- 948 Okunma
- 14 Yorum
- 1 Beğeni
ATATÜRK'TEN ANILARLA ''EDEBİYAT NEDİR, ŞAİR KİME DENİR'' SORULARININ CEVABI.
Bu sitede her birimiz şiirleriyle ya da yazılarıyla var olan insanlarız. Yani öyle ya da böyle edebiyatla meşgul oluyoruz. Peki bize sorsalar ’’Edebiyat nedir?’’ Diye, ne cevap veririz?
Şimdi belki de kendinizce nasıl bir cevap vereceğinizi düşüyorsunuzdur.
Bu sitede bir şair ya da yazar değil de farzedelim Galatasaray Lisesi gibi ülkemizin en ünlü ve saygın okullardan birinin edebiyat dersi öğretmeni olsanız ve size bu soru sorulsa? Yani sizden edebiyatın tarifini yapmanız istense ne cevap verirdiniz?
Gelin lafı uzatmadan 1932 senesine gidelim.
3 Şubat 1932 Perşembe gecesi İstanbul - Taksim’de Maksim adlı gazinoda Darülaceze yararına bir balo tertiplenir. Baloya gelenler arasında o tarihte Galatasaray Lisesinde Edebiyat öğretmenliği yapan İsmail Habib Sevük de vardır.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Atatürk de maiyetiyle birlikte baloya gelir. Bir müddet sonra gözü İsmail Habib Sevük’e takılır ve öğrenci olarak bildiği bu gence sorar:
-Sen ne zaman geldin? Okulundan mezun oldun mu?
İsmail Habib Sevük cevap verir:
-Maarif eminliklerinin kaldırılmasından sonra Galatasaray Lisesi Edebiyat Muallimi oldum efendim.
Atatürk sevinmiştir. Merakla devam eder:
-Yaaa, Edebiyat Muallimi ha? O zaman bize edebiyat nedir tarif et bakalım.
Hergün yüzlerce öğrenciyi sorularıyla terleten İsmail Habib Bey, Atatürk karşısında sözlüye kalkmış öğrenci durumuna düştüğünden, bu sefer kendisi terlemeye başlamıştır.Öte taraftan Atatürk, özellikle söz konusu Tarih ve Edebiyat olduğunda oldukça titiz bir insandır. Uzun bir tartışmaya girmektense konuyu tek bir cevapla kapatmak ister.
- Vallahi efendim, ne şark kitaplarında ne de okuduğum garp kitaplarında Edebiyatın, insanı ikna edecek bir tarifine rastlamadım.
Evet, bir Edebiyat Öğretmeni, hem de Galatasaray Lisesi gibi bir okulun Edebiyat öğretmeni Edebiyatın tarifini yapamaz. Onun yerine kıvırmaya çalışır. Ama karşısındaki Atatürk’tür. İsmail Habib’i öyle kolay bırakmayacaktır.
-Nasıl olur efendim? Edebiyatın kendisi olur da tarifi olmaz mı?
Atatürk ne kadar zeki ise İsmail Habib de bir o kadar zekidir. Kendince zeka oyunu yapar Atatürk’e
-Efendim, ben zevkin de ne olduğunu biliyorum ama tarifini yapamam.
Bu cevapla kurtulacağını sanan İsmail Habib Sevük, yeni bir soruyla karşılaşır:
-Peki mektepte ne okutuyorsun?
Bu, cevabı kolay bir sorudur. Hemen cevaplar:
- Son sınıfta muasır ( çağdaş) Edebiyat, bir önceki sınıfta klasik Edebiyat.
Atatürk parlar:
-Nerede klasik, nerede muasır Edebiyat?
İsmail Habib Sevük hâla mantık düellosuna ve laf ebeliğine devam etmektedir.
- Bendeniz bunların varlığını değil, sualiniz üzerine takip ettiğimiz programı arz ediyorum.
