- 1427 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
'tee-shirt'
‘Hadi ama göstersen ne olur?’
Annemin gösterdiği çantayı incelerken, telefonuma gelen mesajı okuyordum. Kaç kere onu terslesem, kendime küfür ettirip uzaklaştırsam dahi aklının bir ucunda canlı kanlı hiç görmediği bir adamın cinsel organını merak eden hastalıklı birine denk geldiğim için Tanrı’ya gücenmiştim. Sanırım şunları söylüyordum annemin bana gösterdiği çantanın fermuarını çekerken:’ Tanrı’m, neden? Neden aklı başında biri karşıma çıkmıyor?’ Fermuar elimde kalmıştı. Sokağın köşesindeki çöp tenekesinin yanına bıraktıkları bayan çantası basit, ipince bir kartonla yapılmıştı. Fermuarı ilk çekişimde elimde kalmıştı. Annem çantayı teyzeme vermeyi düşünüyordu. Yirmi yıllık evli teyzemin hali vakti yerinde olmasına rağmen yine de böyle bir çantayı kullanabilecek kadar alçakgönüllü olduğunu da ben de biliyordum. Hastalıklı bir şekilde düşünmeye başladım. Anneme ‘dışarı çıkacağım’ dedim. ‘Gelirken ekmek al’ kısmını çoktan aşmış bir aile haline dönüşmüştük. Annem bana ekmek al demiyordu, ben de sofrada otururken ondan ekmek nerede diye ricada bulunmuyordum. Ekmek yemiyorduk. Öncelikli olarak bunu zayıflamak adına yapıyordum. Gökyüzüne bakıp; ‘bugün de ekmek yemedim’ dediğim günler çok geride kalmıştı ama bazı şeyler insanın hayatına ur gibi yapışıp, kalabiliyor.
Adanalı bir arkadaşla giriştiğimiz iş ciddi anlamda tutmuş ve kredi çekip, bu iş için yatırdığım on bin lira gözüme anlamlı geliyordu. İşimiz, kendi tarlasında üç beş tonluk yer fıstığı ekmiş bir çiftçiden ürünü alıp pazarlamaktı. İlk başlarda ‘çok zor bir iş, bu işi başaramayız’ düşüncesi içerisindeydim. Neyse ki şans yüzümüze gülmüştü. Hem halk pazarlarında hem de tanıdıklar içerisinde talebin fazlalığı beni de şaşırtmıştı. İş konusunda kendimi mutlu ve hatta umutlu hissederken, üzerime de düzgün bir iki kıyafet alma zamanımın geldiğini düşünerek ışıklı, gösterişli bir camekânı olan mağazadan kendime takım elbise dahi almıştım. İşin enteresan tarafı aldığım takım elbiseyi bir kez mağazada giymiş ve sonra üzerime dahi geçirmemiştim. Tek bir kez pantolonunu giydiğimi hatırlıyorum, evet bu doğru ama onun haricinde takım elbiseyi giymemiştim. Aslında günlük yaşantım yine eski iki pantolonum arasında geçiyordu. Bunlar küçük, komik ve gereksiz detaylar. Küçük bir şımarıklık yapmış, azıcık para elime geçince aslında ihtiyacım dahi olmasa takım elbise almayı kafama koymuş ve almıştım. Her şey bu kadar iyi giderken ve arkadaşla beraber ufak bir kamyonette almayı planlarken, bu genç kadın tekrar karşıma çıkmıştı. Evet, birkaç ay önce kendisiyle tanışmıştım. Adını dahi söylememişti. Bir başka hastalık ürünüydü kendisi. Kâğıt üzerinde eşiyle hala evliydi ama ailesiyle beraber kalıyordu. Bir gün muhabbet arasında neden boşanmadığını sorduğumda, çocuğu adına bazı sıkıntılar doğabileceği için böyle bir yöntemi seçtiklerini söylemişti. Karşısındaki insanı aptal olarak gören ve aslında kendisinin aptal olduğunu unutan bir insan olduğu için kendisini pek önemsemiyordum. Yine de oynadığı oyuna karşılık bir oyun oynamam gerekiyordu. Bunun için bir süre onu umursamaz bir hal takınmış, hatta açıkça kendisi gibi birini düşünmediğimi söylemiştim. Bu söylediğim şeyi aklından bir türlü atamıyordu. Çünkü karşısına çıkan bir insanın onu her şeyiyle sahiplenmesini arzuluyordu. Evet, kadınların bir kısmının bunu düşünerek yaşadığını görmek açıkça söylemek gerekirse incitici geliyor. Kendi ayakları üzerinde durmaktan aciz erkek veya kadın fark etmez, hayatta ne gibi bir yaşama amacı olabilir ki? Evliliği birine ait mal gibi yaşamanın açıklanabilir taraflarını duymak istesem de, bu açıklamalar onun için özel ve aşk-sevgi bağlamında gereksinimler olduğunu söyleyip, kısa kesmişti.
Sigarayı yakarken bir yandan da telefon da ona mesaj yazıyordum. Aklımda verebileceğim bir sürü cevabın yanı sıra, asıl mevzuya ne zaman geleceğimizi de merak etmiyor değildim. Son görüntülü konuşmamızda saçlarını kestiğini fark ettiğimi ve kısa saçlarının ona yakıştığını söylemiştim. Aptalın tekiydi. Bu onun hoşuna gitmişti. Beni bir kez bıyıksız ve sakalsız halde gördüğünde de ‘sen böyle çok güzelsin’ demişti ama umurumda mıydı bu? İnsanın güzelliği yüzüyle, saçıyla, sakalıyla, elbisesiyle ya da kilosuyla, boyuyla, yürüyüşüyle alakalı olabilir mi? Bunu bir gösteri adına söylüyorsak mümkün olabilir ama milyarca insan içerisinde yüzdelik dilime hangi şansla girebiliriz? Çok tanınan biri olmak için ne yapmalı? Güzel olmak diyelim; peki, en azından bir yetenek de araya sıkıştırabiliriz. Uygar dilimler içerisinde bu şansı arttırma bilgiyle mümkün olabilir. Sonra, peki ya sonra ne yapmalı? Bir an düşünüldüğünde her şeyi iyi olabilir, olabilecek gibi gelebilir ama ya sonra? Başa gelecek acının hüznüyle beraber kederli akşamların ardı sıra edilen beddualar, feryatlar, geri dönülmez seçime karşın çekilen derin ıstıraplar neye fayda sağlayabilir? Bilginin ya da yeteneğin de bir vakit sonra sadakası olmayacak mı? İnsanlara sağlanan onca faydadan sonra kendine kalan koca bir boşluk ve yalnızlık olduğunda o karnaval eğilimindeki bilgilerin, yeteneklerin ne hükmü olabilir? Onun için bilginin de yeteneğin de geçerli tarafı kendisine sahip çıkacak birisi. Ancak o zaman onu sevebilir ve aşk yaşayabilir. Bu oyunu bozacak benden başkası değildi. Bir kere para kazanmaya başlamıştım.
