- 641 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUKU
Akşam başka bir yerde doğmak için çoktan gitmiş; ay ise hâlen karanlığı
beklemekteydi. Şehir ışıkları sokakları, caddeleri aydınlatmakta zorlanıyordu. Çoğu sokak lambası kırılmış, tüm sokaklar aydınlanmamıştı. Arkadaşımla buluşmak için yan sokakları tercih edecektim, oralar ise daha karanlıktı. Artık arkadaşa geç kalmak mı yoksa karanlığın bu çetin siyahlığı mı… Girdiğim ilk ara sokakta daha beş metre gitmemiştim ki ayağımın yün gibi bir şeye bastığını hissettim ve ‘hav’ sesiyle gerçeği anladım. Küçük kara kuru köpeğin acısını duyumsadım. Karanlığın içine bulanmış bu küçük yaratık, korkuttu beni. Geri çekildim. Reflekslerim, bir korunma aleti ihtiyacına doğru beni itti. Yeni kesilmiş ağaç dallarını karanlığın içinde zor da olsa fark ettim. Elime ilk gelen çalıyı aldım. Köpek benden ürküyordu, ben köpekten. Sonra orta bir yol bulduk. Aramızda belli bir mesafeyi koruyarak öylece baktık birbirimize. Karanlığa öyle bir karışmıştı ki çenesinin altındaki kırlaşmış kıllar olmasa farkına bile varmayacaktım. Bu duygularla yanından uzaklaştım. Elimde küçük çalı, yanındaki yöresindeki budakları kırarak karanlığa ses katıyordum. Günyüz Caddesine geldiğimde günyüzü gördüm. Yollar bir ışık, bir neşeli insanlar aşağı yukarı yürüyordu. Ben tepeden aşağıya doğru giderken karşımda iki kadın, bir erkek bana doğru gelmekteydi. Dal gibi bir kızın iri yarı başının bir çöl gibi kurak olan birisinin arkasına doğru geçtiğini fark ettim. Sanki bir şeyden ürkmüş gibi davranması beni bana getirdi. Arkama baktığımda benim uzlaşmaz minik köpeğin arkamdan salınarak geldiğini gördüm. Büyük bir ihtimalle kız o küçük köpekten korkmuş, babasının arkasına saklanıyordu. Durduğumda köpek de durdu. Belli ki arkamdan gelirken belli bir mesafeyi koruyordu. Grup üyeleri yanımdan geçerken "İyi akşamlar," dedim. Hâlen duruyordum. Genç kadın "Tanıyor musun baba?" dedi.
Adam "Yoo, tanımıyorum. Neden sordun ki?" dediğinde kız “Hiç, sanki tanıdık bir yüz gibi geldi. Selam da verince bir yerden gözüm ısırdı,” dedi sesi azalarak. Merak ettim bu sohbet nereye kadar gidecek diye. Ben de arkalarından gideyim istedim ama dönüş yok. Beni bekleyen bir arkadaşım var. Gelen karşılanır, bekleyen bekletilmez. Ben yürüyorum, arkamdan minik köpek takip ediyor yine belli mesafeyi koruyarak.
Yolun karşısına geçecektim ki büyük lambanın altında bir çift köpeğin
kulaklarını dikmiş, bana doğru baktığını fark ettim. Elimde küçük bir çalı, ondan aldığım
güçle ilerledim arkamda minik köpeğimle. Minik köpek, benden aldığı güçle onlara doğru havlayarak gitti. "Dur, siyah kaplan!" sözü çıktı ağzımdan. Yol arkadaşımda iki köpeğe karşı bir başkaldırı... Köpekler, boyunun en az dört katı büyüklüğündeydi. Birisi sadece bakıyor diğer köpek ise ses çıkarıp çıkarmama noktasında tereddüt ediyordu. "Oğlum, bak git!" diyordu ama bizimki hareketli şekilde saldırı hazırlığındaydı. Baktım olacak gibi değil, elime savunma amaçlı aldığım o küçük ağaç dalını saldırı amaçlı olarak diğer köpeğe fırlattım. Sanki suçlu o da, benimki iş!.. Köpekler arasında tercihimi zayıf olandan -belki de o küçük yürüyüşteki yol arkadaşlığının vermiş olduğu duygudaşlıktan dolayı- bu yönde kullandım. Harıltılarla kaba güç ve gürültülerden güç bela kurtulduk, düştük yola. Bu kez bir traktörün arkasındaki küçük bir römorkte süt varillerinin içinde varil ebatlarındaki bir kadın, şoföre "Biraz yavaş, herif! Sütleri döküyorsun!" dedi.
Gece kuşları son şarkılarını söylüyordu yandaki kavak ağaçlarının ucunda. Ay kendini gösterdi. Caddeler daha bir ışıktı şimdi. Köyle şehir arasında kalmış bir yerleşim bölgesinde her şey ortalamaydı. Kuşlar bile avazı çıktığı kadar bağırmıyorlardı. Aslan parçası hâlen yanımda mesafesini koruyarak yürüyordu benimle. ‘Git’ de diyemiyordum, ‘Kal’ da. İki arada bir derede kaldım. Artık neredeyse arkadaşımla buluşmak üzereydim.
