk tekmeyle de yere serildi. O’nun darbeleri arka arkaya geliyordu, “geber pislik! Geber! Geber!” Artık kımıldayamayacak haldeki adama uzun uzun baktı ve dudaklarından akan tükürüğü keline bıraktı. Hemen peşinden geldiği yöne döndü; küçük kız ve annesi çığlık çığlığa kaçıyorlardı. Bir süre izledi ve mırıldandı, “özür dilerim küçük, seni korkutmak istemezdim.” Ansızın alnına düşen yağmur damlasıyla kendine geldi. Kel Bodur ve Gür Sıska biraz önünde yürüyordu. Başını sola çevirdi, birkaç metre geride, çaprazında küçük kız annesine eğlenceli bir şarkı söylüyordu. Başını tekrar çevirdiğinde iki velet yanından geçerken birlikte taşıdıkları aynaya gözü kaydı; bir buçuk metrenin biraz üstünde, sıska, daha otuzlarına adım atmaya bir yıl varken dökülmeye yüz tutmuş saçlarını bir kez daha gördü. Dudaklarını büktü. Cebinden telefonunu çıkarıp saate baktı, “hay kodumunun…” dedi ve koşmaya başladı.
Kafeye inen yokuşa geldiğinde yavaşladı, saate tekrar baktı, gülümsedi. Giriş kapısının hemen üstüne yerleştirilmiş CAFE THE SÜLO’S yazılı tabelaya gözlerini dikine kadar ağır adımlarla yürüdü. Ardından, Süleyman Abisinin dediği gibi anahtarı almak üzere yandaki hediyelik eşya dükkanına yöneldi. İçeri adımını atar atmaz, kendisine “vay kerhaneci, nerelerdesin ya?” diye seslenen, geniş mekanın bir köşesinde sandalyeye oturmuş çayını yudumlayan, saçı sakalı birbirine karışmış tipe gülümseyerek yaklaştı, “iş güç işte abi…” karşılığı verdi. Adamın cebinden çıkarıp ona uzattığı anahtarı almış kapıdan çıkmak üzereyken, adam ona kahkaha atarak, “sakın kolaların çayların hepsini kendin içme ha, müşteriye de kalsın” diye sesleniyordu. O, dönüp, gülümseyerek, “olur mu öyle şey abi” diyebildi. Hemen hemen yarım dakika sonra anahtarı kilide sokmuş kafenin kapısını açmaya uğraşırken söyleniyordu, “kodumunun hayvanı, kodumunun profesyonel turist kazıklayıcısı… kerhaneciymiş, senin anandır lan kerhaneci, kolalarmış… kola şişeleri girsin götüne… pezevenk…” Yine o olayı hatırladı; yüzünün alev alev yandığını hissetti. Yirmili yaşlarındaki o kızla aylar önce bu kafede tanışmışlardı. Kızın sevgilisinden ayrıldığını ve bunalımda olduğunu, bir anda yalnız otururken yanına gelip derdini anlatmaya başlamasıyla öğrenmişti. Biraz şarap içmişler ve saatlerce dertleşmişlerdi. Kız O’ya, oldukça hoş, muhabbeti tatlı gelmişti. Akşam saatlerinde O’nun evine giderlerken, kızın gözyaşlarını sildiği kağıt mendilin elinden kayıvermesiyle, hediyelik eşyacının, bir anda koyu çevreci kesilerek “al onu yerden” diye bağırması bir olmuştu. Kızın, “ne bağırıyorsun be hayvan” tepkisiyse tokat yemesine neden olmuş, diğer esnafın da olaya karışmasıyla ortalık karışmıştı. Yerde yuvarlanan kıza öylece dona kalmış korkulu gözlerle bakarken, suratına yediği tokat eşliğinde, işittiği “hadi siktir git lan sen de evine!” sözüyle evinin yolunu tutuğunda tek yoldaşı gözlerinden akan yaşlardı. Nefret ediyordu, nefret ediyordu o alandakilerin alayından!
Kafenin koridorunda ilerlerken gözünü yer yer boyası dökülmüş duvarlarda gezdirdi. 10 metre boyunca zemine çizilmiş, etrafları, yarısı silik birkaç kötü espriyle süslenen ufak ufak yön gösterici ok işaretleri, bahçe girişinde son bulmadan 3 metre geride, sağında ve solunda yer alan iki odayı ziyaret ediyordu. Bahçeye adımını atmadan önce, hemen girişte sağda kalan üstünde KASA yazılı masaya bir süre baktı, ve dışarı çıktı, duraksadı. Aynı boyası dökük duvarlar, duvarlara monte edilmiş büyük kolonlar, duvar diplerinde dandik sedirler, neredeyse hurdası çıkmış masalar, sandalyeler, tam ortada yer alan ağaç ve aynı ağacın etrafa dağılmış yaprakları… Başını yukarı kaldırdı; bahçe üstü naylonla kapatılmıştı. Derin bir of çekti, hemen peşinden, “hay kodumunun…” diyerek. Önce çay demleyecek, yaprakları sonra süpürecekti. Cebindeki çikolatalardan birini çıkarıp yemeye başlayarak ağır ağır yürüdü. Mutfağı içine alan bardan geçip tam mutfak kapısını açacakken durdu. Raflara dizili içki şişelerine, asılı bardaklara iştahla baktı. Sabah sabah bir kadeh şarap fena olmazdı hani. Başını hafif yukarı kaldırarak, dudağıyla cık sesi çıkardı. Bar çıkışında sağda yer alan bilgisayarın düğmesine bastı. Önce müzik açacaktı. Arşive göz attı. Ne ararsan vardı: Pink Floyd, Megadeth, Oyun Havaları, Smokie, Karışık Halay, Türküler, Arch Enemy, Burzum ve daha bir sürü seçeneğin olduğu listeden, birbirinden farklı tarzlarda şarkıları art arda duymanız mümkündü. Judas Priest’le başlamaya karar verdi; az sonra Night Crawler, kafedeki yürüyüşüne başladı.