Atatürk kızmaya başlamıştır:
-Sen programı vekalete anlat. Bana Edebiyattan bahset. Nedir Edebiyat?
Ok yaydan çıkmıştır artık. İsmail Habib boynunu büker.
-Bilmediğimi arz ettim gazi Hazretleri.
Atatürk, İsmail Habib Sevük’ü bırakmak niyetinde değildir.
-Bilmemek nasıl olur?
İsmail Habib yine laf cambazlığına devam eder.
- Bilmemek şüphesiz iyi bir şey değil, fakat bilmediğini bilmemek çok daha fena. Ben hiç olmazsa bu ikincisinden kurtulmuş oluyorum.
Atatürk fena sıkıştırmaya başlar:
-Peki hem Edebiyat muallimi olmak, hem de edebiyatın ne olduğunu bilmemek...Bunu nasıl izah edersiniz? Bu durumda sizin sıfatınız nedir?
İsmail Habib Sevük açıklamaya çalışır.
- Okuyana talebe, okutana muallim diyorlar. Bana da bu sebeple...
Atatürk, lafını tamamlatmaz ve öfkeyle bağırır:
-Vaaayyy, ben senin ne muallimi olduğunu talebene mi soracağım? Onlar talebedir. Ne derseniz inanırlar. Sen onlara değil bana anlat.
İsmail Habip Sevük iyice bocalar:
- Efendimize mi? Ne haddime. Bizim gücümüz amcak talebemize yeter.
Fakat bu cevap Atatürk’ü tatmin etmez. Tekrar sorar:
-Sen yarın mektebe gidince ne dersi vereceksin?
İsmail Habib Sevük derin bir ooohh çeker.
-Efendim ! Yarın Cuma. Mektep tatil. Herhangi bir ders vermeyeceğim. ( O tarihlerde hafta tatilleri Cuma günüdür )
Atatürk, adeta dalga geçer gibi verilen bu cevaba daha da öfkelenir.
-Ben sana Cumayı, Perşembeyi mi soruyorum?
İsmail Habib kırdığı potu tamir etmek için atılır:
-Madem ki yarın dediniz, her sözünüze doğru cevap vermeyi borç biliriz.
Atatürk, bu ayak oyunlarını yiyecek insan değildi elbette. Yeni bir atak başlatır.
-Hem Edebiyatın ne olduğunu bilmiyorsun hem de ’’Teceddüd Edebiyatı ( Yenilik Edebiyatı ) adlı kalın bir kitap yazıyorsun?
İsmail Habib Sevük laf ebeliğine devam etmekte kararlıdır.
-Teceddüd Edebiyatı adlı o kalın kitap aynı zamanda benim cehlimin de hacmidir.
Atatürk, İsmail Habib Sevük’ün ’’ Benim cehlimin hacmidir’’ dediği kitapla ilgili olarak:
- Ben o kitabı tam altı defa okudum.
Bu aslında hem çok büyük bir iltifat hem de insanı ezim ezim ezen bir tokattır. Atatürk’ün,bahsi geçen kitabı değerli bulması ve onu altı kez okumasından daha büyük onur olabilir miydi? Ama aynı kitap için bizzat yazarı az önce ’’ Cehaletimin hacmidir’’ demişti.
Bu güzel itifat aynı zamanda konuyu değiştirmek için de bir fırsattı İsmail Habib Sevük için.
-Değil mi ki bu sözleri işitiyorum, şu anda hiç bir faniye nasip olmayacak bir saadetin vecdiyle bahtiyarım.
İlle velakin Atatürk onu bırakmak niyetinde değildi.
- Edebiyat neye derler? Bunu ille de söyleyeceksin
İsmail Habib Sevük, taktik değiştirir kendince.
-Biz tarihimizi de bilmiyorduk. Siz irşad buyurdunuz ( yol gösterdiniz ) öğrendik. Edebiyatımızı da irşad buyurunuz öğrenelim.
