Lâ Yemût - 3: Neş'e-i Uhrâ
Vakit öğlene yaklaşırken Hamza ordusuyla yamaçtan inmiş ordugahını kuruyordu. Keçe çadırlar öyle çabuk kuruluyordu ki, intizama hayran kalmamak elde değildi. Önce komutanın karargahı, sonra aşevi, ardından erlerin çadırları birer birer yükseldi. Öyle ki aşevinden duman bile tütmeye başlamıştı. Belli ki önce karınlarını doyuracaklardı. Halbuki bu kadar tantanaya gerek yoktu. Zaten teslim olacaktım. Onlar da beni önce tutsak edecek sonra da memleketimden uzağa süreceklerdi. Hitabetim güçlüydü. Böyle zor durumların üstesinden gelebiliyordum. Liderlik vasfım da vardı. İnsanları kolaylıkla arkamda toplayabiliyordum. Peki eksik olan neydi? Neden her seferinde yeniden başlamak zorunda kalıyordum? Bu kez daha iyi düşünmeli, daha muntazam toparlanmalıydım. Hele şu Hamza’yı bir atlatayım da...
Hamza ordugahını kurarken ben hala sahilde oturup sükunetin tadını çıkarıyor, geçmişi düşünüyordum.
...
Korkuyla boynumu yokladım. Herhangi bir iz yok gibiydi. Baltanın boynuma inişini ve soğuk çeliğin boynuma dokunuşunu ayan beyan hatırlıyordum. Olanlara bir anlam veremedim. Çıplaktım ve üşüyordum. Ayağa kalktığımda güneyde Ohri Kalesinin ışıklarını gördüm. Dalyan tarafında olmalıydım. Yan tarafımda akan küçük dereden susuzluğumu giderdim. Bu halde şehre girersem çok dikkat çekerdim. Ayrıca muhafızlardan beni tanıyan da çıkabilirdi. Doğuya yönelip hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Baba Dağı’nın eteklerinde küçük bir çiftlikten kıyafet ve bir katır çalarak doğruca soluğu Selanik’te aldım. Anlaştığım bir Rum kaptan, katır karşılığında beni Çeşme’ye götürmeyi kabul etti. Bundan sonrası benim toprağımdı. Ayaslug’a varana kadar ardımda koca bir ordu toplamıştım. Ayaslug’u kısa bir kuşatmadan sonra tekrar ele geçirdim ve sancak beyi olarak atanan işgalcinin de kellesini uçurdum. Yine yeniden buradaydım işte. Allah’nın sevgili kulu olmalıydım. Bunca başarısızlıktan sonra bana tekrar tekrar şans vererek hakettiğim yere gelmemi sağlıyordu. Artık ilahi bir amaç taşıdığım aşikardı ve böylelikle Osmanoğlu’na haddini bildirecektim. Bana verilen armağanla beni güzel günler bekliyordu.
...
Sükuneti bozan üç atlı ulak oldu:
-Kimsin bre?
-Aradığınız kişi, Aydın, İzmir ve adaların hükümdarı Cüneyd.
Ulaklar anlamsızca birbirlerine bakıştılar. Bir süre fısıldaştıktan sonra tekrar bana döndüler:
-Bizi Beylerbeyi Hamza Bey gönderdi.
-Sizi dinliyorum.
-Teslim şartlarını bildireceğiz, aksi takdirde...
-Teslim oluyorum.
-Karşı koymayacaksınız yani?
-Ulaklar ne zamandır soru sorar oldu?
-Pekala öyle olsun.
Ulaklar aceleyle yanımdan ayrıldı. Ben tekrar az önce oturduğum yere oturup hayallere dalmak üzereydim ki iki atlı sipahi peşlerinde bir atla birlikte çıkageldi:
-Hamza Bey sizi bekler.
-Hay hay, bekletmeyelim beyimizi.
Hamza Bey’in çadırına yol alırken Edirne’de Bayezid Paşa’yı mağlub ettiğimiz günü düşünüyordum. Şehzade Mustafa, Bayezid Paşa’yı esir etmek istemişti. Ancak ben buna engel olup infaz edilmesini sağladım. Bayezid Paşa celladın baltası boynuna inmeden az evvel kalabalığın da duyacağı şekilde seslendi:
-Bunca savaş, bunca şeref ve kahramanlık, sonra bir de bakıyorsun, kendini şehzade sanan bir piç ve kendini bey sanan bir hainin elinde can veriyorsun. Kötüsün Cüneyd... Akıbetin daha kötü olsun... Kıyamete dek huzur bulmayasın...