Çayı demlerken biri geldi: Kızıl Saçlı Kız. Birkaç sene önce aşıktı bu kıza. Kendisinden on yaş küçük bu kızın ona sürekli abi demesi sinirlerini bozuyordu. Üstelik bu yetmiyormuş gibi kız bir de ona ablasını ayarlamaya çalışıyor, “bak ablam iyi kızdır” diyordu, “anlaşırsınız da.” O kahroluyordu, içinden, “ne ablası kızım” diyordu, “seni seviyorum ben, seni.” Bir gün bunu yüksek sesle dile getirmeye karar vermiş, kızın karşısına geçmiş, söyleyememiş, lanet etmişti, “hay kodumunun” diye mırıldanmıştı, “hay kodumunun! hay kodumunun!” Kızıl anlamadım dediğinde, ablam diye devam ettiğinde, yutkunmuş, zoraki bir gülümsemeyle, “başka bi sevdiğim var benim” demişti. Kızıl Saçlı Kız, “benimki yok mu?” diye sorunca. Merakla, “seninki kim?” diye karşılık verdi. Kız, “kim olacak Süleyman, biricik sevgilim” dedikten sonra, hemen ekledi, “kendisi henüz bilmiyor ama, yakında kendisini sevgilim ilan etiğimi öğrenecek.” O, başını iki yana salladı, “yok” dedi, “gelmeyecek bugün.” Morali bozulan kızın ağzından “yine mi ya?” sözü döküldü. Cebinden çıkardığı telefonunu kulağına götürdü, bir süre sonra, “açmıyor orospu çocuğu” diye mırıldandı ve O’ya döndü, sakince, “Sülo’ya geldiğinde kendisinin bir orospu çocuğu olduğunu söyler misin lütfen?” dedi. O, hızla uzaklaşan kızın ardından bakarken kollarını iki yana açtı, mırıldandı, “seve seve.”
Çay demlenmiş, aradan iki saatten fazla geçmişti, fakat, ne gelen vardı ne giden. Avlayacak sinek bile yoktu. Sıkıntıdan bir demlik çayı tek başına bitirdi. Bir grup ergen, hesap makinesini eline alıp hesapladıktan sonra, cebinden çıkardığı bir miktar parayı bahçe girişindeki kasaya koyarken geldi. Yirmili yaşlarının başlarında, ergenlik aşamasını bir türlü geçememiş, aynı bölümü tekrar tekrar oynayan üçü kız ikisi erkek beş kişi aralarında tartışıp bahçeye çıkmaya karar verdiklerinde, O, para kasasında bulduğu anahtarı, alttaki çelik kasada deniyordu. Açtı ve bir süre baktı. Tekrar kilitledi. Aklına kafenin eskide kalan şaşaalı dönemi geldi. Yıllar önce bir sürü çalışanı vardı Süleyman’ın, buna rağmen, o kadar yoğun oluyordu ki, siparişler yetiştirilemeyebiliyordu. Aslını astarını hiçbir zaman öğrenemediği, kafenin kimliği hala belirsiz o kişi tarafından basılarak, Süleyman’ın kurşunlanması olayı geçiyordu aklından. O yaz akşamı, Matrix filminden ekranı delmiş de gelmişçesine görüntüsüne ek olarak kucağına aldığı simsiyah bir kediyle bahçeye dalan herif, herhangi bir dilde karşılığı olup olmadığı kestirilemeyen, masalardan birinin üstüne atlayarak, bir süre aynı yüksek ses tonuyla çömelmiş vaziyette devam ettirdiği sözlerini, ayağa kalkarak elindeki kediyi şaşkın, korkulu gözlerle kendisini izleyen müşterilerin arasındaki O’ya fırlatırken birkaç kez tekrarladığı, “iblis” ile bitirmişti. Ardından gözlerini bahçeye girmek üzere olan Süleyman’a dikmiş, cebinden çıkardığı tabancayla hiçbir şey söylemeden, Süleyman’ın sağ bacağına tek atış yapmış, hemen ardından koşarak kafenin duvarına tırmanmış ve gözden kaybolmuştu. Kimisi, herifin karısıyla fan fini fin fon yapıyormuş, diyordu. Kimisi, eski çatlak ortağıymış diyordu, işi gizli satanist bir örgüt hesaplaşmasına bağlayanlar bile vardı. Gerçek şuydu ki; o olaydan sonra kafe yaklaşık iki yıl kapalı kalmış, o süre boyunca Süleyman’ı ne gören ne duyan olmuştu. Herif bir gün aniden çıkagelmişti tekrar. Fakat artık eski müşteri yoğunluğundan eser