İlk yirmi bin liralık yatırım sonrası arkadaşla beraber kârdan bize kalan az miktarı harcamış ve kazandığımız parayla tekrar yerfıstığı almaya karar vermiştik. Bu sefer elli bin liraya yakın ürün alacaktık. Büyük olasılıkla kırk binden fazla paramız olacaktı. Arkadaş bu durumdan ciddi anlamda memnundu. İlk zamanlar soğuk baktığım bu ticaret işi beni de memnun kılmıştı. Karar vermiştim. Adana’ya arkadaşla beraber gidip, tarla da çiftçiyle anlaştıktan sonra Antalya’ya gidip onu görecektim. Olay tüm gerçekliğiyle ortaya çıkacaktı. Düşündüğüm gibi bir oyun oynamış olsa bile, küçük aklıyla yaptığı şeyin acısını çekecekti. Aklını küçümsediğim için rahatsız oluyordum. Eğer bu konuyu biriyle paylaşsaydım, bana kendimi kötü hissettirmek adına bir sürü laf söyleyebilirdi. Kimi ‘git becer gel, ne uğraşıyorsun’ derdi, kimi de ‘yazıktır, ayıp bu yaptığın, ciddi düşünmüyorsun madem, kadını oyalama’ derdi. Her iki türlü de beceren ve becerilenler varken, tarafsız kalabilirdim.
Adana’ya üçüncü gelişimdi. İlk gelişimdeki gibi Adana beni sıcak ve cana yakın karşılamıştı. Terminalden arkadaşla beraber ilçe otobüslerine binmeden önce kebap yemeye karar vermiştik. Kebap üzerine içtiğim bir litreye yakın ayrana hayran kalmıştım. Ellili yaşlarda bir kadın tahta yayığı sallarken içim bir hoş oluyordu. Arkadaşla beraber bu ayran işine de girmeyi düşünmüştük. Yazın nemli ve sıcak vakitlerinde yayık ayrana kim hayır diyebilirdi ki? Mis gibi köy yoğurdu bile hazırdı. İnternetten yayık ayran için tahta malzemeyi satın dahi alacaktık ki, belediye ile olan pürüzlerden dolayı ayran işinden vazgeçmiştik. İlçeye vardığımızda nemden üzerimdeki tişört tenime yapışmış haldeydi. Ufak ilçe otobüsündeki klima pek işe yaramıyordu. Zavallı klima kendini rahatlatacak havaya sahip olamıyordu ki bizi rahatlatabilsin! İlçe merkezine yakın bir köyde yerfıstığı eken bir çiftçinin numarasını almış ve önceden irtibata geçmiştik. Adam bizi bekliyordu. Bunu elbette hazırladığı sofrayı göz önüne alarak söylüyorum. Çiftçinin hanımının kendi yaptığı şalgamın lezzetiyle deliye dönmek üzereydim. Yemeği yemek için midede pek yer olmasa da, içimden çok güzel duygular besliyordum. Yerfıstığı işinden gelen para bir gün tatmin edebilecek seviyeye geldiğinde belki ben de ufak tefek bir arazi alır, kendi içeceğimi kendim yapabilirdim. Neden böyle söylediğimi açıklamam mı gerekiyor? Hayvan gübreli meyve ağaçlarından kendime yaptığım meyve sularını göz önüme getirdim. Böyle bir hayal içerisinde sigarayı dahi bırakmış, dağ bayır koşuşturan zengin bir iş adamının iki haftalık kır tatiliyle kendimi kıyaslıyorum. Hah, kendini beceresi iş adamı! Bu arada itiraf etmeliyim, birinci kalite yerfıstığı yemediğim için önceden yerfıstığı için önyargılarım derindi. Bu sefer ürününü alacağımız çiftçinin yerfıstıklarının tadı da bir başka güzeldi! Yine çiftçinin hanımının kendi ayaklarıyla üzümü ezip yaptığı pekmezin içerisinde o yerfıstıklarını yediğimiz an, ‘bu iş oldu’ gibilerinden arkadaşla bir an bakıştık. Ticari zekâyı ilerletiyorduk. Yerfıstığı yanında eğer mümkünse ve sanırım gerçeği söylemek gerekiyor; ne kadar varsa pekmez almamız gerekiyordu. Her ne kadar bu organik pekmezin pazarlaması başta güç gelse de, bunu da bir şekilde çözümleyebilirdik.
Gece çiftçinin evinde kaldıktan sonra sabah çiftçiyle beraber ilçe merkezine gidip, ürünlerin nakli konusunda kamyon arayışına girişmişken, ondan mesaj bekliyordum. Bir süredir yazmıyordu. Bu da aslında benim işime geliyordu. Birkaç gün ya da bir iki hafta yazmayınca daha çok beni merak ettiğini biliyordum. Aklınca beni kızdırmaya, daha doğrusu beni kendine bağlamak için sessiz kalmaya ve kendi niyeti doğrultusuna benim de yaklaşmamı arzuluyordu. Böyle bir şeyin olmayacağını da umutsuz bir şekilde bilse de, bazı umut kıvılcımları benden kopmasına da engel oluyordu. Ürünlerin nakliyatı konusunda küçük bir pürüz çıkmıştı. Öğleden sonra bu pürüz çözülecekti ama o zaman kadar ilçe de beklememiz gerekiyordu. Arkadaş ve çiftçiyle beraber ilçe merkezinde bir kahvehaneye girip beklemeye koyulduk. Çay, kahve, tavla, sigara bu konuda yardımcı oluyordu. Bir ara batak dahi atacaktık ki, yan masada pamuk tarlaları konusunda anlatılan hikâyeler beni etkilemişti. Dudağımın iç taraflarını gizliden dilimle yalıyordum. ‘Parayı bulunca insan niye bozulsun ki’ derdim ama daha parayı bulma yolunda ilk vakitlerde çoktan ağzım eskiye nazaran bozulmaya başlamıştı. ‘Vay orospu vay, demek benimle kafa bulursun ha! Yazmazsın bana ha!’ Bunları kimse duymadı değil mi? Peki, pamuk tarlasına gelelim mi? Bütün bir halkı, şehri, ülkeyi ve hatta dünyayı tenzih ediyorum. Onlarca genç kızın ve kadının çalıştığı tarlaları düşünce, aklımda olan sadece o. Hayalimle gerçekler yine de çelişiyor. Serada eskiden ürün ektiğini söylemişti. Şu anda çalıştığı işin toprakla alakası dahi yoktu. Daha hijyen bir ortamdan bahsediyorum. Kloroform damlatıp tüm kirleri temizleyebilir. Bununla beraber yine de onun o tatlı yüzünün hayale giriş yaptığı yerden alıyorum. ‘Al işte, görmek istediğin şey bu mu orospu’ demek için büyük günahlar işlemiş ya da cidden cahil olabilirim. Daha düzgün bir şekilde toparlamalıyım. Örneğin tarlada çalışırken öğleden sonra iş bitiminde eve dönecekken arabayla yaklaşıyorum ve o beni görüyor. Diğer çalışanlardan ayrılıp, arabaya doğru yürüyor. E, sonra? Bu da yetmişlerin pamuk tüccarlarının züppe oğlanlarının çektiği aşk filmlerine benziyor. Film demişken, kızı kandırıp sonra da ortada bırakma vaziyetlerinden bahsetmek gerekiyor. Oturduğumuz koltukta televizyondan bir film izlerken şunu düşünebiliyoruz:’ Bu puşt zengin olmasaydı acaba bu kız ona bakar mıydı?’ Bize ne? Yargılarken kendi kıstaslarımız konusunda çoğu zaman aynı sıkıntıya düşüyoruz. Bir gün bunların hiçbiri bizim başımıza gelmeyecek gibi rahatça yargılıyoruz. Sen dünyanın en berbat insanısın. Tüm suçları işlemiş olmalısın. Vücudunun her organı, hatta hücresi demeliyiz, kızgın ateşler içerisinde ısıtılmış cımbızlarla tek tek çekilmeli ve acıyla ölmelisin. İhtimali dahi yok; yaşayamazsın. Çünkü sen yaşarsan bize kötü örnek olacaksın. Senin yerinde olmak isteyecek çocuklarımızın vebalini bizden başkası anlayamaz. Yahut biz bile senin gibi olmak isteyebiliriz. Loto oynarız, piyango alırız, kazı kazanda elli bin buluruz, iddiasına ne hayallerimizi bir çırpıda yatırır, ganyanın sülalesine kayarız. Şu şalvarı indirince terli donundan başka geriye ne kalacak? Sadece bu iş için misin? Bu konuyu beraber para kazandığım arkadaşa dahi açamıyorum. Eğer bir şeytan varsa, şeytan bazen onun sözleri içerisinde olmalı. Beni tahrik eden ve o pamuk tarlasındaki hayalde olduğu gibi ıslak donundan başka bir şeye de sahip olmayan biri olarak kalmalı. Kalmalıydı daha doğrusu.
Öğleden sonra nakliyat işini halledip, ürünlerin ne zaman geleceği konusunda anlaştıktan sonra çiftçi geceyi tekrar evinde geçirmemiz hususunda ısrar ediyordu. Arkadaş Adana’nın başka bir ilçesine, babasının yanına geçmek isterken, ben de saat dokuz buçuktaki uçağa yetişmek için gitmekte kararlıydım. Çiftçinin gönlünü alarak geri dönmek mecburiyetinde hissetmekten hoşnut değildim. Bir şey zorla yapıldığı an kıymetini kaybediyor. Yine geleceğimizi, eğer tekrardan ürün gereksinimi olursa tanıdığı çiftçilerden alacağımızı, böylece kendisinin de bu işten karlı çıkacağını söylerken zorlanıyordum. Sonuçta yaptığımız alışverişten memnundu ve bu memnuniyetin karşılığını misafirperverlikle de göstermek istiyordu. Yanlış da düşünüyor olabiliyorum, yine de çiftçinin ısrarlı ‘bu geceyi de bizim evde geçirin, sabahın hayrıyla yola çıkarsınız’ teklifini kabul etmemiş ve yola çıkmıştık. Arkadaşım Adana otogarından ailesinin kaldığı ilçeye geçmek için tekrar otobüse binecekti. Benim çok fazla zamanım kalmamıştı. Saat sekize geliyordu. Arkadaşıma havalimanına gideceğimi söylemiştim ama benim Antalya’ya değil, İstanbul’a gideceğimi sanıyordu. Yapacağım her şeyi ona anlatmak zorunda değildim. Otogardan havalimanına gidiş hem ucuz hem de çok rahat gelmişti. İçimden bu işin düşündüğümden daha kolay olacağını ve belki de aptalca bir oyunun mutlu bir sona dahi dönüşebileceğine dair heyecan taşıyordum. Uçak biletini alırken gişede duran genç kızın da söylemi, kendimi şanslı hissetmemde yardımcı olmuştu:’ Normalde bu saat de Antalya’ya yalnızca aktarmalı uçuş var ama sizin şansınıza sanırım, saat dokuz buçuk da aktarmasız uçak mevcut.’
Saat on bire doğru ilerlerken, Antalya havalimanının kapısından çıkıyordum. Ona hemen yazmalı mıyım diye düşündüm. Bir süre bu düşüncemi korurken tekrar taksiye bindiğim an da ‘az para gördün hemen taksilerle dolaşıyorsun’ diye kendi kendime söylendim. Taksici ‘buyur abi, bir şey mi dedin’ derken, sesli bir şekilde söylenmiş olduğumu fark ettim. Taksiciye ‘merkeze gidelim’ derken, nerede ineceğim konusunda bir şey düşünmemiştim. Caddenin birinde kırmızı ışıkta duraklamıştık. Taksici ‘abi, merkeze geldik sayılır, nerede ineceksin’ diye sorunca, ‘en merkezi yer neresiyse orada indirebilirsin kardeş’ dedim. Aklıma bir şey gelmişti. Üç dakika dahi geçmemişti ki, ‘abi, burası cumhuriyet caddesi, merkezin göbeği sayılır burası, istersen burada bırakayım seni’ dedikten sonra taksimetreye gözüm kaydı. Ancak bunu pek önemseyecek halde değildim. Taksiden indikten sonra gözüme ilk çarpan şey heykeldi. Heykelin ismini merak ettiğim için heykele doğru yürüyordum. Ulusal yükseliş anıtı önünde durmuş, yapmam gereken şeyi yapmak için bekliyordum. Telefonu cebimden çıkarıp, heykelin fotoğrafını çekip ona atacaktım. Bunu yaptıktan sonra sabırsızlanacak ve ne yaptığını bilemez halde caddelerde dolanacaktım. Eğer hemen cevap verirse… Evet, hemen cevap verirse her şey daha güzel olabilirdi! Taksiden inmeden önce aklıma gelen şeyi hatırlayınca kendi kendimi kandırdığımı düşünmeye başladım. Ne yapmaya çalışıyordum? Kimdi o, neyimdi, ne olabilirdi? Herhangi birisi ama kim? Eğer para verip, bir geceliğine birlikte olmak istediğim biri olsaydı, o zaman anlam kazanabilirdi yaşadıklarım. Gerçek ismi yerine değişik isimler kullananlardan biri olabilirdi ama en azından net olurdu. Amacı aldığı para karşılığı vücudunu paylaşmaktan başka bir şey olmayan birine dahi anlam verebilirken, ona veremiyor, duygularımın karmaşası karşısında iyice allak bullak oluyordum. Sahi, bana ismini dahi söylemek istememişti. Fakat neden?