Yüzlerce çadırın arasından geçerek Hamza Bey’in karargahına vardık. Attan iner inmez askerler kollarıma girerek, destur isteyip karargaha girdiler. Hamza, danışmanlarıyla birlikte masabaşına kurulmuş bir konu üzerine tartışıyordu. Biz girince sustular. Hamza şöyle bir baştan aşağıya beni süzdükten sonra lafa girdi:
-Eee Cüneyd Bey, sonunda tanışabildik. Uzun zamandır bugünü bekliyordum.
-Ben seninle aynı duygular içerisinde değilim Hamza...
-Hamza ha, ben o kadar rezilliğin ardından sana bey diye hitap ederken hem de...
-Benim için makamlarınız ve gasp ettiğiniz her şey gayrı meşru. Buna kendini yeni sultan ilan eden Murad da dahil.
-Haddini bil Cüneyd. Şu an ne durumda olduğunun pek farkında değilsin sanıyorum. Benim dediğin tüm topraklar Osmanoğlu’nun artık. Senin bir parçan olduğunu söylediğin Ayaslug bile bir günde düştü. Şu an elinde kalan küçük virane bir taş yığını.
-O taş yığını benim için sandığından daha fazla şey ifade ediyor. Tüm bu toprakları hakederek aldım ben. Emir Timur’un da icazetiyle...
-Timur nerede peki? Ya yenilemez moğollar? O gösterişli devlet nerede? Her fırsatta seni affeden Osmanoğlu’na tercih ettiğin şehzadeler nerede?
-Senden önce mağlub ettiğim Oruç ve Yahşi nerede? Bence o makama fazla alışma...
-Evet tam olarak ondan bahsediyorum. Ben şu an burada sadece bir memurum. Seni burada mağlub edemezsem ya da senin yaptığın gibi yediğim kaba pislersem memuriyetim sona erer. Gelip geçici şeyler adına çok fazla hırs yaptın. Sana pek çok kez fırsat verildi. Hepsine de tam da sana yaraşır şekilde ihanet etmeyi bildin. Ya kanına girdiklerin. Zehirli sözlerinle aklını çeldiklerin. Hiç birinin bedduasından da mı korkmadın. Ama devrin sona eriyor. Geçmişin tozlu sayfalarında kaybolup gideceksin.
-Bunu Ceneviz yapamadı, Mehmed başaramadı, ne beyler, komutanlar göçtü gözlerimin önünde, sen mi yapacaksın?
Bunu söylerken gülüyordum. Hamza şöyle bir etrafındakileri süzüp "Ha şu mesele" dedi. Sonra elinin tersiyle adamlarına ve askerlere çıkmalarını emretti. Askerler beni de tutmuşlardı ki, "Cüneyd kalsın" diye seslendi. Askerler bir mana veremediklerini belli edercesine Hamza’ya bakarlarken, Hamza eliyle tekrar çıkmalarını işaret etti. Herkes çıktıktan sonra ayağa kalktı, ellerini arkasında bağlayarak, kafası yere dönük bir şekilde adımlamaya başladı. Uzunca bir süre sağa sola adımlayarak dolaştı.
Daha dünkü çocuktu bu Hamza. Onun yaşı kadar benim savaşmışlığım vardı. Şimdi bu bilmiş tavırları ve kendini beğenmiş hareketleri beni çileden çıkarıyordu. Daha fazla dayanamayarak lafa girdim:
-Murad önceden bir yer belirledi mi benim için? Yoksa önce saraya mı götürüleceğim? Her neyse ne diyeceksen çabuk de! Zira sıkılmaya başladım.
-Kes ukalalığı!!!
-...
-Üç sene evvel, Apolyont savaşını hatırlıyor musun?
-Nasıl unutabilirim? Mustafa’nın basiretsizliği, bey bildiklerimizin ihaneti, ordunun hezimeti... Murad’a çok güzel bir koz vermiştik.
-Evet gerçekten unutulmaz zamanlardı. Ama asıl unutamadığım başka bir şey vardı o günle ilgili.