yoktu. Tek başına bile idare edebiliyordu. Düşüncelerini, ergenlerden birinin, “Süleyman abi” seslenişleri kesti. Hızlı adımlarla bahçeye çıktı, tam ortadaki ağacın altındaki masaya yöneldi. “Buyurun?” dedi ergenlere. Kızlardan biri, “Süleyman yok mu?” diye sordu, O’yu gözleriyle süzerken. O, “yok” dedi, “bir işi var da bugün ben bakıyorum.” Kızın suratı asıldı, “hadi ya…” dedi ya’nın sonundaki a’yı uzatarak. O, gülümseyerek, “ne içerdiniz?” diye sordu. Aldığı, “beş çay” cevabı karşısında biraz afalladı, “çay demlenmek üzere” diyebildi utana sıkıla, “biraz beklerseniz…” Fakat O bilmiyordu. Bir ergen asla bekleyemezdi. Kızların aralarında çay olmayışını ve mekanı çekiştirmesine, “Süleyman olsaydı” deyişlerine erkeklerin de katılışını izlerken gözlerinin önünden, iki erkeği gırtlaklarından sımsıkı tutup diğerleriyle kafa kafaya tokuşturduğu görüntüsü geçti. Ağzındaki gülücüğü bozmadan “peki” deyip, beş sütlü kahve getirmek üzere mutfağa yöneldi. Kahveleri hazırlarken burnundan soluyordu, “Süleyman olsaymış, karaktersizlere bak! Süleyman öpsün hepinizi, ben de Süleyman’ı…” Kahvelerini getirdiğinde, ergenler her yana dağılmış yapraklar hakkında konuşuyorlar, dalga geçiyorlardı. Bir anda beynine balyoz indi; nasıl es geçmişti ortalığı süpürmeyi, “hay kodumunun! hay kodumunun!” Nasıl aklından çıkıvermişti bu birden?
O, o iki tiple, adımını bahçeden koridora temizlik dolabından süpürge ve küreği almak üzere attığında karşılaştı. Sırayla iki odaya da girip çıkan saçları belinde iki keçi sakallı genç, bahçeye yönelirken, biri, çıkarmaya çalıştığı bateri sesleri eşliğinde havayı dövüyor, diğeri zaman zaman yarım ağız vokaliyle ona eşlik ediyordu. O, gülümseyen bir yüzle, “hoş geldiniz” dedi, Soyut Baterist, “Süleyman Abi içerde mi?” diye sorarken, cevabı beklemediler. “Süleyman Abini sikeyim” diye geçirdi içinden malzemeleri almış ortalığı süpürmeye doğru ilerlerken. Yaprakları süpürmeye başladı ki, Tembel Vokalist, oturdukları sedirden, “iki bira alabilir miyiz ya!” diye seslendi, O, “tabi” deyip bara yönelirken içeri giren bir kız ve erkek masalara doğru ilerliyordu. Kızın erkeğe, “beni Müslüm dinlerken yakaladın diyelim, yine de sever miydin?” sorusunu, kendisini erkeğin yerine koyup daha sonra düşünecekti. Dolaptan biraları alırken mutfak kapısının hemen üstündeki saate gözleri kaydı, “mallara bak” diye geçirdi içinden, Soyut İkilisi’ni düşünerek. “hay kodumunun” diye mırıldandı hemen ardından; gece olup mekanı kapatmasına daha çok vardı. Haftalardır tek gün izin kullanamadan fabrikada eşek gibi çalışıyordu. Yorgundu. Bacaklarının zonklaması beyninde yankılanıyordu, “hay kodumunun” olarak. Biraları götürürken, dandik müziklerine devam eden soyutlara bir anda bağırdı, “yeter ulan, kesin şu şebekliği! Onu anlamıyorlardı. Boşuna mıydı seslenişi? Bir kez daha bağırdı. Duymuyorlardı. Öfkeyle diplerine kadar sokuldu. Elindeki bira şişelerini aynı anda ikilinin kafasına sertçe indirdi. Başlarından boşalan kan umurlarında değildi; müziklerine devam ediyorlardı. Etrafına bakındı; kimsenin umurunda değildi. “Geberin!” diye bağırdı, ellerinde kalan şişe kırıklarını yüzlerine gelişigüzel sallarken, “geberin ulan geberin!” İğrenç müzik devam ediyordu. Soyutların, “tamam bırakabilirsin” komutuyla kendine geldi; hafiften başını salladı ve biraları sehpaya bırakırken, “afiyet olsun” diyerek, yeni gelenlere doğru uzaklaştı.