Ancak bu sözler Atatürk’ü ziyadesiyle kızdırır:
-Her şeyde biz mi irşad edip duracağız? Her şeyde...Her şeyde....
Vakit sabahın dördü olmuştur. İsmail Habib Sevük tartışmaya noktayı koyar:
- Evet. O kadar çok alıştık ki. O kadar çok alıştırdınız ki, her şeyde kendimizi irşadınıza muhtaç biliyoruz.
Buraya kadar yazdıklarımdan Edebiyatın ne olduğunu anladık mı? İşin doğrusu ben buraya kadar olan kısımda edebiyatın bir tanımını görmedim.
Şimdi...
İsmail Habib Sevük bile edebiyatın bir tanımını yapamamışken edebiyat sitelerinde bir kaç yazı, bir kaç şiir yazdığı ve 2500 Tl ye 1000 kitap bastırıp onları da imzalayıp imzalayıp eşe dosta bedava verdiği için isimlerinin önlerine şair, yazar, eleştirmen, editör, organizatör ve sair sıfatları yapıştıran zevatın yaptığı Edebiyat tanımları ne derece kabul görür acaba?
Ancak, buraya kadar yazdıklarımda ayrıntılarda olan şeytan kulağıma şunları da fısıldıyor:
’’ Atatürk, ’’ Hayatta en hakiki mürşit ( yol gösterici ) ilimdir’’ demiştir. Hiç bir zaman ’’ Hayatta en hakiki mürşit benim’’ Dememiştir’’ Ama ne yazık ki İsmail Habib Sevük’ün işaret ettiği nokta da maalesef doğrudur. Bizler hep bir mürşit beklemişiz, bir mürşidin ağzının içine bakmışız. O düşünecek, o karar verecek, bize ne yapmamız gerektiğini o söylecek, biz sadece ve sadece o ne derse onu yapacağız. Biz düşünmeyeceğiz, biz üretmeyeceğiz, biz muhakeme etmeyeceğiz, bizim kendimize ait fikirlerimiz olmasına gerek yok (!) Nasılsa bir yol göstericimiz var. Bakın Bizzat Atatürk’ün kendisi bile ’’ Her şeyde biz mi irşad edeceğiz’’ Diyerek tepki vermiş bu duruma.
Neyse...Gelelim edebiyatın tanımına:
Atatürk, Edebiyatı şöyle tanımlıyor:
’’ Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve manayı, yani insan dimağında yer alan her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı...’’
Edebiyatın kısaca tanımı budur.
Peki şair kime denir?
Atatürk’ün sofraları bilindiği gibi pek çok kez sanatın her dalının konuşulduğu, tartışıldığı veya icra edildiği bir platformdur. İşte yine bu sofralardan birinde Atatürk sorar:
’’ Şair kime derler?’’
Çeşitli cevaplar verilir bu soruya. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Gönlünden kopan duyguları, uyumlu bir dille anlatabilen kimse...”
“Uyanıkken, düzgün sayıklamasını bilen adam...”
“Düz yazıya musîki katabilen dil sihirbazı...”
Atatürk, bu cevaplardan hiç birini beğenmez ve şiirle hiç alakası olmayan birine sorar aynı soruyu:
-Şair kime derler?
Verilen cevap oldukça basit ve yalındır. Bu sebeple de gülüşmelere yol açar.
-Şiir yazana şair denir efendim.
Herkes bu cevaba gülereken Atatürk ’’ Aferin ’’ Der ve devam eder.
- En güzel tanım seninki ama bir yanlışın var. Şiir, yazılmaz, söylenir.
Demek ki neymiş efendim?
ŞİİR yazana değil, ŞİİR söyleyene şair denirmiş. Şiir de yazılmaz, söylenirmiş.
Ben söylemiyorum. Atatürk söylüyor. İtirazı olan ona yapsın.