-Demek sen de oradaydın Hamza... Hayırdır sevdiğin birini mi öldürdük orada?
-Hayır.
-Eee?
-O gün ölen, yahut ölmesi gereken sendin Cüneyd... Sen her zamanki gibi gece vakti adamlarınla gizlice sıvışırken karşınıza çıkan birliğin başında ben vardım. Ama sizin savaşmaya vaktiniz yok gibiydi. Bir an önce toz olmak istiyor gibiydiniz.
-Demek...
-Evet o gün seni vuran okun sahibi bendim. Seni ilk defa görmeme rağmen sen olduğunu anlamıştım. Bayezid Paşa ile infaz ettirdiğin beylerden biri de benim ağabeyimdi.
-Çok yazık, o gün beni sadece yaralayabildin.
-Şaşırtıcı kısmı da burası. O gün ıslıklı okumun sol böğrüne saplanışını ve senin atının üzerine yığılmanı dün gibi hatırlıyorum.
-Beni tedavi ettil...
-Daha bitmedi. O gün seninle savaş meydanında karşılaşmayı umarak oklarımdan birinin ucunu engerek zehrine buladım. Daha önce engerek zehrine maruz kalan birine rastladın mı Cüneyd?
-Elbette...
-Önce sıtmalanır, sonra kaskatı kesilir inme inmiş gibi, sonra da kalbi durur. Belki yılan sokmasında hemen müdahale edilse bir şansı vardır da, bir okun ucunda vücuduna nüfuz eden birinin o zehri oradan atması imkansızdır.
-...
-O olaydan sonra kesin öldü gözüyle bakarken altı ay sonra adın çalındı kulağıma. Yine fitne peşindeydin. Uzunca bir süre düşündükten sonra senin hakkında daha önce duyduğum ve abartılı efsaneler olduğunu düşündüğüm hikayelerin tamamen gerçek olduğuna karar verdim. Ardından tıpkı benim gibi seni öldürdüğüne yemin eden bir kaç kişiyle konuştum. Bunların arasından özellikle bir tanesi senin kafanı gövdenden ayırdığına dair mushafa el bastı. Daha sonra geçmişte Rum efsanelerinde bu tarz hadiseler yaşandığını işittim. Ancak hiç biri bu lanetin nasıl tedavi edileceğine dair herhangi bir malumat vermiyordu.
-Lanet mi? Eh heh heh... Hem öyle bile olsa tedavi ettirmek isteyen kim...?
-Tedaviden kastım seni ortadan kaldırmak. Biliyor musun bir ara Hızır olabileceğini bile düşündüm. Ama bize anlatılan Hızır’ın insanlara yardım ettiğiydi, sense hastalıklı bir çıbandan başka bir şey değilsin.
-Dersine iyi çalışmışsın Hamza, seni hafife almışım. Ee, beni yok edecek bir şey bulamadığına göre ne yapayım? Nereye süreceksin? Çıkıp gideyim istersen bir daha karşına çıkmam. Belki de reddemeyeceğin bir teklifim vardır. Ayrıca kardeşim, oğullarım, yeni bir ordu toplayıp karşına dikilmeleri an meselesidir. Bunları bir düşün derim.
-Kan bağın olan kimse şu an nefes almıyor. Herhangi bir şey teklif edecek durumda da değilsin. Ayrıca senin " huzur bulmaman " hususu beni herşeyden daha çok mutlu edecek buna emin olabilirsin.
Huzur bulmama kısmını bastırarak söylemişti. Gayri ihtiyari suratım düşmüş olacak ki Hamza bir kahkaha patlattı:
-Hah hah hah haa... Hatırlayacağından kuşkuluydum. Bayezid Paşa söylemişti sana bunu değil mi? Kıyamete dek huzur bulmayasın! Bulamayacaksın!!! Bulamayacaksın!!! Tüm kutsalım üzerine yemin ediyorum bulamayacaksın!!!
...
Hamza sözünü tutmuş, şeytanın dahi aklına gelmeyecek bir yola başvurmuştu. Beni küre şeklinde yaptırdığı demirden ve bir insanın ancak dizlerini karnına çekerek oturabileceği kadar küçük bir kafese koyarak ve beni kafesin içine koydukları küçük deliği de demircilere dövdürerek kapattırdı. Ardından İpsili’de Cenevizlilerin beni attığı kuyuya kalın zincirlerle sarkıtarak yerle temasımı kesti. Daha sonra duyduğum gürültülere bakacak olursam kaleyi de üzerime yıkarak dünyayla bağımı kopardı. Burda yeniden doğmuş ve yine burda canlı canlı gömülüyordum.
