- 737 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-DARBELER İHTİLALLER VE SOSYOKÜLTÜREL YAPILANMA-
1970’ler ve 80’lerin başları televizyon tarihimizde tek kanal döneminin hüküm sürdüğü yıllardır. Şüphesiz, izleyiciye seçenek sunmayan bir dönemdir. Televizyonla kitle arasındaki bu otoriter ilişki ağı belki de dönemin büyüsünü belirleyen unsurlardan biridir. Gerçekten de ekranda karşılaştığımız programı neredeyse sorgusuz sualsiz izlemeye dayalı bir beğenme-beğenilme sürecini getirir. Bir yönüyle de, bu durum o yıllar itibariyle onar yıllık periyotlar halinde yaşadığımız askeri darbe süreçleriyle bütünleşen bir formata sahiptir. Gece haberlerini takiben Anıtkabir’den verilen nöbet değişimi ve bu esnada bir kıt’a askerin rap rap yürüyüşü ile birlikte ekrana gelen televizyonun kapanış görüntüleri aklımızdadır. Açıkçası tek kanal dönemi ile yakın tarihimizde yer alan otoriter dönemler birbirini tamamlayan unsurlar olarak da görünebilir.
Peki, askeri darbe dönemleri televizyonda birçok defa izlediğimiz filmlere nasıl yansır? Sözgelimi merhum Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı “Bekçiler Kralı “ adlı filmi bilmeyenimiz yoktur. Mahallede asayişi sağlaması yanında haksızlıklara tek başına dur diyen, devleti ve adaleti temsil eden bir konuma sahiptir. Yine ünlü edebiyat adamımız Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan "Murtaza"’yı da hatırlarız. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım felsefesinin trajikomik biçimde işlendiği filmde de Müjdat Gezen’in canlandırdığı mahalle bekçisinin ağzından hiç düşürmediği bir replik vardır. ”Gördüm kurs, aldım çok sıkı terbiye” ya da bazı durumlarda karşısındakine eleştiri getirirken söylediği biçimde “Görseydin kurs, alsaydın amirlerinden sıkı disiplin yapmazdın böyle yav”. Bu perspektifin filmin final bölümünde bekçimizi düşürdüğü durum hazindir değil mi? Bir bakıma bu tip Yeşilçam klasiklerinde katı disiplin ve hiyerarşik anlayışın ironik bir dille yerildiğini söyleyebiliriz.
Hani derim ki, darbe ve ihtilal dönemlerini bu gözle ele almak ve okumakta faydalı olacaktır.
Sözgelimi, yakın tarihimizin köşe başı olaylarından biri de 12 Eylül askeri ihtilalidir. Bir yönüyle darbeler ve ihtilaller tarihimizde en çok eleştiri alan bir dönemdir. Önemli ölçüde 27 Mayıs ve 12 Mart döneminin aksine sağ ve sol her iki kesiminde acıları karşımıza çıkacaktır. Ancak ilginçtir her siyasi kesim neredeyse yalnızca kendi çektiği acılardan söz eder. Kanaatimce, bu durum darbeler tarihimizi bir bütün olarak sorgulama noktasındaki sıkıntılarımızın göstergesidir. Ancak bugün baktığımızda 12 Eylül genel olarak tepki almakta ve eleştirilmektedir. Tabi, define haritasının kayıp yarısı misali sorgulanacak hususların her defasında bir bölümü önümüze konur.
Örneğin, ihtilalin Atatürkçülük adı altında Atatürk’ün partisini kapattığı eleştirisi ne kadar gerçekçidir acaba? Bilakis 12 Eylül tüm partileri kapatmadı mı? Demokrasiye aykırı olan gerçekte bu durum değil miydi? 27 Mayıs ihtilali, sonrasında getirdiği siyasi ve sosyal ortam itibariyle halkın reyiyle iktidara gelmiş bir siyasi zümreyi her şeye rağmen bir adada tecrit ederek yargılarken Cumhuriyet Halk Partisi ve merhum İsmet Paşayı bir şekilde iktidara taşımadı mı? Bu da yakın tarihimizin sancılarından biri değil midir?
Yeri gelmişken sormak isterim: Sakın Demokrat parti de Atatürk’ün partisi olmasın? İlk bakışta bu nasıl bir mantık böyle ya da düpedüz saçmalık denebilir. Oysa düpedüz gerçeğin ta kendisi olarak görürüm. Bakın nasıl? Öncelikle Demokrat parti kurucularının Halk partisi geleneğinden geldiklerini unutmamak gerekir. Açıktır ki, tek parti döneminin siyasi kadrolarının bir bölümü çok partili döneme geçişin motorunu oluşturur. Diğer yandan Demokrat partinin hangi tarihi şartlarda ve nasıl kurulduğunu sormalıyız. Demokrat partinin kurulması 2’inci Dünya savaşı sonrası batıyla stratejik gerekçeler dâhilinde bütünleştiğimiz bir dönemin siyasi gelişmesidir. Hiç şüphesiz CHP ve İsmet Paşa tarafından da onay görür. Zaten dönemin ülkemiz şartlarında başka türlüsü zordur. Eski Cumhurbaşkanlarımızdan rahmetli Celal Bayar’ın İsmet Paşa ile bir görüşme yapıp dürüst bir seçim yapılırsa devri sabık yaratılmayacağı yani halk tabiriyle eski defterlerin karıştırılmayacağı yönünde söz vermesi tam da bu noktada manidar değil midir? Dolayısıyla Milli Şef kavramı o dönem de başlı başına bir olgudur. Elbette dünya konjonktüründen bağımsız olarak da ele alınmamalıdır.
