- 846 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Isıtan Bir Ev
Kapıyı açtığında annesinden önce evi “hoş geldin” deseydi ona... Antrenin duvarları, vestiyer, vestiyerin aynası; asılı montlar, paltolar “nasıl geçti günün” diye sorsalardı sanki... Ardından annesi eşlik etseydi onlara, “hoş geldin” diyerek... O zaman yanında arkadaşını da getirebilir miydi bir okul çıkışı? Cesaret edebilir miydi buna?
Çünkü bu gerçekten cesur olmayı gerektiren bir şeydi. Bir çeşit yüzleşme... Çiğ ışıkta bir aynanın karşısına geçmek, gözlerinin ta içine bakmak...
Sınıfta aynı sırada oturduğun, onu bunu çekiştirdiğin, birlikte hayatı ti’ye alıp kahkahalarında un ufak ettiğin o aşina, güleç yüzlü kız birden hiç tanımadığın bir anlamla yüklü gözlerle bakmaya başlardı sana. Evinin antresinde ilk kez birlikte bulunuyordunuz çünkü. Senin sınırlarının içine ilk kez girmiş, evinin o farklı ışığında ilk kez görmüştü yüzündeki en gerçek seni.
Sen onun sana bakışlarında o yüzleşmeyi yaşardın işte! “Ben böyle biriymişim demek ki” derdin. “O sınıfta üzerimdeki forma gibi kahkahalarımla, içi boş sözlerimle, her şeyimle diğerleriyle benzeşip; yalnızlığın buz gibi sularında üşümektense bir bütünde eriyip kaybolmanın ılık denizinde kulaçlar atan o kız değil...”
Ama böylesi bir yüzleşme için de gülümseyen, hoş geldin diyen bir evin olmalıydı işte! Soğuk yüzlü duvarlar, “geldin mi” diyen kırk dökük bir ses; kimsesiz kalmış, kanadı kırık bir kuş misali savunmasız bırakmamalıydı seni başkalarının yanında. Annenin sesi gümbür gümbür gelmeliydi odalardan birinden. Anahtarın sesini duyup “hoş geldin kızım” demeliydi. Gelişini pırıl pırıl parıldatmalıydı sesindeki güneş. Varlığın ve yokluğun arasında koca bir uçurum açmalı, “sen yokken her şey öyle farklı, öyle anlamsızdı ki” demeliydi.
Ama böyle bir yankı bulmuyordu onun eve gelişi maalesef. O yüzden uzun zamandır hiçbir arkadaşını yanında getirmemişti. Ama bu kuralı bozmuştu şimdi. Çünkü kapıdan girdiğinde hemen kapamamıştı bu kez. Arkasında biri daha vardı. Sarı saçlı, utangaç bir kız...
Zaten bu utangaçlığı değil miydi onu evine getirme cesaretini veren? Onun yanında duvarların, paltoların gülümsemesi, annesinin içeriden seslenişi, varlığının evde estirdiği rüzgâr gibi şeyler en küçük bir önem taşımıyordu. O kızın yüzünde öyle bir gölge vardı ki; güneşi, ısınmayı çağrıştıran hiçbir şeye yer bırakmıyordu orada.
Bu yüzden kapıyı açarken ne zamandır ilk kez kuşlar gibi hafifti. Gelişinin bir yansımasını eşyalarda, odalarda aramak bir yana, bulmaktan korkuyordu şimdi. Hiçbir şey ya da kimse orada olmasıyla ilgili bir şeyler fısıldamasın, hatta o yokmuş gibi davransın; bu utangaç, mahzun kızın güneşten kaçan solgun yüzüne sıcacık dokunuşlarda bulunup onu ürkütmesindi.
Yani eksiğini çoğu zaman duyduğu o şeyi istemiyordu şimdi: Geniş bir tebessüm gibi ısıtan bir ev...
İşin garibi O güneşten kaçtıkça gitgide daha ısınıyordu sanki ev. Yoksa zaten hep böyle miydi de o mu ısına ısına o sıcağa alışmış, onu duyumsamaz olmuştu? Yanında bu soluk yüzlü, güneşe küskün kız mı olmalıydı ille de, evinin gülümseyen yüzünü görebilmek için?