Sabahtan beri ha yağdım yağacağım diyen yağmur nihayet yağmaya karar vermişti. Sevgililerden sipariş alırken, gerili naylona, one more cup of coffee’nin çalmaya başlamasıyla düşen damlacıkların çıkardığı ses, herkesin bir anda başını yukarı çevirmesine neden oldu. O, istenen çayları getirmek üzere masadan ayrılırken, otuzlarında üç kadın, yağmura yakalanmamalarını şansa bağlayarak içeri adımlarını attılar. Gözleri hemen ortadakine takıldı. Kadın çok güzeldi. Soyut İkilisi’nin en uçta oturduğu sedirin diğer ucuna otururlarken, içlerinden birinin, alçak sesle, “Sülo paraya kıyıp bu tipsiz garsonu mu almış?” sözü bile moralini bozmadı. Çünkü ortadaki kadın gerçekten çok güzeldi. Sevgililere çaylarını verip, kadınlara giderken heyecanlıydı; titreyen ellerine engel olamıyordu. Ne içeceklerini sorarken, ortadaki yerini kaptırmamış kadınla göz göze geldiler. Bir anda ışık parladı. Kadının yemyeşil gözlerinde onu çeken bir şey vardı. Bir anda ufalmıştı. Kadının burnundan gözlerindeki kapıya yürüyordu. Bu kolay değildi; sert esen rüzgar ikide bir kaymasına neden oluyordu. Sonunda tokmağı elleriyle sımsıkı kavradı, çevirdi. İçeri girer girmez kapanan kapıya aldırmadı bile. Kendini kadının gözleri kadar yeşil bir tepecikte buldu. Altında bir nehir akıyordu; berrak mı berrak. Nehir kadının saçlarıydı. Hızlıca soyundu; nehre atladı ve yüzmeye başladı; kadının güpgüzel yüzüne, kırmızı dudaklarına doğru. Birinin, “aldın siparişleri, getir hadi!” derken onu dürtmesiyle kendine geldi, “pardon” dedi mahcup suratla, “ne istemiştiniz?” Kadınların istediği üç şekersiz türk kahvesini hazırlamaya giderken alnından boşalan terleri hissediyordu, “hay kodumunun! hay kodumunun!”
O, yirmilerinin ortalarında dört kişinin, bahçe girişine en yakın masaya oturmuş olduklarını, kadınların kahvelerini bırakırken ergenlerin “çay alabilir miyiz” seslenişiyle aynı ana denk gelen “baksana usta” seslenişi sayesinde anlamış oldu. Kumaş pantolonlarını, yakası açık renkli gömlekten görünen kıllarını ve ceket seçimlerini görünce hafiften dudak büktü. Hepsi kısa saçlı ve kirli sakallı tiplerdi. Yağmurda sırılsıklam olmuş olmaları sanki umurlarında değildi. Sandalyelerine yayılmışlar, ellerindeki tespihleri sallıyorlardı. Onlara bakarken, Nehir Saçlı Kadın onu dürtüyordu, yapraklı etrafı göstererek, “yahu, burası çok pis değil mi?” Haklısın aşkım anlamında bir şeyler söylemek istedi. Söyleyemedi. Ergenlere, “hemen geliyor” diyerek, bir köşeye bıraktığı uzun süpürgeyi eline aldı ve dörtlüye doğru giderken süpürgenin uzun sapıyla üstteki naylonu havaya kaldırdı; biriken su anında aşağı doğru harekete geçti. Dörtlüden biri, “bize elli bir getirsene usta” dedi. O, kollarını iki yana açtı, “burada yok öyle şeyler” dedi. Dörtlü söylenmeye başladı, “ne biçim yer, nasıl yok” gibi laflar etmeye başladılar. O, bir an süpürgeyi açılan ağızlardan birine soktu. Birinin ağzından giren sap diğerinin gözünden çıkıp, ikisinin boğazında geçiyor ve süpürge onları delip kapıdan fırlar fırlamaz hepsi patlıyor, etrafa saçılan parçalar kafenin dört bir yanına dağılıyordu. Dörtlü, “okey getir o zaman” derken gülümsemeye çalışıyor, “kahvehane mi burası kardeşim” diyemiyordu. Bir süre tartışmadan sonra aradıklarının Cafe The Sülo’s’da olmadığını anlayan dörtlü, türk kahvesi içmeye karar verdi. O, biri şekersiz, biri az, biri orta, biri şekerli kahveleri hazırlamaya başlarken, dördünün de anasına avradına, yedi cetlerinden başlayıp, besledikleri hayvanlardan içlerindeki hayvanlara, bitkilerine, kullandıkları eşyalara kadar her şeylerine sövüyordu. Koca kafede tek cezve vardı. İlk kahveyi hazırlarken birden