- 2546 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
BEYBÛN
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BEYBÛN
Oy hawar, oy hawar!
Hawar dedikçe ciğerim sızlar
Yavrumu kuyuya atanlar
Dilerim ki dünya ahrette ataşlar yakar…
Besê Ana, sesini kısan töre evini terk etmiş, günlerdir susuz kuyunun başında baykuşlarla beraber ölüme tünemişti adeta. Onu ölüme ileten zaman, kızının kaybolduğu zamandı. Beybûn’dan sonra ciğerleri sökülüvermiş, dudaklarında ağıtlar donakalmıştı. Güneş batmıştı Besê ana için doğmamak üzere. Gözleri boş dönmüştü yuvasında. Evi, odaları, ahırı, samanlığı birer birer aramış, dama çıkmış avazı çıktığı kadar bağırmıştı. Ama nafile avazları kocasından yediği töre tokadıyla oracıkta kısılmıştı. O günden sonra sessizce kuşları, kelebekleri, kedileri, köpekleri, kızının çok sevdiği papatyaları, ağaçları dalları sorguya çekmiş, bulutlara yalvarmıştı günlerce... Ama nafile boş dönmüştü kuşlar, ağaçlar ve bulutlar. Töre yaraları göz göz açılmıştı yüreğinde. Avazını kısmıştı töre. Sesi yüreğinde düğümlenmiş, soluğu yarı yolda kalmıştı. Ağlamaktan yosun yeşili gözlerinin yeşili gitmiş yerini bulut grisi almıştı. Avurtları çökmüş yüzü teneşirde yıkanan bir ölününkinden farksızlaşmıştı.
Besê ana umudunu yitirmiş, ağıtlarını kör kuyuya yakar olmuştu artık.
-Beybûn, Beybûn’um! İpek saçlım, saçlarını örmeye, gül yüzünü görmeye geldim.
-…
-Ne yaptılar sana? Nerdesin papatyam? Burdasın, biliyorum, bir sesin duyam ana kurban.
-…
- ‘Gitti’ diyorlar ama ben inanmıyorum, Benim Beybûn’um bir yere gitmemiş? Rüyamda gördüm, seni kuyuya attı o zalım baban. Ver onu bana kör kuyu! N’olur ver bana papatyamı!
…………………………………………….
Beybûn*, elindeki çubukla durmadan toprağı kazıyor, bir yandan da söyleniyordu. Yavaşça yanına yaklaşarak kulak kabarttım. ‘Senin gibi olmayacağım. Sizin koyduğunuz törelere aptalca uymayacağım işte! Boyun eğmeyeceğim! Ölsem de töre gelini olmayacağım!’ Beni fark edince, toprakla oynayan elini eteğine silerek, önce bana sonra ileriye daha sonra aşağıya, yeni yeşeren ağaçları, taze ekinleri, koyu yapraklı zeytinleri, yer yer görünüp tekrar kaybolan dereleri ile pırıl pırıl yanan ovaya bakmaya devam etti.
Ben gözlerimi onun yandan görünen yüzüne dikmiştim. İsmiyle özdeşleşen bir papatya kadar güzel yüzüne yakışan dağ minesini andıran mavi gözlerindeki bakışlarda kararlığı görmüş ve tesiri altında kalmıştım. Kafam allak bullak olmuştu. İnsan ruhunun ince ve derin kıvrıntılarını bütün karmakarışıklığı ile anlayan ve şaşılacak bir kolaylıkla anlatan bu bakışların sahibi sanki 17 yaşındaki Beybûn değil de yetişkin biriydi.
-İyi misin Beybûn?
-İyi mi dedin? İyi değilim ama çok kararlıyım.
-Kararına ben saygı duyarım da ama evdekiler…
-Yenge neden geldin? Bırak peşimi lütfen!
-Beybûn, beni dinlemen lazım.
-Hayır yenge, biliyorum ki sen de annemler gibi beni ikna etmeye çalışacaksın.
-Başka bir şansın mı var? Töremiz böyledir. Sen doğuştan amcan oğlu Şeyhmus’la beşik kertmesi olan bir kızsın. Onunla evlenmek zorundasın.
-Amcamın oğlu değil kim olursa olsun asla evlenmem! Aman Allah korusun! O çift kafa Şeyhmus rüyama girse bile rüyamda ödüm kopar. Yaratık gibi bir şey. Bana bakarken gözünün biri şarka diğeri garba bakıyor. Bir metre boyuyla cüceden dönmüş gibi bir şey. Üstelik kekeme, bir Beybûn ağzından çıkıncaya kadar zavallım can çekişiyor.
-Sus kız, günaha girme!
-Ne günahı yenge, asıl bana günah değil mi?
-Onların hayat anlayışlarına karşı koyamamak kahrediyor beni yenge. Ben, bu dünyada kendime göre bir hayatı istiyorum. Sana şaşıyorum. Ağabeyimin ölümünden sonra yıllarca erkeksiz kalmana, saçının bir telini siyah diğerini beyaz olarak örmeni, oyasız tülbentler örtmeni, kaşını almamanı, kırmızı
giymemeni anlayamıyorum doğrusu. Karanlık uykular içinde ölümlü, ölümsüz ürpertiler getiren kadınlığından korkuyorum.
