- 400 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
515 - ABONE
Onur BİLGE
“Canımın İçi,
Artık her fırsatta Kaptan’la buluşuyoruz. İşten başımı kaldırır kaldırmaz, dizlerim de tutuyorsa, doğru Kaleiçi’ne, onun evine gidiyorum. Dışarıdan içeriye çeken bir cazibe var evde. Her evin bir kokusu vardır mutlaka bütün içerde olanların bileşimi… O evde de var ama mistik bir koku… Rutubet, deniz, tahta, naftalin, kitap, gülsuyu ya da gülyağı, buhur, çay veya kahve kokusu gibi kokuların karışımı… İnsanı bir anda alıp göklere yolluyor!
Ona misafir olarak gelen kimse bir türlü kalkıp gitmek istemiyor. Başta da ben… Saate bakmaya başlaması veya vaktin epey geç olduğundan dem vurmasıyla kendime geliyor, kalkmam gerektiğinin farkına varıyor, müsaade isteyip, yola koyuluyorum. Ona da bu durumdan bahsediyorum:
“Ne varsa bu evde… Zaman nasıl geçiyor, anlayamıyorum! Birde bakmışım, gitme vakti gelmiş! Şuracıkta yatıp uyumak istiyorum, inan! O kadar huzur veriyor ki bana! Hele senin sohbetin… Ninni gibi geliyor. Mayışıyorum.”
“İnsan, sevdiğinin yanında ve kendini güvende hissettiği yerde uyumak ister. Demek ki sevgi sahiden karşılıklıymış. Sevdiğimiz kadar seviliyormuşuz. Çok memnun oldum!”
Bazen de şakaya vurdurup, açık açık söylüyor, artık gitme zamanının geldiğini. Fakat o kadar hoş bir tarzı var ki insanın hiç gücüne gitmiyor, kibarca kovulmak!
“Karardı köz, tükendi söz” diyor, gülümseyerek. Anlıyoruz ki misafirlik süresini aşmışız. Ben de ondan öğrendim, başıma üşüşen ve sakız gibi yapışan gençlere diyorum.
“Nerden çıkmış bu söz, Sırdaş?” diye soruyorlar. İşittiğim gibi izah ediyorum:
“Adamın birisi de komşusunu çok sever, ona sık sık misafir olur, orada geç vakitlere kadar otururmuş. O zamanlar her evde soba falan nerde? Mangal bulabilene, yakıp da ısınabilene ne mutlu! O da her zaman değil… Ya aile bireyleri bir araya gelecek, ya misafir gelecek ya da kar kapıyı alacak da öyle yakılacak. Yakılması da ayrı bir emek ve itina isteyen tehlikeli bir iş… Nohut oda, bakla sofa… Kömür iyice yanmamışsa içerdekileri zehirleyebilir. Kış günü… Kapı pencere kapalı… Bir de o daracık yerlerde o kadar kişinin nefesi…
Gelsin çaylar, gitsin kahveler… Bir sohbet bir sohbet… Közler geçer, mangal söner, o hâlâ otururmuş. Sıcak yeri buldu ya… Yine öyle bir kış gecesi, aynı durumda, ev sahibinin uykusu gelmiş. Esnemiş de esnemiş, adam ya anlamamış ya da anlamak işine gelmemiş. Saatten vakitten bahsedermiş, beriki tınmamış. Kurulduğu köşede kırlent gibi oturuyormuş. Sonunda ev sahibi işi şakaya getirip:
“Karardı köz tükendi söz… Kalkın gidin siz yatacağız biz!” demiş.
Bağdaş kurup tortop olarak kendisini ve yerini ısıttığı köşede topan gibi duran adam artık daha fazla pişkinlik edememiş, kalkıp evine gitmiş.” diye dipli bucaklı anlatıyorum ama kime söylüyorsun! “Kıssadan hisse…” derlerdi eskiler, lakin yeniler laftan sözden anlayacak cinsten değil ki! Allem ediyorlar, kalem ediyorlar, hiç yoktan konu açıyorlar, soru soruyorlar, daha fazla kalabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar! Kabahat bende! Çok yüz veriyorum onlara ben. Fakat işin gerçeği, Allah onlarsız bırakmasın beni! Onlar olmasaydı bu kadar sıkıntıya daha fazla dayanamaz ya intihar ederdim ya da akıl hastanesini boylardım!
Beni eşim, evlatlarım bile terk ettiler ama onlar terk etmiyorlar. Birisi tütün getiriyor, birisi yiyecek içecek… Bakıyorlar evde ne eksikse, bir şekilde getirip koyuyorlar. Kimi:
“Yeni çıkmış fırından! Yağla peynir de aldım. Haydi Sırdaş, bir çay yapalım da beraber yiyelim! Kurt gibi acıktım Vallaha!” diyor yeminle. Kimi annesinin ateşten yeni indirdiği yemekten bir tasa katmış, getirip:
“Annem gönderdi. Bana katlanıyormuşsun ya… Onun karşılığı…” falan diye tel dolaba sokuyor. Böyle işte! Onlar bana müdavim, ben Kaptan’a aboneyim. Bir de sana, canımın içi! Hem de birkaç aylık, birkaç yıllık falan da değil, ömürlük…
Kaptan bazen bu kalıplaşmış sözün arkasından yine klişeleşmiş bir söz söylüyor, tebessüm ederek ve kapıyı göstererek:
“Saçak altı kurudur, misafirin yoludur.” Anlamını soruyorum, anlatmaya başlıyor:
“Bir zamanlar böyle bizim gibi yaşlı bir adamcağız varmış. Herkes sözünden sohbetinden haz alır, yanında saatlerce kalırmış. Usulca hatırlatsa bile bahaneler bulurlar, hiç istiflerini bozmazlar, ihtiyarı yordukça yorarlarmış. Açık açık: “Haydi bakalım artık evlerinize! Yeter bugünlük bu kadar! Yarın devam ederiz.” falan da dese, kalkıp gitmemek için mazeretler bulurlar, otururlar da otururlarmış.
“Bardaktan boşanırcasına, şakır şakır yağmur yağıyor. Hava açsın da…” Ya da:
“Her yer göle dönmüş! Ördek yüzdür! Nasıl çıkarız dışarıya! Hele toprak suyu çeksin de…” gibi şeyler söylerlermiş.
Zamanla ev sahibi şaka yollu bu sözü bulmuş ki o da onların bahanelerine karşılık olmuş. “Ben bahane dinlemem! Yağmur da olsa yaş da, artık kalkın gidin! Islanmak istemiyorsanız, şeker gibi erimekten korkuyorsanız, saçakların altından yürüyün. Ne yaparsanız yapın, bana ne? Benden bu kadar!” demeye getirirmiş.”
Ne sorarsam sorayım, hiç üşenmeden her şeyi en ince teferruatına kadar anlatıyor. Ben de sana yazmaya üşenmiyor, bundan acayip zevk alıyorum. Çünkü bir tanem, yazarken yanımdaymışsın da konuşuyormuşuz gibi hissediyorum. Şu tatsız tuzsuz dünyamda bu mektup müsveddeleriyle mutlu oluyorum.
Bu gecelik de bu kadar! Haydi bana müsaade… Yandı köz, bitti söz… Saçak altı kurudur, Necmettin’in yoludur.
Bu saatlerde sen mışıl mışıl uyuyorsundur, Canımın İçi. Sana pembe rüyalar, bana rakılar, biralar… Benim hayatım daha yeni başlıyor… Yani hüznüm… Efkârım…
Hüsnü sana vermiş Allah, hüznü de bana…Haydi Eyvallah!
Abone”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 515
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.