ergenlerin çay istediğini hatırladı. Ocağın altını kısarak aceleyle bardakları doldurdu. Servis için elinde tepsiyle dışarı çıktığında barın önünde sırılsıklam orta yaşlı bir adam duruyordu. Adama baktı. Bardan çıkar çıkmaz üstüne yürüdü adam, sinirle, yukarısını işaret etti, “sen mi boşalttın lan o suyu gavat” diye kükredi. O, bir şey demeye fırsat bulamadı. Sıktığı yumruğunu, “be mına koduğum, yağmurdan kaçıp ağaç altına gizleniyoruz, sen…” diyerek O’nun sağ gözüne indirdi adam. Ve hızla, eliyle gözünü tutan O’yu, yere fırlamış tepsiyi, müşterilerin şaşkın bakışlarını ardında bırakarak çekti gitti. Dörtlünün katıla katıla, ergenlerin başlarını masaya gömerek gülmelerini, Soyut İkili’nin ve kadınların ağızlarının kulaklarına değişini, sevgililerin şaşkın bakışlarını, yaşlı başlı bir amcanın “buz koy” seslenişlerini ne duyacak ne görecek haldeydi. Mutfağa fırladı. Taşan kahve ocağı söndürmüş ve kirletmişti. Hemen sildi. Ardından hemen yenisini ocağa koyarken gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Kahve pişerken buzluğu açtı. Buz kabını gözüne bastırdı. Kapı birden açılınca eliyle gözyaşlarını sildi. Kadınlardan ikisi yanına gelip iyi olup olmadığını sorduğunda, kısık sesle “sağ olun, iyiyim” diyebildi, “biz gidiyoruz” diye ekledi kadınlardan biri, açık kapıdan sedirdeki yaşlıyı ve Nehir Saçlı Kadın’ı işaret ederek, “hesabı onlardan alırsın.” Kapı kapanırken peki anlamında başını salladı. Ardından ergenlerden biri geldi, elindeki parayı uzatarak, “çaylar kalsın ya” dedi, biz kalkıyoruz. Peşinden Soyut İkili ve sevgililer…
Elindeki şekersiz kahveyle dörtlünün masasına yürürken gördüğü manzara, dörtlünün parmaklarıyla onu işaret edip gülmelerini bile gölgede bıraktı: Amca ve Nehir Saçlı Kadın sarmaş dolaştı. Sadece sarmaş dolaş değil, Amca nehirde bir balık gibi yüzerken, az önce onun ulaşmak üzere olduğu yere, dudaklarına çoktan ulaşmıştı. Elindeki kahveyi masaya bırakırken, “bu şekersiz” dedi, “diğerleri de hemen geliyor.” Dörtlü hala gülüyordu. İçlerinden biri, ya kanka, herif çok pis indirdi yumruğu” deyince kahkaha dozu bir kat daha arttı. İçlerinden birinin işareti diğerlerini bir anda susturdu. Hepsi onu unutmuş sevişen çifti ağızlarından salyalar akarak izlemeye başlamışlardı. O’yu ateş basıyordu. Elleri titriyordu. Gözü zonkluyordu. Kelimeler gırtlağına kadar geliyor, fakat hiç biri o kilidi kıramıyordu. Bir “hay kodumunun” patlıyordu içinde, sonra, bir “hay kodumunun” daha. Mutfağa döndü. Kapıyı aralık bıraktı. İkinci kahve pişerken, sevişkenleri izlemeye koyuldu. Nehir Saçlı Kadın, Amca’nın kollarında sedire hafiften yatmışken, ikisi de kendinden geçmiş görünüyordu. Az önce yüzdüğü berrak nehir bu muydu? Ya o yemyeşil gözler? Nehre birden lağım bulaşmış, hızla her yanına dağılmıştı. Etrafa saçtığı leş kokusunu tüm benliğinde duydu. Midesi bulandı. Tiksintiyle silkelendi. İkinci kahveyi de götürüp masaya bıraktığını, kendilerini erotik film oynatan bir sinema salonunda unutmuş dörtlü fark etmedi bile. Üçüncü kahve için mutfağa kapıyı çarpıp tekrar girerken, içinde fırtınalar kopuyordu. Kendini kafenin tam ortasında, dev cezveyi kocaman kepçeyle karıştırırken buldu birden. “Siz kahvenizi nasıl alırsınız?” diye soruyordu, bağlı oldukları kalın iplerden sadece gözleri görünen müşteri bozuntularına, “öyle mi” diyordu ardından, “kendi tadınızda olsun ha” diyordu kahkaha atarak, “peki” deyip onları cezveye atıyordu. Karıştırıyordu. Karıştırıyordu. Çığlıklar kahkahalara karışıyordu. Üçüncü kahveyi titrek elleriyle masaya götürürken, başını Amca’nın seslenişine çevirdi; “delikanlı” diye sesleniyordu kart zampara, “bakar