- 804 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
522 - ARMUDUN İYİSİ
Onur BİLGE
“Armudun İyisi,
Kendi ruhsal dünyamı aydınlatamadığım halde müdavimlerimin dertlerine çözüm bularak sıkıntılarını gidermeye çalışıyorum. Beni sana bağlayan zincirleri kıramadığım halde seni prangadan kurtarmaya çalışıyorum. "Kelin merhemi olsa kafasına sürer!" demezler mi adama? Kendimi guru falan sanıyor olmalıyım.
Şimdi sen onun ne demek olduğunu da bilmezsin de merak edersin. Her ne kadar bu mektupları okumayacak olduğunu bilsem de ancak her yazdığımı dikkatle okuduğunu varsayarak tatmin olabiliyorum. Aksi halde neden emek dökeyim ki kâğıtlara! Seni yanımda hissediyor, karşılıklı konuşuyor, dertleşiyormuşuz gibi sana bu şekilde, iç sesimle hitap ederek mutlu oluyorum. Nerde kalmıştık? Neyden bahsediyordum ben?
Aklıma sen geldiğinde, ne yaptığımı ne ettiğimi, nereye gittiğimi bilemiyorum. İyi ki yukarıya bakıp okuma ve hatırlama imkânı var! Düşünüyor olsaydım da sen girseydin araya, mümkün değildi nerde kaldığımı hatırlamam. Kafam karman çorman olurdu.
Guru diyordum. İndian yani Hindistan yapımı veya İngilizlerle ortak yapım bazı filmler vardır. Onlarda geçer ya hani... Bizde ve hemen hemen bütün dillerde aynen kullanılan Hindu dilinde dini lider anlamına gelen bir kelime… Onların tarikat şeyhlerine verilen isim… Ruhani öğretmen… Mürşit… Yani irşat eden, yol gösteren… Kendi sahasında ihtisaslaşmış, çok üstün yeteneklere sahip, görmüş geçirmiş, bilgili ve tecrübeli kimse…
Guru, atıkları ve kalıntıları içine alarak çürütüp öğütüp yok eden toprak gibi sıkıntılarını gidermek için herkesin derdini dinler, adeta emer. Onları kendi içine depolayıp halletmeye çalışarak ilerleme kaydeder.
Yanıma gelen herkes toprak gibi kullandı beni. İçindeki derdini kederini döktü ve rahatladı. Bazıları da tespihböceği gibi yumulmuşlardı. Sımsıkı kapatmışlardı dudaklarını. Boğulacaklardı tasalarından adeta. Onların da sır perdelerini ben araladım. İçlerini ben deşeledim. Yüreklerindeki zehri kussunlar da kurtulsunlar istedim. Kimse için başka bir şey yapmak elimden gelmezdi ki! İnsanlara ancak bu şekilde bir yardımım dokunabilirdi.
Yoksul ve cahil bir adamım ben. Ne köy olur benden, ne de kasaba… Aslında ne guruyum, ne kuru nede yaş… Ayyaş bir adamım ben. Serserinin teki… Bendeki, deli deli sevmek… Başka bir şey değil. Frenleri tutmaz bir gönül var bende… Yarış arabası gibi gidiyor hem de…
Aslında senin yapacağın dikkatli olmaktı, her karşılaşmamızda hatırlattım, oldun. Fark etmeye çalışmaktı bir şeyleri, fark ettin. Fakat para öyle lanet bir örtüdür ki setreder bütün hataları. Öyle kalın bir perdedir ki kapatır bütün gözleri. En açıkgöz geçinenleri bile adeta kör eder. “Aşkın gözü kördür!” derler bir de… Seninki aşk değildi. Yani karşı cinse duyulan türünden… Para aşkıydı! Hiç uzağa gitme! İşte ne olduysa, ondan oldu! Şimdi ayıkla pirincin taşını!
“Ayıkla pirincin taşını!” demiştim de laf arasında. Kaptan onun anlamını bilip bilmediğimi sordu. Bilmeden kullanacak değildim ya! Biliyordum elbette. Hemen açıklamaya koyuldum:
“Meselenin birini halletmeden, onun hakkından nasıl gelineceği düşünülürken hiç beklenmedik, daha karmaşık, daha zor başka bir problemle karşılaşmak, ellerini bele koyarak: “Haydi çık bakalım işin içinden şimdi!” demek gibi bir şey…” dedim.
“Peki, hikâyesini biliyor musun? Nerden gelmiş bu değim dilimize?” diye sordu. Nerden bileyim! Cahil adamın biriyim ben. Dedim ya! Ona da öyle dedim.
“Ne alakası var canım cahillikle bunun! Herkes her şeyi bilecek diye bir şey mi var! Bilemeyebilirsin. Ne var bunda? Ben de çok okumadım ama çok yer gördüm. “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” diye bir tartışma konusu vardır. Yenişebilmişler midir, yenişememişler midir, bilemem ama her yerde herkesten bir şeyler işitiyor, öğreniyor insan. Mesela kitaplarda bir yer ne kadar anlatılabilir ki? Oraya gidip görmek, halkıyla tanışmak konuşmak başka, o başka! Gideceksin, göreceksin, az çok yaşayacaksın oralarda. Her yerin farklı özellikleri vardır. Hem de her konuda…”
Sonra başladı anlatmaya… “Şurada şu yetişir, burada bu eserler vardır. Şu millet şu dili konuşur ama kuzeyiyle güneyi arasında çok büyük farklılıklar vardır. Mesela İtalya, İngiltere…” diye… Bizim de öyle… Doğulu başka konuşur, batılı başka… Neyse… “Gelelim sözün başına, pirincin taşına, abi!” dedim. Nihayet toparladı. Şöyle anlattı:
“Epey eskiymiş bu tabirin hikâyesi. Yavuz Yemen’i aldıktan sonra Yemen’de çıkan isyan, çetin mücadelelerden sonra Yemen Fatihi Sinan Paşa tarafından bastırılmış. Dört yüz yıl hâkimiyetimizde kalmış.
Rivayet edilir ki, Yemen Fatihi askerleriyle birlikte bir çölde konaklamış. Yere bir çadır sermişler, hasır torbalarda getirdikleri Mısır pirinçlerinin taşlarını ayıklamaya başlamışlar. Oldukça taşlı bir pirinçmiş. Hiç de severek yapılacak bir iş değilmiş. Haliyle şikâyete başlamışlar.
Tam o esnada bir kum fırtınası başlamış. Yerden kaldırdığı kumları pirinçlerin üstüne indirmiş! O kadar ki pirinçler görünmez olmuş.
Askerler olaya şaşkın şaşkın bakarken içlerinden biri şaka yollu şöyle demiş:
”Allah’ın bize bahşettiği nimetin çok taşlı olduğunu söyleyerek burun kıvırıyorduk. Bizim gibi nimeti küfranlara az bile bu ceza! Haydi bakalım şimdi ayıklayın pirincin taşını!” demiş. “Allah, Kabe’yi yıkmaya gelen fillerin sahiplerinin başlarına, kahhar sıfatıyla taş yağdırmıştı. Ebrehe’nin ordusunu Ebabil kuşlarının gagalarında getirttiği taşlarla yenilgiye uğratmıştı. En öndeki en büyük fil olan Mamut geri dönmüş, ordu birbirine girmiş, ezilerek hezimete uğramıştı. Bizim başımıza kum yağdırdı. Taş yağdırmadan nimeti beğenmeme günahına hemen tövbe edelim!”
Yemen denince benim de aklıma, senin ona gidişinle alakalandırdığım bir söz geliyor. “Nasipse gelir Hint’ten Yemen’dan, nasip değilse ne gelir elden!” Bir söz daha var ki kısa ve öz!
“Armudun iyisini ayı yermiş!”
Nasipsiz”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 522