Bir motor vız diye geçti. Sürenin başında kaskı yoktu. Aslan parçası, motorun arkasından bir müddet koştu. “Tamam, artık onunla gider.” düşünceleri içindeydim ki geri dönmüş, kaldırıma bir insan gibi çıkmış, bana doğru gelmekteydi. Biraz daha hızlı adımlarla arayı açmak istedim. Kocaman kapısı olan bir bahçeye girdim. Ahmet ayakta, havuzun kenarında bir ileri bir geri dolaşarak telefonla konuşuyordu. Beni gördü, gülümsedi. Kısa bir süre sonra telefonu kapatıp bana doğru geldi. Kocaman bir sarılıştan sonra "Geç kaldın koca adam!" dedi. Ben de “Acelen mi vardı! İşte sıradan bir akşam görüşmesi... Oturalım da yol maceramı anlatırım sana.” dedim. Havuzun kenarında bir masaya oturmak için gözlerimizle arandık. Aaa, ne görsem! Bizim aslan parçası, yakın bir mesafeye kadar gelmişti. Benim onun tarafına baktığımı görünce "Kime bakıyorsun koca adam?" dedi. Ve o da baktı. Çok şaşkındı. Oturduğu sandalyeden birdenbire kalktı. Ve bir adım atmasıyla bizim aslan parçası birkaç adım geri attı. Ahmet’ten korktuğu her hâlinden belliydi. O ki kocaman kocaman köpeklerden korkmamış, buraya kadar gelmişti. Şimdi ne olmuştu ki? Ahmet "Kuku, hadi oğlum, gel" dedi. Bu kez şaşıran bendim. Yahu, adı bile var: "Kuku". Ama Kuku kulaklarını dikmiş, kaçmak ve gelmek arasında bir yerde duruyordu. Ahmet birkaç adım daha attı Kukuya doğru. O da birkaç adım geri gitti. Bütün bu olup bitenleri izliyordum. “Ahmet, sen bir otur şuraya. Kukuyu bir de ben çağırayım ya da ona doğru gideyim,” dedim. Cesaretsizlik içinde "Evet buyur, sen dene bakalım." dedi.
Dizlerimi yere koydum. Bir elimle de ona, “Buraya gel,” derken işaret yapıyordum. Kuku başını sağa sola sallıyordu. Neydi bu, anlamaya çalışıyordum. Birden ürkütmek de istemedim ama ayağa kalktım, yanına kadar gittim. Kukuya en yakın mesafeye geldim. Gözlerine baktım. Bu kez bacaklarımın arasına bir kedi gibi dolaştı. Tanıdık bir köpekti, o yüzden bu kadar yaklaşmasına izin verdim. “Hadi, gelsene Kuku!" dedim. Hiç oralı olmadı. Bıraktım, Ahmet’in oturduğu masaya geldim.
“Gözüm anlatsana bu nedir?” dedim. O da bana "Asıl anlatması gereken sensin, bu samimiyet nereden?" dedi.
Durumu anlattım. “Dostluğumuz küçük bir acıyla başladı. Ve bir yol arkadaşlığı
buraya kadar geldi. Ya seninki?”
Ah koca adam, ah! Kuku, uzun süredir benim evimdeydi. Baktık, büyüttük ve
beserdik. Bundan bir hafta evvel akşam gezisi sırasında parkta serbest bıraktım. Yine aynı boyda farklı türde bir ‘foniye’ yaklaşmak istedi. Foninin sahipleri bu işten rahatsız oldu. Kötü şeyler ifade ettiler. Canım sıkıldı. O kızgınlıkla ben de sert bir ifadede bulundum ve yanında durduğu çiçeğe tekme salladım. Ve tekme sallama mı yoksa sesimin sertliği mi? Ya da o aşk ilişkisine engel koymam mı anlamadım, çekti gitti. Ben de arkasından baktım. “Biliyorum, çok uzaklara gidemez,” diye düşünürken geri dönmedi. Aradım, sordum, gazeteye ilan bile verdim. Ama hiç haber alamadım. Ve çakal şimdi burada! Hayatın bir cilvesi işte…” dedi.
Gözlerim Kukuda, O hâlen kapının önünde uzanmış, bizi gözetlemekteydi. Türk filmi kıvamında bir yaşam önümüzdeydi. Çayları söyledik. Garson masaya geldiğinde ikimizin de kapıya doğru baktığını görünce "Hay köpoğlu hay, şuna bak!" diyerek Kukuya doğru hızla giderken Ahmet kalktı. "Hey, sen! Sakın ha ona dokunma!" dedi.
Garson geri döndü, baktı. "Neden öyle dedin ki abi?"
Ahmet, “O, benim dostum.”
Garson “Öyle mi, abi? Ona yemesi için bir şey getireceğim mutfaktan, neyi sever ki?"
“Sizin burada bulunmaz. Şimdi dargın bana. Sana birazdan söylerim.”
Garson ocağa doğru, Ahmet bana doğru geldi. Kuku hâlen bizi gözetlemekteydi. 14 Temmuz 2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.