mısın?” Kahveyi bırakıp sedire yöneldi. Amca parmağıyla önce üstüne cam yerleştirilmiş sehpayı sonra Lağım Saçlı Kaltak’ı göstererek, “bu kırdı” derken O’nun bakışları oldukça ciddiydi. Kadın sevişmeye mola verir vermez, sehpanın üstüne oturmuş ve cam koca kıçın altında çatlayıvermişti. O bir süre kadına baktı, baktı; kadının mahcup suratına… Sonra ona elini uzattı. Kadın da uzattı elini, “merhaba” dedi. O, kadını birden kendine çekti, kollarıyla sımsıkı sardı. Ve dudaklarına yapıştı. Bu kadın cidden güzeldi. Nehir Saçlı Kadınıydı o O’nun. Amca, zor kalktığı yerinden bastonuyla ona vururken, O, içine dolan suyun taşmak üzere olduğunu hissediyordu. Bir anda itti kadını ve Amca’ya okkalı bir yumruk savurdu. Olay yerine bir anda damlayan dörtlü ve kadın O’ya küfürler, çığlıklar eşliğinde tekme tokat vururlarken, düşerken başını yandaki sehpanın sivri ucuna çarpıp bayılan adam biraz ötesinde yatıyordu. Darbeler inerken, gözleri Amca’yı izliyordu. Amca’nın başından fışkıran kanı… Hayır, kan değildi fışkıran; O’nun sefil çocukluğu fışkırıyordu o baştan, babasının aşağılamaları, okulda öğretmenlerinin, işyerinde ustalarının aşağılamaları, dünyayı boktan hale getiren tüm rezil düşünceler, tüm boktan hayatlar fışkırıyordu o baştan. Darbeler arasında bağırmaya çalışıyor, kanı işaret ediyordu, “ölüyor ölüyor.” İçlerindeki öfkeyi az olsun boşaltan topluluk Amca’ya yönelince, ağır ağır yerinden kalktı. Her yanı sızlıyordu. Dörtlüden biri ambulansı ararken sedire oturmuş kadın hüngür hüngür ağlıyordu. O, kimse hissetmeden ağır ağır bahçeden koridora çıktı. Kafenin kapısını kilitledi. Geri döndü. Bahçe girişindeki masanın ardına geçti ve para kasasındaki anahtarı aldı, alttaki çelik kasanın kilidine soktu, çevirdi. İşte orada duruyordu. Önce cebindeki çikolatayı çıkardı. Baktı, darbeler yüzünden ezilmişti. Kabını söktü ve ısırdı. Sonra onu eline aldı; soğuk silahı. Tekrar bahçede belirdiğinde, ortalık Obituary’nin Ten Thousands Way To Die’yıyla inliyordu. Ve can çekişen gök, kanını naylona boşaltırken, havada ölüm kokusu vardı.
YORUMLAR
Neden İlhami The Dürtük? Nereden geliyor İlhami’nin bu dürtüklüğü? Sayfalarca bunu anlatacak değilim, hatta, buna tek cümle bile ayırmayacağım. Hatta ve hatta… Uydurun bir şeyler. Mevzumuz, bu dandik yerin bahçesinde anadan doğma baygın yatan kadın, iki tuvaletinden birine tepilmiş, çüklerine ve kafalarına birer kurşun sıkılmış dört çıplak ölü ayı yavrusu ve diğer tuvaletteki giyinik ama ölü amca.
Her şey Therion’un from the dionysian days’inin çalmasıyla başladı. Güzelim rüyanın içine ettiği için biraz öfkeliydim “ne var ne istiyorsun?” diye bağırdım telefonu açar açmaz. Şu kafeye bir günlüğüne bakıverseymişim be ganga o da anlarmışım ya manitayla biraz işi varmış. Zaten bildiğim gibiymiş, nereden bileceksem; aylardır uğradığım yok o dandik yere, fazla da müşteri yokmuş. Bendeki de akıl işte.
Sıcak. Bu apartmanın zemin katında bile sıcak. Odamın duvarlarında yankılanan sesler: Kornalar, yürü be kardeşimler, bir kadının kahkahası, çocuk ağlaması…. Artık, kırıla döküle sıra dağları andırır hale gelmiş, çeki gitmiş bir parça olsun yatı kalmış nesnenin üzerinde, belimdeki ağrıya aldırmadan doğrulup, kendi imalatım sehpanın üzerindeki, kordonu kopuk eski kol saatine kısık gözlerle baktığımda, saat: 8:15di. Kalktım. Tuvalete gittim. Döndüm, tekrar yatağa uzandım; tavandaki ayakkabı izini inceledim: 43 numara. “Ayı, mına kodumunun ayısı.” Gördüğüm rüyayı düşündüm: tımarhane, resimler, televizyonda bir canlı yayında bu resimleri yorumlayan acayip tipler, telefonla yayına bağlanan gizemli kişi ve Erman Toroğlu. Erman Toroğlu ne alaka?
Kafeye geldiğimde saat 10:00du. Koca harflerle “İLHAMİRG…”Baktım ve güldüm. İlhami’nin dediği gibi anahtarı yandaki hediyelik eşya satıcısı profesyonel turist kazıklayıcısından aldım. Adam anahtarı verirken gülümsüyordu, hatta, gülümseyerek hal hatır bile sordu. Ben Ona ters ters baktım; “senden nefret ediyorum” der gibi… O yirmili yaşlarındaki kıza toplu halde dalıp, dövdüklerinden beri nefret ediyordum o alandaki orospu çocuklarının alayından. Kızla kafede tanışmıştık. Sevgilisi terk etmiş; bunalımdaydı. Şarap içtik ve dertleştik. Akşam vakti, kafeden çıkarken gözyaşlarını sildiği kağıt mendil elinden kayıvermiş. Profesyonel turist kazıklayıcısı bir anda en koyu çevreci kesiliverdi “al onu yerden!” Kızın “ne bağırıyorsun be!” demesiyle tokat yemesi, benim de Onu kurtarmaya çalışmamla yere yuvarlanmam bir oldu. Diğer satıcılar da bir anda kızın etrafını sarıvermişlerdi. Bunu daha önce başka kişilere de yapmışlardı. Daha sonra da yaptılar.
Kafe bıraktığım gibiydi. Hatta, İlhami devralmadan önceki gibiydi; aynı dökük boyalı duvarlar, duvar diplerinde aynı sedirler, aynı sandalyeler, masalar, bahçesinin tam ortasındaki ağacın yine süpürülmemiş, aynı şekilde etrafa dağılmış yaprakları... İlk işim bahçeye giriş kapısının dibindeki külüstür bilgisayarı açmak oldu, sonra da müzik. Ne arasan vardı: Pink Floyd, Megadeth, Jethro Tull, Sepultura, Oyun Havaları, Smokie, Halay Müziği, Arabesk, Karışık Türkçe Pop, Arch Enemy, Burzum…
Afferin İlhami! Benim ilk ve son şarkım bile hala burada kayıtlı duruyordu: Seviyorum Yine Çaktırmadan Gül Yüzlü Ro*okopumu; saykodelik bir çalışmaydı.
Bahçede yer alan mutfakta çayı demlerken ilk müşteri de geldi: Kızıl Saçlı Kız. Birkaç sene önce aşıktım bu kıza. Benden sadece dört yaş küçük olmasına rağmen, bana “abi” demesi sinir bozucuydu. Bu yetmiyormuş gibi bir de bana ablasını ayarlamaya çalışıyordu. Sevdiğim kız bana ablasını ayarlamaya çalıştı. “Bak, ablam iyi kızdır, anlaşırsınız da.” Ablasını hiç görmedim. Gördüysem de o olduğunu bilmedim. Kızıl Saçlı Kız etrafa bakındı, “görüşürüz abi” dedi, çıktı ve gitti. Sanki bana tekrar “abi” demek için gelmişti. Artık isterse “amca” desin, umurumda değil.
Saat 15:00 olmuştu; ne gelen ne giden… Avlanacak sinek bile yoktu. 15:30’da bir grup ergen geldi; yirmili yaşların başında, ergenlik aşamasını bir türlü geçememiş, aynı bölümü tekrar tekrar oynayan tipler; 2 kız 3 erkek. İki erkeğin sırtlarında gitarları var, diğer erkek sürekli ağzıyla ritim atıp, elleriyle görünmez bateriyi çalıyor. Bahçedeki sedire yayılır yayılmaz gitarlı ergenlerden biri “İlhami abi!” diye seslendi. Yanlarına gittim “İlhami abi yok mu?” “Yok” derken; “ben varım, beğenemedin mi yapraam?” der gibi baktım. 4 bira 1 çay istediler. Soyut bateriste sabah demlediğim hiç dokunulmamış çaydan verdim. İçti, Ona bir bardak daha çay doldurmak için mutfağa giderken kızlardan biri “diyelim beni Müslüm dinlerken yakaladın, yine de sever miydin?” diye soruyordu.
Soyut’a çayını verirken, bahçeye bir kız ve erkek daha girdi, tam ortadaki ağacın altındaki masaya oturdular. İstedikleri sütlü kahveleri masalarına bırakırken otuzlarında üç kadın bahçeye adımını atıyordu. Diğerleri çirkin olsalar da ortadaki fena değildi. Ergenlerin oturduğu sedirin tam ortasına oturdular ve ortadaki kadın çok güzeldi. İçlerinden birinin “İlhami paraya kıyıp bu tipsiz garsonu mu almış” dediğini duydum. Hiç bozuntuya vermedim, çünkü, ortadaki kadın gerçekten çok güzeldi. Sipariş almaya gittiğimde Onla göz göze geldik. Işık parladı. Yeşil gözlerinde beliren kapıyı açtım ve içeri girdim; mükemmel bahar manzarası. Berrak nehir. Nehir ortadaki kadının saçlarıydı. Soyunup suya atladım, gülümseyen yüzüne doğru yüzdüm. Biri beni “hey, duymuyor musun?” diye dürttüğünde Nehir Saçlı Kadın’ın dudaklarına neredeyse ulaşmıştım. İstedikleri şarapları getirdiğimde ellerim titriyordu. Ortadaki kadın neden bu kadar güzeldi?