Antiparantez söyleyeyim: Mesela Yahya Kemal Beyatlı hiç bir zaman ’’ Şiir yazdım’’ Diye bir ifade kullanmazmış . Hep ’’ Şiir söyledim’’ dermiş.
Ayrıca gözleri görmeyen Aşık Veysel için de ’’ Çok güzel şiirler yazmış’’ denmez herhalde değil mi?
Yani ’’ Şiir yazdım’’ Derken de düşünmemiz gerekiyor bundan sonra.
Evet, ŞİİR SÖYLENE ŞAİR DENİR.
ŞİİR kelimesinin altını çizerek...
YORUMLAR
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Değerli hocam;
tarih de biliyor ya ATATÜRK asla kendi beyni ile düşünemeyen bir toplum var etmek istemedi. O düşünebilen,üretebilen,hayata katılan ve de katkı sağlayan bir halk istedi. Onu anlayabilmek için hala onu okumaya devam ediyorum. Zaman içinde onun yolundan ve bıraktığını mirastan uzaklaştıkça gelinen durum ortadadır.
O köylerde enstitüler olmalı diyerek farkını bir kez daha ortaya koymuştur. Sadece yönetmek istese idi halk zaten içi boş kavun gibi tam kıvamındaydı.
Düşünemeyen ve okumayan bir toplumu yönetmek her zaman çok kolaydır. Günümüzde ise zaten bunun şahidiyiz.
ATATÜRK'ü sayfanıza taşıdığınız için teşekkür ederim.
Sevgilerimle...
https://www.youtube.com/watch?v=FrPXWyXI0To
sami biberoğulları
Atatürk hiç bir zaman kendi beyni ile düşünemeyen bir toplum var etmek istemedi. Zaten ben de yazımda bunu dile getirmişim dikkat edersen. O da rahatsız ve '' Her şeyde biz mi irşad edip duracağız? Her şeyde...Her şeyde...'' Diyor...
Selam ve sevgilerimle.
Sami Öğretmenim;
Hem yazınız hem de bırakılan yorumlar oldukça doyurucuydu. Ata'mızın bu anısını tesadüf edip okumamıştım hiç. Çok güzelmiş, eğitici ve öğretici diğerleri gibi. Hala hatıralarıyla bile olsa bizlere bir şeyler öğretiyor ne şanslı bir Milletiz varlığından dolayı. Ve sizin gibi değerli büyüklerimizin de aramızda bulunması başka bir şans bizler için. Teşekkürler, tebrikler ve saygılar ...
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Şiir söylenir ama yazmadan nasıl söylenir.
Şiiri ozanlar söyler aşık Veysel gibi.
Burada, yani Çubuk'ta ismini şimdi unuttum
her şeye doğaçlama olarak şiir söylerdi.
Bir de komşumuz Nezihe: ev kadını.
Aklına estiğinde bahis olan konuda şiir söylerdi.
Hayranlıkla dinlerdim.
Bizler şair değiliz. Duygu ve düşüncelerini biraz süsleyerek anlatan yazıcılarız.
Yazı bilgilendiriciydi.
tebrikler gönülden,
selâm ve saygılarımla..
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle
İlginç bir tartışma olmuş Gazi ile İsmail Habib Sevük arasında. Günümüz edebiyat sitelerinde bir bilgi ve yazı kirliliği olduğu aşikar, gün gibi ortada. Alt alta beş on kelimeyi sıralayan hemen bir havalara giriyor. Yapmamak lazım, gerçek sanatçılar zaten hiç bir zaman kendilerini övmez, kendilerini aşırı derecede övenlere de asla itibar etmez. Sanatçı olmanın birinci kuralı alçakgönüllü olmaktır, şimdilerde çok kimselerde göremediğimiz... Sonda ki şiir ve şair tanımları da kayda değer. Kutluyorum Sami Hocamı içtenlikle...