Öyleyse 12 Eylül’ün Atatürk’ün Partisini kapattığı yönündeki yaklaşım ve beyanlar spekülasyondan öteye gidebilir mi? Bu mantığın yerine şu soruyu sorup cevap aramak gerekmez mi? Niçin 1950 sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi tek başına iktidar olamaz, neden toplumun ekseriyeti orta sağ oluşumlarda karar kılacaktır? Bu hususları gerginlikten uzak biçimde sorup, değerlendirmek fayda sağlamaz mı? Ve halk ne anlar vari cevaplardan kaçınarak.
Ünlü tarihi roman yazarımız Şevket Süreyya Aydemir’in tam da bu hususla ilişkili önemli bir tespiti vardır. CHP’nin unvanında her ne kadar halk kelimesi geçse de aslında bir devlet partisi olduğunu ve politikasında halkın çıkarlarından çok devletin çıkarlarını ön plana aldığını belirtmektedir. Gazeteci yazar Taha Akyol’da bir yazısında şu pasajı açmaktadır. “Ünlü yazar Şevket Süreyya Aydemir, bir sohbette Mükerrem Sarol’a DP’nin ekonomik atılımlarından övgüyle bahseder, bunu duyan rahmetli Menderes çok memnun olur, Aydemir’i yemeğe davet eder, çıkacak gazetenin başyazarlığını önerir, öneriyi kabul eden Şevket Süreyya, Menderes’e diyor ki: Tansiyonu düşürün. Asker sivil aydınlarla, bürokrasiyle, basınla gerilimi bu düzeylere çıkarmayın! Ilımlı olun... Sonradan Mükerrem Sarol 1960’larda yazacağı hatıralarına şu notu düşecektir. Meğer Şevket Süreyya Bey bize ne kadar önemli bir uyarıda bulunmuş.”
Yakın tarihimizde böylesi bir vizyon ve perspektif hakim olabilseydi birçok meselemizi çok daha sağlıklı şekilde çözmek mümkün olmaz mıydı acep? Ne dersiniz?
L.T.
YORUMLAR
Değerli Hocam.
Bekçi Murtaza'yı Müjdat Gezen'den önce Müşfik Kenter canlandırmıştı. Tespitini yaptıktan sonra ara duraklarda durmadan direkt 12 Eylüle geliyorum.
12 Eylül aslında sağda da solda hayal kırıklığı yaratırken tek hayal kırıklığına uğramayan İslami kesim dediğimiz kesim oldu.
Sağın Ülkücü kesimi hayal kırıklığına uğradı çünkü devlet-i ebed müddet için komünistlerle can pahasına bir mücadeleye girip devleti kurtarmaya çalışmışlardı oysa devleti koruma ve kollama adına darbe yapanlar ülkücüleri de asıyorlardı. Darbeciler onlara ''Aferin Bozkurtlar'' dememişti. O bakımdan 12 Eylül hayal kırıklığıydı ülkücüler için. Daha sonra bazılarının Ülkücü mafya diye arz-ı endam etmesinin altında bu hayal kırıklığı gelir.
Devrimci ve diğer sol kesim için de hayal kırıklığıydı. Zira onlar da 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi darbe sonrası ordunun onlara iktidarın yollarını açmasını bekliyorlardı ama tam tersi oldu.
İslamcı kesim için hayal kırıklığı olmadı. Zira ülkede onca kan dökülmesine göz yuman ordu Konya Mitingine göz yummayacaktı ve yummadı da.
Ama yine gariptir ki ihtilalin tetiğini çeken Konya Mitingi olduğu halde ihtilal sonrasında en az eza cefaya uğrayan yine bu kesim oldu. Onlar ülkücüler ya da devrimciler kadar eziyet çekmediler.
Ve aslına bakacak olursanız ihtilal Atatürk'ün iki partisini birden kapattı: Birincisi Atatürk resimlerini Türk parasından kaldıran ama bizzat Atatürk tarafından kurulan Atatürk'ün partisi CHP, ikincisi Atatürk tarafından kurulmayan ama Atatürk resimlerini tekrar Türk parasına koyan , Atatürk'ün Anıtkabrini tamamlayan, döneminde ülkenin en ücra yerlerinde bile Atatürk heykelleri yaptırtan Demokrat partinin devamı Adalet partisi...
Selam ve sevgilerimle.
levent taner
12 Eylülü mükemmel özetleyen yaklaşımınızda cabası
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum efendim
Saygı ve selamlarımla...