‘Şaka mı yapıyorsun, sen Antalya’da mısın?’ mesajını okurken büfeden sigara alıyordum. Büfeci ‘başka bir isteğin var mı’ diye sorarken gözüme üzerinde ‘nefes açıcı, on iki saate kadar etkili’ yazılı olan sakızlar çarpmıştı. Berbat bir haldeydim. Üzerimdeki tişörtten, sinmiş ter ve sigara kokusundan kendim nefret eder hale gelmiştim. Elimde tuttuğum poşetin içerisinde yedek tişört, çorap vardı. Eğer buluşmamız mümkün olursa sakız da, temiz tişört de lazım olacaktı. Tekrar anıtın yakınına doğru yürümeye başladım. ‘Evet’ yazıp mesajı gönderdim. Aldığım sakızı elimdeki poşetin içine atmıştım. Ne yapmaya çalıştığımı sorguluyordum. Seviyor muydum? Eğer bu sevgiyse acınacak halde olmalıydım. İniltilerim yabancı olduğum bir şehrin duvarlarında yankılarken çok az insanın beni duyabileceğini biliyorum. Evet, duyanlar olacak ama onların da bana acımaktan başka ellerinden gelebilecek hiçbir şey yok. Gerçekten onun gibi birini mi seviyorum? Böyle bir acizliğin sefaletten ne farkı kalır ki? İşte yine mutsuz olduğumu hissetmeye başlıyorum. Yapacak başka bir işim yokmuş gibi davranmıyorum; öyleyim. Acının aklıma ilgi duyduğu anlardan birindeyim ve niyetimi bile bilmek istemiyorum. Ortada niyet dahi yoksa kısacası hiçbir şey olmayabilir böyle bir durumda ve ben kendimi bozuk para gibi harcamış olabilirim. Onunla yaşanabilecek her şeye şu an razı olursam, sonuçta hayat çok farklı mı olacak?
‘Gerçekten inanamıyorum. Sen şu an Antalya’da mısın? Ne için geldin? Yoksa benim için mi?’ Ben de onun yerinde olsam böyle bir şeye inanmakta güçlük çekerdim. ‘Evet, senin için, yalnızca seni görmek için…’ diye mesaj gönderdikten sonra oturduğum bankta tekrar bir sigara daha yaktım. Havanın boğucu bir etkisi vardı. Gece yarısına yarım saat gibi bir vakit kalmıştı. Onun yarın çalıştığını biliyordum. Sadece Pazar günleri izinliydi. Görüşmeme imkânımız da yüksekti. Bir ihtimal yarın işe gitmeyip, benimle olmasını ondan rica edebilirdim. Böyle bir ricayı kabul edip etmemesini önemsemiyordum. Onun için yaşadığı şehre gelmiştim. Kendisine bir fırsat veriyordum. ‘Yanıma gel’ mesajını okurken yanlış okuduğumu düşündüm. ‘Yarın gel’ yazdığını ancak yanlışlık yaptığını düşünerek ‘yarın nasıl olacak, çalışmıyor muydun sen’ yazıp mesajımı gönderdim. Çok geçmeden ‘saçmalama, ne yarını, yanıma gel diyorum’ diye cevap gönderince göğsümün sıkıştığını hissettim. ‘Yalnız mısın evde, sizinkiler yok mu’ diye mesaj yazıp göndermek üzereyken, mesajı göndermeden sildim ve ‘adres?’ diye mesaj yazıp gönderdim. Yürüme mesafesiyle yarım saatte geleceğim yere, taksiye binerek yedi dakika da gelmiştik. Bu arada taksideyken taksiciye ‘kusura bakmazsan şu tişörtü bir değiştireyim, nem mahvetti’ bahanesiyle pis kokan tişörtten de kurtulmuştum. Poşetin içerisinden sakız çıkarıp, üç tane de sakız ağzıma koyup çiğnemeye başlamıştım. Fazla çiğnersem vücudumda gaz yapabilme imkânı taşıdığı için sakızın çiğnenmiş yüzeyini şeker gibi ağzımın içerisinde gezdiriyordum. Verdiği adres evinin adresi değildi. Bir caminin adını söylemişti ve cami kapısının önüne inip, onu beklemeye koyuldum. İyi ki cami önündeki çeşmeyi çok geçmeden fark etmiştim. Elimi yüzümü defalarca yıkadıktan sonra ‘oh’ sesinin çıktığı ağzımı kontrol ettim. Sigara kokusundan nefret ettiğini söylemişti. Bu yüzden ağzımı da defalarca yıkayıp, poşetten üç sakız daha çıkarıp yeniden biraz çiğnedikten sonra ağzımın içinde üç sakızı şeker gibi gezindirmeye devam ettim. Az ötede caminin bulunduğu sokağın ucunda birinin telefonuyla yürüdüğünü fark ettim. Telefonunun ışığı yüzünü hafiften aydınlatıyordu. Çok geçmeden üzerindeki tunik ve tak çıkar eşarplı kadının o olduğunu anladım. ‘Hey, hadi takip et beni’ mesajı yazarken bana bakıyordu. Geldiği yoldan tekrar geri yürürken onu takip ediyordum. Yeni bir mesaj daha gelmişti:’ Evin arka kapısından gireceğiz. Dikenler olabilir dikkat et.’ Fosforlu bir meselenin tam ortasında yosma bahsine değecek cinsten, ayrıca birini sevmekle de alakadar olabilir bunların hepsi, dengemi yitirmiş bir halde onu takip ediyordum. Görüntülü konuşurken bahsettiği kilosunu fark edemesem de, canlı kanlı halde tuniğin altından belli olan iri kalçalarını fark edebiliyordum. Boyunun kısa oluşu ya da gerçek bir aptal oluşu şu an umurumda bile değildi. Dediği gibi dikkat etmeliydim ama hızla onu takip ederken evlerinin arka kapısından içerisi girerken dikenlerin kolumu, omzumu çizdiğini hissettim. Karanlık bir bahçeden geçip, evin kapısını açıp girince, kapıyı aralık tutup içeri girmemi bekledi. İçeri girdiğimde ışıksız holün ortasında ona bakıyordum. Işığı açtığında gözüme ilk çarpan şey gözleri olmuştu. Yüzünde irili ufaklı gülümsemeler doluydu ama kaygılı yanını yine de saklayamıyordu. ‘Evde kimse yok mu’ diye sordum. ‘Hayır, yoklar’ dedikten sonra ikimizde birden gülmeye başladık. Ne yapacağımı bilemez haldeydim. Yabancı bir evde, bu yorgun ve kirli halimle ne işim vardı? ‘Elimi yüzümü yıkayabilir miyim’ derken gülümseyerek banyoyu eliyle işaret etti. Cami çeşmesinde elimi yüzümü yıkasam da sabunla yıkamak daha farklı olacaktı. Çorabımı da çıkarıp, önce tuvalete girmem gerektiğini söyledim. Yine gülümsüyordu. Tuvalet banyonun karşısındaydı. ‘Ben de sana temiz havlu getireyim’ diyerek gözden kaybolduğunda tuvalete girdim. Banyoda sabunla ellerimi, ayaklarımı, yüzümü, çizilmiş kollarımı yıkarken içten bir ohlama sesi alabiliyordum. Musluğu kapattığımda banyodan dışarı çıkarken onu karşımda görünce heyecanlandım. Üzerindeki tuniği ve eşarbı çıkarmış, kamerada görüşürken olduğu gibi ev haliyle karşımdaydı. Altında kırmızı bir tayt vardı. Askılı body üzerindeydi. Her zamanki gibi boynunda ahşap kolyesi ve sağ bileğinde deri bilekliği vardı. Beyaz havluyu elinden alıp yüzümü kuruladıktan sonra hala karşımda bana baktığını fark ettim. Sahi, nereye gidecekti ki? Onun için gelmiştim. Sağ işaret parmağımın ucuyla saçlarına dokunmak üzere uzanırken, tepkisini merak ediyordum. Gözlerinin içi gülüyordu. Böyle sanıyor olmak istemiyordum. Benim gibi o da heyecanlıydı. Saçlarına dokunduğum parmağımı, uzattığı eliyle sarmaladı. Sonra yavaşça elimden tutup ‘haydi gel oturalım’ dedi. Koridor da yanmakta olan lambadan başka evin bütün odaları karanlıktı. Oturduğum kanepenin bulunduğu odadaki ışık, yüzümüzü çok net olmasa da görmemize yetiyordu.
Yorgunluğumu kanepede oturunca iyice hissetmiştim ama ellerinden tutup onu kucağımda oturması için kendime çekiyordum. Yüzlerimiz birbirimize değecek kadar yakındı. Küçük nefes alışverişlerini alabiliyordum. ‘Neden geldin’ dedi. Artık ortada mesaj yoktu. Telefonumu en son poşetin içerisine koyup, onu vermiştim. Sanırım girişteki askılığa asmıştı. ‘Senin için geldim’ dedim. ‘Beni bu kadar çok mu istiyorsun’ derken yavaşça sürtünmeye başlamıştı. Bir eli üst bacağının üzerinde bir elini de boynuma sarmıştı. Ellerimle belinden sardığım an sıkıca onu sarmak istedim. Ellerim bir yandan saçlarını, omuzlarını, kalçalarını okşarken, saçlarının arasından tenini kokluyordum. Vücuduyla üzerimde iyice baskı yapmaya, göğüsleri askılı bodynin içerisine dar gelmeye başlamıştı. Bugün yaşadıklarımı düşüyordum. Bir yanda istediğimiz kadar ürün almayı başarmış, bir yandan da her ne kadar içimden ona kızsam, aptalın teki olduğunu söylesem de arzuladığım kadınla beraberdim. Aklıma hiçbir şey getirmemeye çalışıyordum. ‘Aç mısın’ diye sorduğunda nefes alışverişleri iyice yutkunma aşamasına gelmişti. Uzun zamandır hiç yapmadığı bir şeyi, arzulayarak yaptığının farkındaydım. Yuvarlak ve avuç içi büyüklüğünde diri göğüslerini nedense görmek istiyordum. İki elimi de aşağı indirdim. Beni öpüyor muydu, okşuyor muydu tam olarak anlayamıyordum. Ellerim üzerindeki bodynin etek kısmına doğru inmiş ve yavaşça yukarı doğru kıvırmaya başlamıştı. Engel olmak istiyor, bir yandan da daha çabuk hareket etmemi talep eden haliyle ellerimi tutup, üzerindeki askılı kıyafetini çıkarmama yardımcı oluyordu. Loş ışıkta gözlerim istediğim şeyle karşı karşıyaydı. Onlara dokunmama fırsat vermeden tekrar boynuma kollarıyla sımsıkı sarıldıktan sonra öpüşmeye başlamıştık. Arada nefes alıp verir gibi ‘seni istiyorum’ diyordu. Sessiz sinema oyunculuğunu fevkalade başarabilirdim. Bir şey konuşmuyor, sadece onu dinlemek, teninin kokusunu içime çekmek ve üzerime baskı yaptığı vücuduyla zevke ulaşmak istiyordum. Küçük elleri iş başındaydı. Bir eli kulağımdayken, bir eliyle kalçasıyla baskı yaptığı yeri okşamaya başlamıştı. Gerilmiştim. Oturduğum yer de şimdiye kadar böyle bir hadiseye tanık oldu mu diye merak ediyordum. Loş ışıkta görebildiğim kadarıyla, bu odanın onunla kamerayla görüştüğümüz zamanlardaki oda olmadığını fark ettim. Bir şey diyordu, tam olarak ağzından çıkmayan kelimeleri anlayamamıştım. ‘Ne dedin tatlım’ dedim, ‘oh, su…’ derken, susadığımı fark ettim. Caminin önündeki çeşmede ağzımı yıkarken biraz su içtiğimi hatırlıyorum ama şimdi iyice susamıştım. Ağzındaki sıcak salgıyı ağzıma alıp, karıştırırken susuzluğum daha çok artıyordu.
‘Şimdi göreceğim onu’ derken ona dokunamadığım zamanlar lanetlenmiş bir orospu dediğim zamanları anımsamaya başladım. Dünyaya hiçbir şey olmuyordu. Evet, ismini hala bilmiyordum. Gerçekten de bu kadar önemsiz olabilir miydi insanın kendi ismi? İsmini söylememişken, doğduğu günden beri yaradılış gereği sahip olduğu teninin her bir parçasını armağan edebiliyordu. Karşılıklı bir şey olduğundan dolayı mı? Bundan zevk mi alıyordu? Ah ama ne zevk! Hem kendisini hem de beni iyice sulandırmıştı. Daha ne kadar kucağımda oturup, öpüşmeye, okşamaya devam edeceğiz? Son kez pamuk değmiş hissiyle öptükten sonra üzerimden kalktı. Hem terlemiş hem de onun dediği gibi vücudun kimyasına engel olamamıştım. Elleriyle her şeyi yapabilecek kuvvetteydi. Elleriyle, o küçücük elleriyle dünyaya yeni bir hayat getirebilirdi. Bunu o başarabilirdi. Garip hissediyordum. Utanmaya başlamıştım. Gereksiz bir hislenme de diyebiliriz buna ve sonuçsuz bir eylem yüzünden kederlendiğimi itiraf edebilirim. Kaç kez bir daha bu kadar yakın olabiliriz ki? Gülüşünü sevdiğim insanın iyi insan olacağından bahsetmiştim. Evet, ondan iyi bir insan olarak bahsetmiştim. İyi bir insan mıydı? Neden olmasın ki! İlişkilerinde problem yaşasa dahi bir insanın iyilik vasfı bir anda silinemez ki! Tanrım, şimdi keşfedilmemiş bir bahçeni daha kullarından biri yakmak üzere.
Ne kadar komik bir haldeyiz! Uzattığı kırlenti başımın altına koydum ve kanepeye boylu boyunca uzandım. O da kanepeye çıktı ve ağzıyla onca zamandır yapmak istediği şeyi yapıyor. Ellerimle loş ışığa alışan gözlerimin gördüğü göğüslerini tutmak istiyorum. Buna pek fırsat vermek istemiyor ama taytını çıkardığını fark ediyorum. Sol gözüm seğiriyor. Hayır, sıkıyorum kendimi, sol gözümün altında bir damar beliriyor ve ben bunu aynada kendimi görmeden hissedebiliyorum. Yitirilen şey geri gelmiyor ve ağza giren, çıkan için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Ne yaptığının farkında mı bilmiyorum ama birkaç dakika sonra on saniyeye yakın süren zevk dalışı bittiğinde ağzından kuduz bir köpeğin salyalarını çıkarışını hayal ediyorum. Üzerimdeki tişörte elini silerken, ağzından dökülenler de tişörtün üzerinde duruyor. ‘Harikasın bebeğim’ derken, ıslak tişörtün üzerine yasladığı göğüsleriyle tekrardan öpüşmeye başlıyoruz. Harika değilim, bebek hiç değil! Neyim ben peki? Yanlış kişiden sevgi beklerken kırılan, pardon boşalan bir insan mıyım? Kim bilir beni böyle aşağıladığını düşünerek en iyisini yapıyorum. Böylelikle her bir yanından gösteriş akan sevgi dolu rezidansların içerisinde akım vermekten kurtulmuş oluyorum. Bir başkası olarak, iyi ama komik bir başkasının saçları ne güzel kokuyor! Ama saçları sadece yolun başlangıcı. Yine de daha fazla neresi öpülebilir ya da zevk almak için adım atılabilir? ‘Keşke rahatsız olmasaydım, biraz sancım da var ama gelmene o kadar çok sevindim ki, bunu tüm gece yapabiliriz’ derken ciddi olup olmadığını anlamak için gözlerine baktım. Bu sefer kırlente başını koyan oydu.
Birkaç ayın sonucunda ilk birlikteliğimizin bir saati biterken, nemli, terli ve yapışkan ellerini yüzüme değdirmiş halde üzerimde uzanıyordu. Göğüslerini hafiften okşarken gözlerini kapatıp, ince dudaklarını emiyor, sonra dayanamayıp öpüşmeye başlıyordu. Rahatsız olduğunu söylemese belki başka bir şeyler de yapacaktık ve asıl o zaman dayanılmaz bir yorgunluk içinde kendimi bulacaktım. ‘Ben acıktım, sen de yoldan geldin, bir şeyler hazırlayayım yiyelim mi’ diye sorunca, ‘olur canım’ dedim, ‘ben de bu arada bir duş alabilir miyim?’ ‘Tabi ki bebeğim’ derken ona tekrar sinir olmaya başladım. Bedenlerimizin zevk suları akmış olsa da ruhumda sancısı başlayan sıkıntının sebebini bulmakta güçlük çekiyordum. Küçükken kendime dediğim lafları tekrar ediyordum: ‘Senden adam olmaz ve o doğru hayat hiç olmayacak!’ Ne kadar samimiymişim kendimle! Şimdi içinde bulunduğum kirli suyun anlamını bile çözümlemekte zorlanıyorum. Duş alırken parmaklarıma baktım. Onun kullandığı duş jelinden vücuduma sürdüm. Tişörtüm ayaklarımın altındaydı. Keşke diğer kirli, poşette duran tişörtümü de yıkasaydım diye düşündüm. Adını bilseydim eğer seslenir, isteyebilirdim. Fakat olmaz, o kirli tişörte dokunmasını istemiyorum. Bir de beni ıslak ıslak çıplak görmesi de var ama az önce daracık kanepede yarı çıplak uzanan biz değil miydik? Şimdi ne olacak peki? Yemek yiyip, tekrar mı öpüşecek ve beni boşaltmasını mı seyredeceğim? Aşk koridor da duruyor. Mevcut olunandan daha derin kaygılar hissediyorum. Kendimi bir hayvandan farksız gördüğüm can sıkıntımı hissediyorum. Yavaş yavaş içine yuvarlandığım ve düşmekten çoğu zaman son an da kurtulduğum falezlerin arzulu doğasından sıkıldım. Başka bir şey olmalıydı ve ben kendimi daha iyi hissedebilirdim.
Tişörtü iyice sıktıktan sonra bana yüzümü kurulamak için verdiği havluyla bu sefer tüm vücudumu kuruladıktan sonra banyodan tişörtsüz bir şekilde çıktım. ‘Canım’ diye seslendim, ‘bunu nereye asabilirim?’ Cevap yoktu. Mutfağa bakındım, sonra kanepenin olduğu odaya; hayır, tuvalete bakındım, kapısı açık ve boştu. Üç oda daha vardı. Şansımı en soldaki olandan denedim, bu oda anne babasına ait olmalıydı. Bu sefer en sağda olan odaya girdim. Tül perdeden içeri Ay ışığı süzüyordu. Odanın sol köşesindeki yatağın ortasında bir şeyin kıvrandığını fark ettim. Yanına doğru yürüdüm. Yatağa, yanına uzanmak istiyordum. Pantolonumla bu uzanışı yapmak can sıkıcıydı. Yüzü duvara doğruydu. Yanına uzanıp, bir elimle göğsünün birini okşarken, ‘canım’ dedim, ‘ne yaptın, hazırladın mı yiyecek bir şeyler?’ Aldığım duş yüzünden canlanmış gibiydim. Onun gibi kokuyordum. Kullandığı duş jelini kullanmıştım ancak onun teninin kokusuyla karışınca daha hoş koktuğunu itiraf etmeliyim. Altındaki taytı çıkarıp, dizinden aşağı uzanan bir şort giymişti. Ona iyice yaslanmış halde, boynundan ve yanağından öperken elimi tutup, göğsünün üzerinden çekişini izledim. Karanlık devirlere ait bir heykelin yıkılışını andırıyordu elimin geriye doğru düşüşü. ‘Ne oldu canım’ dedim. ‘Bana canım deme’ dedi. Yanlış bir şey yapıp yapmadığımı düşünmeye başladım. Hafif geri çekilsem de bir ayağım ayaklarının üzerindeydi. ‘Çekil’ dedi. ‘Rahat bırak beni.’ İyice şüpheye düşmüş bir halde ‘yanlış bir şey mi söyledim ya da yaptım, ne oldu’ diye sordum. ‘Niye geldin, neden, ha neden?’ demeye başladı. Düşünmeden ‘senin için’ dedim. ‘Benim için ha, benim için! Sen ne dediğinin farkında mısın? Benim içinmiş! Ben kimim ki senin için? Hem niye geldim yanıma kadar? Ah aptal kafam, niye gel dedim sana! Annemler burada desem gelebilecek miydin sanki. Biner giderdin buradan.’ Susmak anlam ifade etmiyordu. İçi sıkılmıştı belli, konuşarak onu rahatlatabilirdim. ‘Yarın işe giderken görürdüm. Sadece görmek için geldim ki zaten seni!’ Bir anda tiz sesiyle ‘yalan’ diye bağırdığını duydum. ‘Beni görüp eline ne geçecekti? Sen de herkes gibi sikip, rahatladıktan sonra gidecektin. Her erkek aynı değil mi?’ ‘Neden ağzını bozuyorsun’ dedim ona. Ortamın çirkinleşmesini istemiyordum. ‘Bir şeyler yiyecek miyiz?’
Zıkkımın dibini yemek böylesiydi sanırım. ‘Hala yemek diyor, adama bak ya, beni yedin ya, beni tükettin, mahvettin ya, ne istiyorsun başka? Belki de yalan söylemesem, rahatsızım demesem şu an içime boşalmış olacaktın.’ Yalan söylediğini duyduğum an ellerini tutup, ‘demek yalan söyledin bana ha’ derken, bir an için kendime ‘ ne yapıyorsun sen, kadını zorlayacak mısın’ diye kendime söylendim. Geri çekildim. ‘Ne istiyorsun’ diye sordum. İkimiz de yatak da oturmuş haldeydik. Şimdi gözlerini görebiliyordum. Dizlerini göğüslerine doğru çekmişti. ‘Gitmeni istiyorum. Tamamen gitmeni, hayatımdan çıkmanı.’ ‘Ama neden’ dedim. Yanından ayrılınca düşünmeye başlamış ve beni kendisinden uzaklaştırmak için sebepler aramış olmalıydı. ‘Her şeyi ben kendim yapmış gibi söylüyorsun. Sen de beni arzulamıyor muydun? Ne oldu birden bire?’
‘Ne olur gider misin, git! Arka kapıdan, içeri girdiğin gibi çıkıp gider misin? İstemiyorum seni. Ben, ah, ben çocuğumu da kendimi de düşünmek zorundayım. On yedi yaşında evlendirildim zorla, ah, evet, dokuz yıl beraber yaşadığım, kocam dediğim adam var ve evet ayrıyız ama boşanmadık. Ben yeniden onunla yaşamaya karar verdim. Anlamıyor musun? Ben ileriyi de düşünmek zorundayım. Peki, sen, ah evet, sen, sen ne yapmayı düşündün şimdiye kadar? Bir iki görüşür, birbirimizden zevk almaya bakar, sonra da ayrılırız düşüncesindeydin değil mi?’ Şaşkın bir halde ona bakıyordum. Ne söyleyeceğimi tam olarak kestiremez haldeydim. O mu beni terk ediyordu yoksa ben mi onu önceden terk etmiştim de, bunu anladığı için mi benden uzaklaşıyordu? Aşk mı istiyordu? Eğer aşk istiyorsa şu söyleri karşısında eriyip, onun hayatına karışabilirdim. İşte bir sıkımlık can; öldürse, ölsem, ölmüş olsam kim hatırlayabilir beni? Annem mi? Zavallı kadın oğlunun ne halde olduğunu dahi bilmiyor. Bilse kahrolurdu eminim. Anneler çocukları için fedakâr olurlar, onu iyi biliyorum ama ben başka bir şeyden bahsediyorum. Annemin yine de benden yana sevgi dilenmesini, açıkça söylemek gerekirse böyle bir ölüm sonrası beni hüzünle anmasının ne kadar gurur kırıcı olduğunun farkındayım. Onun için saadet olabilme vaktinde değil miyim? Daha iyi şartlarda sağlık kontrollerinden geçecek. Çok sallanmayan, titremeyen bir araba aldığımda onunla yalnızca hastaneye değil, onu gezmediği yerlere götüreceğim. O hep hayalini kurduğum arazinin üzerindeki evin içerisinde sobanın üzerinde yavaşça çatırdayan kestaneleri yediğimiz anlar… Arkadaşım ben ölürsem daha iyi bir ortak bulacağına adım kadar eminim. Peki, ya beni diğer tanıyanlar? Onların pek de önemseyeceği biri olmadığım aşikâr. Onlara bu düşüncelerimden bahsetsem kendimi acındırdığımı düşünebilirler. Oysa benim kimseye eyvallah etmem gerekmiyor. Hem ölüm için bir gün belirtilmiş mi? Onun yanında ölmemek benim için büyük olasılıkla nimet olmalıydı. Bana küçük ağzıyla dakikalar boyunca yaptığı cinsel muameleden sonra böyle acı verici cümleler kurup, ok gibi yüzüme doğru fırlatması da pek de şaşırılası olmasa gerek! Geleceğini düşünüyor. Gelecek; mutlu bir sonun olmadığı yer de gelecekten bahsederken insan gülünç duruma düşüyor. Bir hadisenin sonunu düşününce, insanın gaye amaçlı yaşamaya başlıyor. Gayelerin da keyfi gelmeye ve sonuçta tatmin edilmesi güç yanı kavrandığı an, sonların hüznü insanı sarıp sarmalıyor. En derin varlığın yaşadığı ilişkilere derin anlamlar iliklemesindeki amaç, değerli bir derinlik içerisinde yaşamaktan başka ne olabilir ki? O da böyle bir şey mi düşünür? Sanırım… Yaşanmamış ve yaşanmaya değer görülmemiş bir hayattan kaçıyorum. Nereye? Kendimden başka sığınabileceğim, yürüyebileceğim yolların tarifsiz yalnızlıklardan başka çıkışı olamaz. Sanma ki ben burada senin için acı çekiyorum. Aslında baştan senden vazgeçmiş olmalıydım. Seni terk edemeyişime şu an yanıyorum. Gerçeğin dişine dokunmayacak, şu incir çekirdeğini doldurmaz zevklerin adı batsın! Oturup, gözlerimizdeki hüzünle karışık neşeyle birbirimize bakıp, iki ince belli bardakta çay içip dertleşseydik böyle kötü olmazdı.
Bir kez daha köpürdüm. Deniz olmak için ne engel olabilir? Birkaç koldan nehirlerin dilsiz balıkları uçuruma savurduğu yerde uyuyan uğultuları sularıma alıyorum. Sen nesin peki? Bir başka deniz mi? Hadi akalım diyelim, birbirimize akalım ve karışalım. Bu ne zaman mümkün olabilir. Müzik nerede; notaları kim çaldırdı yıldızların göz kırpmalarına ve solgun, dalmaktan uykusu gelmiş dünyanın hangi yanılgısı bu kadar derin izler var edebilirdi! Herkes onu arıyor. İyi bir başlangıç yaptığımı düşünmesem de ben de onu arıyorum. Arka kapı mıydı? Askılıkta duran poşetim ve içindeki kirli tişörtüm yerli yerinde; uçmayı unutan bir kuşum. Hızla bir cama çarpıyorum. Böyle değildi. Bir bayram sabahı düşünmüştüm. Kimse gelmiyor. Kapının zilini kimseler çalmıyor. Bu şehirde çocukların da koşan bacaklarına sıkmışlar. Ali, Ali’m, poşetin ne güzelmiş! Şeker mi istersin, çikolata mı yoksa para mı alacaksın? Bana inanmıyor musun Ali, Ali’m? Aç poşetini. Ali ellerini açıyor ve bir kuş fark etmeden cama çarpıveriyor. Yere düşüyor. Bir kanadı gövdesi altında, tekrar doğrulmaya çabalıyor. Bir süre sonra kendine gelince havalanıyor. Kanatlarını çırpıyor. Az ötede başka bir cama tekrar çarpınca, bu sefer tekrar havalanmaya gücü kalmıyor. Ali, Ali’m koşuyor. Elleri arasına alıyor kuşu ve gagasının içi kan dolu. Merhametli Ali bir peçeteyi küçük elleriyle sıkıştırıp, kuşun gagası içine sokup kanı alıyor. Ali, Ali’m soruyor ‘kuş ölecek mi?’ Bir daha uçmayacak mı? Ali’ye bakıyorum, ‘Ali’m diyorum, Ali, kuşlar uçmadan yaşayamaz Ali’m!’ Ali kuşu yavaşça yere bırakıyor. ‘Biraz sabır’ diyorum, ‘sabır Ali’m.’ Gölgesini kaybettirecek Ali’m. Ağlama Ali’m. Günden güne eriyen kar tanelerini andırıyor Ali’nin gözlerindeki yaşlar. Uçacak Ali, kuşlar hiç uçmadan yaşayabilirler mi?
Yanlış bir limana yanaşıp, yolcularını indiren kaptan kadar kederliyim. Haydi, şimdi toparla toparlayabilirsen o kadar yolcuyu tekrar! Bir ‘güle güle, Allahaısmarladık, kendine iyi bak’ yok bu sokakta. Bu sokakta camiye kadar matem havası var. Cami ölülerin mekânı, yaşayanlar da buraya uzak. Yeni sönmüş bir mum kadar kırılgan ve yalnızım. Üzerimdeki ıslak tişört ne zaman kurur bilemem, caddeler ne zaman düzlüğe kavuşur tahmin dahi edemiyorum. Yollar yürünmek, gitmek için var. Nice kavuşmalara ait bu yollar benden yana ayrılık musikisi çalıyor. Varsın tez zamanda kendimi kandırayım, bir daha aynı şarkı çaldığı an yeniden arşınlayayım.
‘…biz iki insan, iki varlık, burada sonsuza kadar bir daha buluşmamak üzere buluştuk. Ayrılığın adına nazlı bir sonsuzluk nefesini taç etmişler, burnunu sızlatıyor gece. Al ver, ver al, kaç nefes; sonra utandığımı hissettim, titredim, ayaklarımı uzattım. Boşlukta ayaklarımı gördüm. Ayağı kalkarken yuvarlandım, düştüm.’
Annem çöpün kenarında içi çeşitli kıyafetler dolu poşeti tutup eve getirdiği gün geri dönmüştüm. İçinden çıkardığı kıyafetleri halının üzerine serdiği bezin üzerine dökerken, etiketi üzerinde kırmızı bir taytı çıkarıp, ‘bak yepyeni, hiç giyilmemiş, bu teyzene olur sanırım’ diyordu. ‘Evi temizlerken eteğinin altına giyer, rahat olur bununla.’ Pencere kenarında durmuş, gözlerimin nemini silen şehrin rüzgarına yaktığım sigaranın külünü bahçeye doğru fırlatıyordum. Arınmadan namussuzluk basit kalıyordu. Yahut iyice kirlenmeden iffet yapraklarını yitiriyordu. Geçen zaman odaya dolan safdil bir ihtiyacı belgeliyordu. Geride kalanı unutmak için yaşama şansı verilen bir saniye daha hikâyesinin saatinde ‘ne yapacaksın’ diye bakıyordu. Annem kıyafetlerin arasından tutup elleriyle havaya kaldırdığı tişörtü bana gösterip:’ Çıkar şu üzerindekini, eskimiş yavrum, bak şu elimdekini giyen belki on kez giymemiştir. Üzerindekinden daha yeni duruyor’ dediği an bahçedeki boz renkteki kedinin miyavlama sesi geliyordu.
Telefonu poşetten çıkarmak için mutfak masasının yanına yürürken annem arkamdan ‘bak şuna evladım, bu da seninkinden yeni gibi duruyor’ diye sesleniyordu. Keşke her şey üzerimdeki tişörtü çıkarıp, değiştirmemle son bulabilseydi!
YORUMLAR
insan düşünmeden edemiyor kafasında bu kadar sorgulama ve çelişkileri bilen biri neden yapar bunları ve neden döner sorgular kendini.
ve
aşk demeyelim de zevk kahramanı , bir anlamda kendini beyaz atlı prens olarak görme ve kirli zevkin kendini motive ettiği günah keçileri / kadın, adam..
nerdesin be birader? bi sürü ortaokul anısı birikti, sen nerdesin?
bu sene değil geçen sene, hayatımda ilk kez bir... yok yok. anlatmayacığım bunu. en azından bugün anlatmayacağım.
hani üstümüze bi şeyler giyip çıkarıyoruz ya, mesela bi tişört... başımızı o delikten geçiriyoruz ve kısa süreli bir karaltı oluyor, bir daralma anı. işte her ne oluyorsa o karanlıkta oluyor.
yine abarttığımı düşüneceksin belki ama, yazıların benim için herhangi bir çok satan yazardan daha güzel. duygular, çelişkiler, insanî ve ahlakî sorgulamalar, her şeyden öte insana özgü hatalar. hepsi gerçek ve hepsi hayatın içinden. ne kadını suçlayabiliyorum, ne anlatanı... kim suçlu peki, yahut ortada bir suçlu var mı? kadın, adamın gitmesini istedikten sonra çakralar açılıyor, flaşlar bir bir patlıyor. hep söylüyorum, bağımsız film tadında...