-Sus kız ayıp ayıp konuşma!
-Susmayacağım yenge! Ne ayıbı? Kendimizi aldatmayalım. Aynı odayı paylaşmıyor muyuz seninle? Kendini saklayacağın, duygularını yaşayacağın bir dört duvarın bile olmadı. Neymiş efendim; bizim namusumuz başkasına gelin gidemezmiş. Yok böyle bir şey. Ben hayatı, gereksiz törelerle yitiremem. Biz artık kendi hayatımızın törelerini koymalıyız.
-Aman Beybûn sen neler de bilirmişsin böyle?
-Çıkıp gidemedin şu evden. Kendine bir ev kuramadın. Sekiz yaşındaki kardeşimi beklersin ki kocan olsun ha!
-Beybûn…
-Evet yenge, evet doğru söylüyorum. Batsın bu töre! Biz mi istedik töre çocuğu olmayı?
-Biz istesek de istemezsek de törelerimiz ne derse o olur bu topraklarda Beybûn. Töreye karşı çıkmak ölüm fermanını yazmak gibi bir şey… Kim bu topraklarda sevdiğini söyledi ve onunla evlendi. Bir tanesini söyle de ondan sonra isyan et.
--Doğrudur yenge. Biz töre çocukları; sevdiğimizi söyleyemeyiz belki ama sevildiğimizi de sevdiklerimizi de çok iyi biliriz. Gözlerimiz, dillerimizden daha konuşkandır biz töre çocuklarının. Çünkü konuşmalarımız müebbet yasaktır. Sevmelerimiz yasak, sevişmelerimiz yasak, hayatlarımızı çizmelerimiz yasak… Her şeye büyüklerimiz karar verir. Seveceğimiz kişiyi de, öldüreceğimiz canı da onlar bilir. Hüzünlü bir kaderimiz vardır biz töre çocuklarının. Katilimiz de aslında bir kurbandır. Töre belirler ve o katleder kendisi de kurban olarak. Ama tüm bunlar benim için buraya kadar!
-Korkuyorum senden Beybûn.
-Korkma yenge. Ben kararımı verdim sevdiğimi söyleyeceğim babama. İsterse beni öldürsün. Ben Murad’ı seviyorum. O da bana tutkun. Onunla daha çocukken sevmeye başladık biz birbirimizi. Gözyumaca oynarken, o masum ebeleme anlarında bağlandık biz birbirimize. ‘Sobe! ’derken dokunurduk el ucuyla birbirimize, dokundukça da titrerdi ellerimiz zemheri ayazı yemişcesine... Gözlerimizde bulduğumuz sevgiyi ellerimizde hissettmiştik taaa o günlerde... Adına töre dediğimiz cani, o zamanlar göremedi sevgimizi. Saygı duymadığı aşkımızı, belki o zaman göremediğinden dolayı hiddetinden yoksun sevdik biz birbirimizi çocukça ve safça… Kİrlenmişlikten uzakça…
-Kız sen ne zaman büyüdün böyle? Ne güzel konuşuyorsun sen? Offff of dertlerimiz tazeledin be Beybûn… Benim de sevdiğim vardı ama ben senin kadar cesaretli değildim. Söyleyemedim, sustum, yüreğime buz basarak gerdek gecesi gördüğüm senin ağabeyinle evlendim. O da yetmezmiş gibi ağabeyin ölünce ‘Onca başlık parası saydık, bizim namusumuzdur, bize düşer.’ diyerek sekiz yaşındaki kardeşin için bekletiyorlar beni.
-İşte ben bunu yapmayacağım yenge. Akşama babama söyleyeceğim. Ölürüm de Murad’dan başkasıyla evlenmem. Aynı fırtınaları o da yaşıyor biliyorum. Onun da duygularını benim gibi susturucuya taktığını bilmek beni üzüyor aslında. Ama yeter artık. Bu akşam o da susturucuyu çıkaracak namludan ve sesimizi babalarımıza duyuracağız.
Gün mor dağların ardında çekilirken tarla dönüşleri başlamıştı. Daha kapıdan belirir belirmez fırtına ile birlikte sanki gök gürledi odanın içinde.
-Besê!
-Buyur Ağam.
-Buyur he, buyuracağım hem de en yağlısından.
-Ne oldu ki?
-Ne mi oldu? Sen nasıl anasın ki kızına töremizi öğretememişsin? Beşik kertmesi dururken Beybûn olacak kızın Murad’la sözleşmiş. Ben gösteririm şimdi ona töreleri çiğnemeyi.
-Aman Şero Ağa’m, etme eyleme. Bahtan düşmüşem, girme kızın günahına. Git gel bir kızımızdır. Ver gitsin sevdiğine. Gönlü yok Şehymus’ta.
-Vay seni gidi hınzırın kızı vay! Tamam anlaşıldı. Kızın bu cesareti senden almıştır. Ben size gününüzü gösteririm şimdi.