“Geldin mi?” diye seslendi annesi, poğaça kokularına karışarak sesi. Algıları daha mı hassaslaşmıştı, nedir... İlk kez annesinin sesinde geniş bir gülümseme fark etti... Ayrıca fark etiği şeyler bununla da sınırlı değildi: Çünkü o gülümsemede her zaman eksiğini duyduğu o şey, o “hoş geldin” vardı... “Şimdiye kadar nasıl da duymadım” diye sordu kendine. O da duymuş muydu acaba? Kendisinin söylendiği halde duyamadığı o kelime, gerçekte olmayan o eksiklik arkadaşının yaşamındaki en derin kuyu muydu açtığı gedikle? Bunu anlamak için bir şey söyleme bahanesiyle yüzüne baktı. “Şey...” dedi. “Hani sen geçenlerde bir kitaptan söz ediyordun.”
O sırada annesi yanlarına geldi. Kızı evden çıkmadan, okul çıkışı arkadaşını da getireceğini söylediğinden, kapının önündeki o ürkek, yabancı kızı hiç yadırgamadı. Yanına gitti, yanaklarından öperek kucakladı, “hoş geldin kızım” dedi. Sanki kızının sınıf arkadaşı değil de evine sığınmış, şefkatine muhtaç biri vardı karşısında. Sadece bu eve değil tüm dünyaya yabancı, hayatla gerçek bir temas kuramayacak kadar hoyrat dokunuşlara maruz kalmış, örselenmiş biri...
Meltem kahvaltıda bir şeyler çıtlatmıştı onun hakkında. “Annesi iki yıl önce vefat etmiş.” demişti. “Babası bir yıl bile geçmeden hemen eve üvey anne getirmiş. Üstelik üvey nitelemesini sonuna dek hak eden biri... Şeyda’ya soluk aldırmıyor. Okuldan döner dönmez işe koşuyormuş hemen. Bir süreliğine annesinin yanına gitmiş neyse ki de kızcağız derin bir nefes aldı. Yoksa bize gelemezdi zaten.”
Aysel Hanım ne diyeceğini bilemez halde kalakalmıştı olduğu yerde. Bu utangaç kızı konuşmaya zorlayarak daha fazla tedirgin etmek istemediğinden “Acıkmışsınızdır, bir şeyler hazırlayayım size.” dedi ve apar topar mutfağa yöneldi. “Meltem, arkadaşını salona buyur etsene...” diye seslendi giderken.
Meltem “Gelsene” dedi, elinden tutarak Şeyda’nın ve anında büyük bir şaşkınlığa uğradı. Çünkü her zaman soğuk olurdu arkadaşının elleri... Oysa şimdi ılık ılıktı, bahar güneşi değmiş gibi... Annesinin onu sıkı sıkı kucaklayışı geldi aklına.
Üşüyen birinin elleri ne çok şey anlatıyordu bazen. Sıcacık elleri olan birinin hissedemez olduğu güneşi tutuyor, “fark etmiyor musun, nasıl da ısındım” diyerek gözüne gözüne sokuyordu insanın. Görünür ediyordu gülümseyen şeyleri.
YORUMLAR
Yazının girişi çok ustaca yapılmış, yazarın nesneleri kişileştirerek gelişmeye girmesi harikuladeydi. Biz buna etkileyici giriş diyoruz, filmlerde de en önemli "en etkileyici” sahneyle giriş yapması her zaman önerilir.
Topu topu 3 karakter, olaylara değil duygulara göre gelişim yapılmış ve/veya her paragraftan anlatılanların görsel halini hissettirmişti yazar...
Duygu selin, yokluğun, yoksunluğun nesnelerle salgıladığı duyumsama içimize dokundu/dokundurmuş haliydi.
“Ama böylesi bir yüzleşme için de gülümseyen, hoş geldin diyen bir evin olmalıydı işte!”
3 Karakterin hikâye içinde yüzleşmeyle yansıması ve küçük bir öykünün zihnimde yaptığı yankı çok etkileyicidi.
Yazarın ilk paragraflarda kendiyle söyleşi biçimdeki dramatiği, okuyucuya dramatize etmesi çok başarılıydı. Giriş-gelişme- sonuç(doruk) klasik kalıbına çok uygun düşmüştü. Öykü-deneme türü olan bu yazıyı çok beğenirken “Üşüyen birinin elleri ne çok şey anlatıyordu bazen” evet çok şey anlatıyordu…
Teşekkürler Mavi…
Sevgilerimle