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Ahmet Zeytinci Hocam demistiki bir yorumunda "biz toplumun cimentosuyuz" ne kadar doğru ve anlamlı bir söz, şair bir sanatçı, sanatkar. Toplumun bütün sorunlarını ele alan, kadın, erkek, şiddet, savaş, barış, cinsellik, politika ve bir sürü konunun esen ruzgarlarin siddetine fazlaca kapilmadan, bunlara renk veren,ruh verip canlandıran ve maya çalan, toplumu yeniden dogurtandir şair... Sami hocam yine güzel bilgi ve değerli yorumlarla ayrılıyorum sayfanizdan.Saygilarimla
sami biberoğulları
Selam ve saygılar benden.
ŞİİR SÖYLENE ŞAİR DENİR.
Yüksek sesle düşünüyorum: Şiir dinletisi deniyor galiba, şiir okuntusu değil (Bu arada okuntu'yu ciddi amaçlı kullanmamıştım ama öyle bir kelime - farklı anlamda da olsa- varmış) Saygılarımla.
sami biberoğulları
Evet, şiir dinletisi deniyor.
Okuntu ise yanlış bilimiyorsam bazı yörelerimizde düğün öncesinde davet edilecek kişilere ( komşu ve akrabalara ) havlu, ya da yazma gibi şeylerle hediye olarak gönderilir ve '' Falan gün düğünümüz var'' denir. İşte bu düğün daveti olarak verilen çok minik hediyelere okuntu veya oku denir.
Şiir yazılır mı söylenir mi konusuna gelince?
Bence önce düşüncede şekillenir. O halde söylenir. Ama kalıcı olması ve unutulmaması açısından kağıda dökülmesi lazımdır. Yani yazılır. O halde şiir hem söylenir, hem yazılır.
Selam ve sevgilerimle.
Şiir dalga gibidir, kıyıya ulaşan köpükleri öykü ve romana dönüşür, aşk duygu ise anlamı vuslattır, şiirde duyguyu ayakta tutan içeriğidir, şiiri anlaşılmaz imgelerle boğmak tusanami dalgasında sörf yapmaya benzer, şiirde farklı anlam çıkarılması ışığın prizmadaki renklerine ayrışması gibidir, esenlikler dileklerimle...
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Değerli hocam, İsmail Habib Sevük edebiyatçılığını göstermiş, bence...
Peki, şiir söylenir mi, yoksa yazılır mı?...
Bence yazılır...
Tabii, burada bir görecelilik var; kastedilen şey şiirin kamuya (okura) malolduğu şekli ise, şairin 'ifade gücünden' bahsediyoruzdur ve sonuç itibari ile söz konusu olan bir 'sesleniş'tir...
Yok, Şiirin kamuya malolduğu zamana kadar olan bir süreçten bahsediyorsak, söz konusu olan durum 'yazmak'tır...
Dolayısıyla, şiirlerini saz eşliğinde, doğaçlamadan sunan aşıkların etkinliği doğrudan söylemedir...
O zaman da 'en kanlı zanaat' tanımlamasının bu tanımlamada (söyleme) bir yeri yoktur...
İşte, o yüzden de, aşıkların "Rüyamda bade içtim, bir güzele aşık oldum" klişeleri komik gelmiyor mu?...:)))
Şair, şaman ya da transa geçmiş meczup değil ki!...
Y. Kemal Beyatlı'nın kendisi de "siyah mı, yoksa serin mi" diye tereddüte düşmüş bir şiirinde...
'Şiirde işçilik' diye bir şey de var yani...
Hani, şunu da ihmal etmeyelim; gerçek şiirler karşısında bizimkisi, Yunus Emre'nin dediği misal, "Var biraz da sen oyalan"...
Selam ve saygılarımla.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Bir tek şunu söyleyeyim, şair genel itibari ile yaşadığını, yaşanacak olanı dimağında olgunlaştırıp (söyleyen) kişidir.Selam ve saygılar.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle