- 587 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
520 - DÜNYA
Onur BİLGE
"Dünya’m,
Görünüşte çalakalem yazıyorum ama bir yazdıran olduğunu gayet iyi biliyorum. Sanki yazan ben değilim. Benden ötede biri var. Kalemi tutan bir el… Adeta yazılar kendilerini yazıyorlar. Kalem yolunu biliyor. Öyle bir duygu seli kopup geliyor ki bir yerlerden, sürükleyip götürüyor kalemimi de beni de... Aradan zaman geçip, yazdıklarıma baktığımda ilave etmem gereken bir şeyler olduğuna karar vermiş olsam bile o duygu selini kaçırdığım için o zamanki ruh halini yakalayıp, aynı coşkuyu hissedemiyorum ve eski halleriyle kalıyorlar.
Yazılanları demlendirmeye bırakmak gibi bir şeye gerek yok bende. Çünkü aralanması imkânsız bir bütün olarak gelmiş, olaylar, duygular, düşünceler, ve öylece yazılmış bitmiş. “İki paragrafın arasına şunu da sıkıştırıvereyim!” diye eklenti yapamıyorum. Yapsam, yamalık gibi duracak. “Şu kısmı çıkarmalıyım!” diye düşündüğümde, yazı oradan kesiliyor, bir parçasının eksik olduğu o kadar belli oluyor ki önceki haliyle bırakmak, budamaktan vazgeçmek zorunda kalıyorum. Ancak hata avcılığı yapabiliyorum. Yanlış yazılan sözcükleri ve yanlış anlaşılabilecek tarzdaki cümleleri düzeltiyorum, o kadar!
Mum dibine kör mü yanıyor yoksa göz kendisini görmüyor da ondan mı bilmem. Belki de hatalarımla yanlışlıklarımla yerimde saymaktayım. Çünkü kendi kusurlarımı göremiyorum. Görsem zaten yapmam, yaptıysam hemen tashih ederim.
Her neyse işte! Yazıyorum sana olanı biteni, hissettiklerimi, düşündüklerimi, hâsılı içimden gelenleri, olduğu gibi… Herkesin bir dünyası var. Benim dünyam da bu! İyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle… Sana kendi dünyamı yazıyorum. Başka dünya bilmiyorum ki!
Kim ne yazarsa, kendisini yazar. Çünkü en iyi kendisini tanır. Demek ki ben kendimi böyle tanımışım. Yani sana hayran, âşık, hem de sırılsıklamından…
Düşünce ve hayal âlemi… Gözle görülen kâinat var kabul edilirken belki de gerçek âlem, beş duyunun dışında algılanabilen âlemdir ki orada çok kişi yok. Sen, ben ve Allah… O kadar! Gerisi ne lazım bana!
Sen kâinat kadar gereklisin bana ve ben ne yapayım kâinatı sensiz! Görünen bilinen en güzel olarak kabul edilen ne varsa onların en güzel tarafları alınmış, bir araya getirilmiş, sen meydana gelmişsin. Seni hayal ettiğimde, evrende seyredilmeye değer hiçbir varlık kalmıyor. Senden bahsederken bunu böyle söylediğimde Kaptan bana nefsime hâkim olmamı tavsiye ediyor ve:
“Gözünü dünyaya kör etmelisin! Dünya, süslü bir kokanadır. Karşıdan bakıldığında çoklarını tuzağına düşürmüş ve çok canlar yakmıştır. Yanına varıldığında, boya küpüne düşmüş bir kocakarı olduğu görülür ve anlatılmaz bir pişmanlık duyulur ama bataklığa saplanılmıştır artık ve kurtulmak mucizedir!” diyor.
Onun kullandığı dili yeni yeni çözmeye başladım. Nefis nedir, benlik nedir, madde nedir, mânâ ne? Nereden bilebilirdim ki bunları ben! O bana vermiş olduğu kitabı bir kere okudum o sokakta bulduğum şeşi beş gösteren gözlükle, hiçbir şey anlayamadım desem, yalan olmaz! Sonra kızdım kendime, yanıma gelen çocuklardan bir lügat istedim. Yabancı kelimeleri oradan bula bula okudum ama yine de bazılarının anlamları onda olmadığı için bazı cümlelerin mânâlarına tam anlamıyla vâkıf olamadım. Onların altlarını kurşun kalemle çizdim ve Kaptan’a sordum. O söyledi, ben yazdım üstlerine. Tekrar okudum ve bu defa epey bir şeyler öğrenebildim.
Aslında Kaptan’ın sözlerini de anlayamıyordum ve anlamış gibi yaparak cehaletimi gizlemeye çalışıyordum ama baktım bu böyle olmayacak, utanmayı sıkılmayı bir tarafa bıraktım ve anlayamadığım ifadelerin ne anlama geldiğini anında sormaya başladım. Böylelikle birbirimizi anlayabilir duruma geldik. Geldik gelmesine ama benim dünyam başkaydı, onun dünyası bambaşka…
Benim dünyam sensin! Başka dünya yok! Düşüncelerimin odak noktasındasın. Onunsa dünyası din ve dinle alakalı mevzular… Onun için farklı dillerle konuşuyoruz. Buna rağmen birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Çünkü biz, ne olursa olsun, nasıl olursak olalım, birbirimize değer veriyoruz.
Kaptan tasavvufta epeyce yol almış ama yine de yerinde saymaya devam ediyormuş gibi konuşarak kendisine söylüyormuş gibi boyuna bana laf anlatıyor:
“Ben de düştüm bu acuzenin tuzağına! Bu yaşa başa geldim hâlâ yakamı kurtaramadım, birader! Keşke hiç bilmeseydim dünyadaki süsleri, renkleri, ışığı... Keşke duymasaydım sesleri. Nefsime güzel kokular yüklenmeseydi. Dilim bilmez olsaydı, binlerce tadı, tatmin edilemeyecek kadar çok ihtiyacım olmasaydı. Madde, beş duyunun çekiştirip durması... Ya bendeki beş duyuyu ya da nefsi tam anlamıyla yok edebilseydim! Yok edebilseydim; ateş, lav, zehirli gaz dolu patlamaya hazır bu sinsi bombayı, benliğimle birlikte!”
“Neden abi? Ne yaptı ki dünya sana? Neden onu düşman biliyorsun? Neden yok etmeye çalışıyorsun ki? Dünya, içindeki güzelliklerle cennetin küçük bir örneği değil mi? Allah ondaki nimetlerden istifade etmemizi yasaklamış mı ki men ediyorsun kendine? Seni anlayamıyorum doğrusu. Hani hiç ölmeyecekmişiz gibi dünyaya, hemen ölecekmişiz gibi ahrete çalışacaktık? O zaman hiç çalışmayalım dünya için! Bir mağaraya kapanalım, çekelim dünyadan elimizi eteğimizi, gece gündüz ibadet ederek ölümü bekleyelim! Kim verecek ekmeğimizi suyumuzu?”
“Çalışmayalım demiyorum ki! Çalışacağız tabi de yetecek kadar... Mal yığmaya kalmayacağız. Sık sıkıya bağlanmayacağız bu yosmaya. Çok fazla değer vermeyeceğiz. Kul köle olmayacağız ona! Dünyanın içi gibi tasvir edilen, aslında cehennem olan jelâtinli dış yüzünden, yani onun iç yüzünden bahsediyorum ben! Kat be kat yüksekliklerle anlatılan cennet de ruhun yükselişiyle doğru orantılı olsa gerek.
Dünya, sırat değil de nedir? Dünyayı geçmek, sıratı geçmektir! Nefsi yenerek dünyayı geçebilen, sıratı geçmiş sayılır. Ayağı kayan, dünyanın içine, yani cehenneme düşmüş oluyor ki bir daha çıkması adeta muhal!” diyor. Sonra da benim için her defasında aynı duayı ediyor:
“Allah’ım! Bu güzel gönüllü, kocaman yürekli arkadaşımın kalbini aşkınla doldur! Öyle ki mecazi aşklara yer kalmaz olsun! Hiçbir kuluna avuç açmak, sevgi dilenmek mecburiyetinde kalmasın! Senden başkasına muhtaç olmasın! İlahi aşkla, İlahi huzura gark olsun! İki cihanda da sonsuz mutlu olsun!.. Âmin!..” diyor.
Ben de diyorum ki: “Allah’ım! Bana Dünya’mı ver! Cennet Senin ve bütün bu isteyenlerin olsun!”
Dünyalık"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 520