Şero Ağa, yedi köy sahibiydi. O yörede gaddarlığıyla tanınan biriydi. Astığı astık kestiği kestik. Dünyalar güzeli tek kızı Beybûn’u doğduğu gün kardeşi Miho Ağa’nın doğuştan özürlü tek çocuğu Şeyhmus’a beşik kertmesi yapmışlardı. İkisi de töre çocuğuydu. Törelere uymaktan başka bir şansları olmamasına karşın Beybûn töreyi yok saymaya karalıydı. ‘Ölürüm de Şeyhmus’la evlenmem! Diyor, başka bir şey demiyordu.
Şero Ağa, ana kızı birlikte hayvanlarla beraber ahıra kilitleyerek günlerce işkence yaptı ama Beybûn’u kararından vazgeçiremedi. Şero Ağa’nın uygulamalarından sonra sıra töredeydi. Töre kanunlarına göre Beybûn; ya kararından vazgeçip amcaoğluyla evlenecek ya da ölecekti.
Şero Ağa o sabah yine elinde kırbacıyla ahıra girdi. Zavallı ana kız kanlar içinde birbirlerine sarılmış bir vaziyette yerde hayvan pisliklerinin içinde yatıyorlardı. Kapının açılmasıyla, Besê Ana inleyerek kocasına yalvardı.
-Şero Ağa yeter, hadi ben elkızıyım ama bu senin öz yavrun, kızın. Merhamet et!
-Hayır ana, babamın merhametine gerek yok. Ben karalıyım varsın beni öldürsünler.
Şero Ağa kırbacı bırakmış, kızına doğru yönelmişti. Gözleri farklı parlıyordu. Yüzünde merhamete dair bir çizgi bile yoktu.
-Tamam sizi bağışladım. Beybûn’u da sevdiğine vereceğim. Şimdi hemen sizi buradan çıkaracaklar. Yıkanın, temizlenin birkaç gün sonra Beybûn’u çarşıya götüreyim ona gelinlik falan alayım. Murad’ın babası gile de haber vereyim hazırlıklara başlasınlar.
Bu rüya mıydı? İnanmak istiyorlardı. O sevinçle evin hizmetkarları tarafından ahırdan çıkarıldılar. Yıkanıp temizlendikten sonra yaraları köyün hekimi tarafından ilaçlandı. Beybûn yerinde duramıyordu. Önüne gelen sevinçle sarılıyordu.
Cuma sabahıydı Beybûnların konağında. Şero Ağa yıkandı, tıraş oldu, şehirlik elbiselerini giydi. Beybûn’a da giyinmesini söyledi. Alışveriş için şehre gideceklerdi. Besê Ana’nın tüm ısrarına rağmen Şero Ağa onu götürmedi. Beybûn çok sevdiği kır ata binmişti. Atın üstünde sevinçten kanat taksan uçacak gibiydi. Arap atın üstündeki babasıyla yola koyulurken; Beybûn sanki son kez görecekmiş gibi bir daha döndü anasına baktı ve ‘Besê Anam, çok mutluyum!’ diye seslenmişti…
Akşamın alaca karanlığında Arap atın üstünde Şero Ağa yalnız başına konağın kapısından içeri girdi ve yeri göğü inleten bir sesle gürledi.
-Besê, şerefsiz Besê, oruspu kızın düğünü beklemedi, kaçtı. Marabamız Murad’ın ölüm fermanı da köy meydanına asıldı…
Töre çocuklarına kefen biçilip biçilmemesine yine birileri karar vermiş ve o günden sonra da Beybûn’un ne ölüsüne ne de dirisine kimse rastlamamış, muradsız Murad’ın da köy dışında olan mezarı başında bir Fatiha okuyanı olmamış...
Beybûn: Papatya
Birsen İNAL / Anılardan öykülere
YORUMLAR
Dramatik bir öykü ve hayatlarımızdan gerçek kesitlerdi; tanığım törelere ve törelerin egemen olduğu köylerde doğmuşum. Hani Töre herkese uygulansa idi belki resmiyetin ulaşamadığı bir yerlerde Töre işe yarardı fakat töre uygulayıcıları -ağa-mele- şeyh ve zenginler- Törelerle yaşadığı bölgelerdeki insanları eğip bükerlerdi ve töreleri kullanıp istedikleri yerde güçlerini gösterip köylüleri korkutarak emellerini gerçekleştirirlerdi
Bir yandan töre avcıları bir yandan resmiyetin olmadığı bir bölgede fitneciler vatandaşın karabasanları olurdu. Halk sürekli iki ateş arasındaydı, hayat çemberleri hep dardı ve derdini anlatacak kimseleri de olmazdı. Okuma yazması olmayan halk gidip kime derdini anlatabilirdi?
Teşekkürler hocam
Birsen İNAL
Sevgili Birsen Hanım, biliyorsunuz ki artık özürlü demiyoruz.
Bir yaranın acı öyküsünü okuduk. Keşke olmasa bu hikayeler ama varlar işte. Sevgilerimle.
Birsen İNAL
Maalesef hangi yana dönsek bir benzeri Beybûn görebiliyoruz. Evet keşke de olmasaydı ve biz de yazmasaydık.
Selam ve sevgiler