Ergenlerin biralarını yenilerken, bahçeye giren 4 tip, girişteki masaya oturdu. Ellerindeki tespihleri sallaya sallaya kızları kesen yirmilerin ortalarında 4 ayı yavrusu. Biri “baksana usta” diye seslendi “bize 1 türk kahvesi, bi de 51… Burada oyun oynanmadığını söylediğimde “ne biçim yer” gibi laflar etmeye başladılar, “Okey de mi yok?” diye sordu biri. Kahveleri yine de istediler; biri şekersiz, biri çok şekerli, biri orta şekerli, biri sütlü türk kahvesini, analarına, avratlarına, yedi cetlerine söve söve yaptım. Kahveleri getirdiğimde Nehir Saçlı Kadın’ın yanında yetmişlik bir amca oturuyordu. Oturmakla kalmıyor Onu öpüyordu. Üstelik benim neredeyse ulaşmak üzere olduğum yerinden, dudaklarından.
Bu hayatımda gördüğüm en tipsiz amcaydı ve ortadaki kadın da oldukça çirkindi. Ama diğer iki kadın gerçekten çok güzellerdi.
Saat 16:30. Kafede 4 ayı yavrusu, amca ve lağım saçlı kadın kalmıştı. Ayı yavruları kahvelerin üstüne ikişer bira içmişlerdi. İçlerinden biri bana “usta” diye seslenirken, diğerleri gibi o da sedire uzanıp, üstüne amcayı almış öptüren lağım kadından gözlerini alamıyordu. İğrenç bir görüntüydü, iki tipsiz insanın sevişmesi. Ve ben geriliyordum. Ve zaman geçmek bilmiyordu. İlhami gelmek bilmiyordu. Aylardır dışarı çıkmamıştım, arıyordum bakkalı her şeyimi ayağıma getiriyordu; o kel herifin önce kolunu kırıp, sonra bayıltana kadar dövdüğüm günden beri. Adam, adım başı yere tükürüyordu, arkasından yaklaştım ve keline tükürdüm. Önce havaya baktı, hava kapalıydı, adımlarını hızlandırdı, ben de hızlandırdım ve yaklaşık bir metreden tekrar keline tükürdüm. Yine gökyüzüne baktı. Yine tükürdüğüm sırada yüzünü bana dönmese tükürük burnuna değil, keline isabet edecekti. Şimdi niye buradaydım, niye bu hepsi aynı iblisin tohumlarıyla aynı havayı soluyordum? Usta diye seslenen orta şekerli türk kahvesi istiyordu. Ve ben geriliyordum. Diğerlerinin de isteyip istemediklerini sorduğumda “hayır” demişlerdi. Kahveyi getirdiğimde biri onun kahvesinin nolduğunu sordu ve ona da orta şekerli türk kahvesi yapıp, getirdiğimde diğeri de istedi. Ve ben cidden geriliyordum. Bir kahve daha getirirken amca seslendi. Kahveyi bırakıp yanına gittim. Lağım saçlı kaltak, sedirden kalkar kalkmaz sehpanın üstüne oturmuş, amca önce Onu sonra sehpanın üstündeki kırık camı göstererek “bu kırdı” dedi. Elimi uzattım, kaltak da uzattı, eli elimdeyken “tebrik ederim” dedim ve aniden dudaklarından öptüm. Bu kadın gerçekten güzeldi. Nehir Saçlı Kadın benden kurtulmaya çalışırken amca bana vuruyordu. Kadını bırakıp amcaya okkalı bir yumruk attım; kafasına. Yere düşerken başını sehpanın sivri uçuna çarptı; kafasından ve kulağından kan fışkırıyordu. Ayı yavruları hemen oraya toplandılar. Kadın çığlığı yavru ayı böğürmelerine karışıyordu. Ve amca kımıldamıyordu. İlk yardım çağıracağımı söyleyerek koşarak bilgisayarın olduğu yere geldim. Karışık klasik müzik çalıyordu. Kapattım. Cebimden anahtarları çıkardım ve bilgisayarın altındaki kasayı açtım; o her zaman orada dururdu, acil durumlar için. Soğuk silahı elime aldım, kontrol ettim; doluydu. Kafenin kapısını kilitledim ve perdeleri çektim. Bahçe duvarları Death’le inlerken havada ölüm kokusu vardı.
olricx tarafından 10/10/2017 11:17:22 AM zamanında düzenlenmiştir.
ayrıntıları, tasvirleri ve gitgide artan baskıyı okurken michael douglas'ın sonun başlangıcı filmini izliyor gibi hissettim. figürler abartı gibi görünse de aslında gerçeğin ta kendisi ve nasıl bir tımarhanede yaşadığımızın göstergesi.
özellikle günümüzde trafikte çalınan kornaya, metrobüste yapılan atara, garsona verilen ayara dikkat edilmeli. birilerinin dolmak üzere olan bardağına son damla olmamalı.
ya dolan kendi bardağımızsa?
sanırım o anda bende çalan parça prodigy'den firestarter olacak..