Kafesi tam kapatamadıkları yerde kalan bir parmaklık yerden nefes alabiliyordum. Buraya konulduktan on altı gün sonra açlıktan öldüm. Uyandığımda açlığım ve susuzluğum daha fazlaydı. On gün sonra tekrar öldüm. Yine uyandığımda açlığım ve susuzluğum had safhadaydı. Böylelikle aradaki geçen gün sayısı gitgide düşerek ardarda tekrar tekrar öldüm. Bu ceza çok ama çok fazlaydı. Benim için bile fazlaydı. Artık uyandıktan sonra en fazla birkaç dakika hayatta kalır hale gelmiştim ve sonsuza dek ölmek için dua ediyordum ki, ölmedim. Bir kaç dakika bekledim. Bir kaç saat, bir kaç gün, ardından bir kaç hafta... Ölüm artık tamamen terketmişti beni.
O kadar uzun süre karanlığa maruz kalmıştım ki, gözlerim hafiften kafesin deliğini seçmeye başladı. Kafesteki kokuya gelen sinekleri yemeye başladım ve deliğin etrafında oluşan demir kokulu rutubeti de emerek bir kaç damla da olsa su içebiliyordum. Bu yığıldığım yerden biraz doğrulmama ve kinimi diri tutmama yardımcı oldu. Her geçen gün insanlığımı biraz daha kaybettiğimi hissettim. Öyle ki kafesin deliği nasıl belli belirsiz ise, insanlık da içimde derinlerde öyleydi. Sadece öfkeden ibaret olduğumu hissediyordum. Buradan çıkacaktım. Çıkacak ve beni buna maruz bırakanları, çocuklarını, torunlarını, torunlarının torunlarını ya da onlarla aynı yerde oturan, yiyen, içen hatta nefes alan herkese bunu ödetecektim. Üzerinden yüz binlerce, milyonlarca gün geçse dahi bunu yapacaktım...
...
Ve bir gün yukarılarda bir yerde konuşmalar duydum. Ardından bir küreğin toprağa vurma sesi...
Önce anlattıklarımı unutun... Her şey şimdi başlıyor...
_son_
YORUMLAR
Modern zamanlara mı geldi acep arkadaş yahut daha ileriye mi.
Yazarın hayal gücü bakalım bizi nerelere götürecek. Elbette yazar işi uzatmamak için çakallık yapıp konuyu bize bırakmış.
Sakıncalı Piyade tarafından 10/6/2017 10:32:14 PM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
Önce anlattıklarımı unutun... Her şey şimdi başlıyor...
Çok çok doğru bir tanımlama hele ki insan içindeki umut ve hayallerin peşinde ve eşliğinde yaşayıp da yazıyorsa...
Daha ne gördük ki?
Daha ne yazdık ki?
Saygılarımla sayın graspee.
grafspee
Sonuna yaklaştığım kitapta da tesadüf ölümsüzlük var. ''Parfümün Dansı'' ...
Nasıl yaşarsak yaşayalım aklımızın bir köşesinde hep büyülü gerçeklik...
Hep var olmaya duyulan açlık elimize geçmiş olsa ve en sonunda doğru notayı bulmuş olsak ne yapacaktık acaba ?
Bir bilge,bir savaşçı,bir hain,bir soylu yada soysuz olsak sonsuzlukta huylarımızdan ne kaybedecek veya neler kazanacaktık ?
Açgözlülüğümüzün sınırları boyunca yuvarlak dünyanın çevresinde dönüp durmak dışında elimize geçen bu sonsuzluktan da bir gün sıkılmak olacaktı fikrimce..
Yaşlanmayı seviyorum ben...
Sevgilerimle...
grafspee
sanırım dokuz canlı diye yorum yapmıştım veya öyle hatırlıyorum. bu sefer dokuz canlı olmanın ötesine geçmiş. o yine dirilir toprakta buna hiç kuşkum yok. sonu açık kalmış hikayenin bu da en güzeli bana göre. düşün dur şimdi.