- 662 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
509 - HAYALPEREST
Onur BİLGE
“Nazlı Hayal,
Bir rüya mıydı bir hayal miydi yaşadıklarımız? Ne kadarı gerçekti, ne kadarı sanal? Birazcık olsun hakikatle alakaları var mıydı seninle yaşadıklarımın? O zaman neden tamamen kayboldular? Hani ne oldular? Sen gidince düpedüz yalnızlık oldular, yalan oldular.
“Git artık, durma! Yüzüme vurma yalnızlığımı! Bakma gözlerime! Aldırma çaresizliğime! Zavallılığıma acıma! Alışkındır benim kulaklarım, yalnızlıkların sessiz çığlıklarına.” dercesine baktım, gelin arabasında gülücükler dağıtan yüzüne, bir ara. Yapmacık sevinç gösterilerimin arasına sıkışıp kalan çok kısa bir süreydi, birkaç saniye… Bir mahvoluş hali… Uçurumdan aşağıya yuvarlanma hissi… Bilmem yakalayabildin mi! Tüm davranışlarım göstermelikti, yalnız o durumum, gerçek ruh halimdi.
O menhus günden sonra uzun zaman kendime gelemedim. Sonra kendi telkinlerimin tesiriyle canlandırdım umudu. Her gün bir gayret yataktan kalktım, tıraş oldum, saçımı başımı taradım, giyindim kuşandım, bekledim… “Bugün o gün olur!” diye ümitlenerek… Bu arada demlendim de demlendim… Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar… Günlerin hiçbiri o gün olmadı, ne yazık ki! Ümidini kaybettim, hapsettim kendimi ve sevdamı içime.
Gelseydin de keşke uzak yıldızların donuk bakışlarını takınıp da gelseydin! Gelseydin de keşke, birkaç saatliğine görünüp de gitseydin! Özlemek ne kadar azap vericidir, nasıl kıvrandırır, deli eder insanı!..
Bir ateş çemberi vardı ve daraldıkça daralmaktaydı, dilsiz yalnızlığımın etrafında… Hangi âşık, hangi şair bilmez ki yalnızlığın işkencesinin acısını!
Yalnızlığımın en ücra yerinin ıssızlığındaydım. Bütün çıkışların kapatıldığı yerde… Kanıksanmış açmazlarımın bitimsiz sükûtunda… Ağız kurumuş, dil pusmuş, ses susmuş. Aptal gibi, saf gibi, heykel gibi, mecnun gibi, bön bön, kendinden geçmiş, öylece…
Durgunluğumu ve hüznümü gördüğünde: “Şairlerle müminler hüzünlü olur. Yüzleri mütebessim, kalpleri mahzun… Fakat sende bambaşka bir hal var, Necmettin! Neyin var? Anlatsana bana! Anlat da elimizden geleni yapalım!” dedi günün birinde Kaptan. O aralar bir şey demedim, diyemedim! Nasıl diyeyim! Bir gün, çok daraldığım, aklıma mukayyet olamayacağımı hissettiğim bir zamanda ona gittim. Sonra hasretine her dayanamadığımda gitmeye başladım. Bazen de o bana geliyordu. Her seferinde aynı güler yüzle karşıladı beni, aynı tatlı dille yavaş yavaş bana kendimi göstermeye başladı.
“İnsan, önce kendisini tanıyacak! Nedir, ne değildir? Kişi kendini bilmeden Rabbini bilemez!” dedi.
Hiç alışık olmadığım bir lisanla konuşuyordu. Hiç anlamadığım… “Ne söylüyor bu adam?” diyordum içimden ama yine de anlamış gibi yapıyor, anlama işini sonraya bırakıyordum.
Bir gün, evliyalardan bahseden bir kitap tutuşturdu elime: “Oku bunu! İçine ferahlık verecek, emin ol! Derdinin ilacı bunda! Buradaki sözlerin her biri inci değerinde… Biz bu incileri kümese saçmayız! Tavuk turaç ne anlar inciden mercandan! Onlara darı serpilir. Onlar ancak ona rağbet ederler. Biz bu değerli maneviyat incilerini, ilim irfan sahibi olmak isteyen münevver zatlara veririz. Ancak onlar kıymetini bilirler. Erkekler tespih eder çekerler, unutmamak için, kadınlar kızlar kolye yapıp boyunlarına takarlar, kaybetmemek için.” dedi.
Ne maneviyatı? Ne incisi, mercanı? Tespihmiş, kolyeymiş… Canım burnumdaydı zaten ama o kadar iyi niyetli ve benim için elzem bir insandı ki almak zorunda kaldım. Biraz da kızmadım değil! Kapıdan çıkar çıkmaz bükmeye başladım. Kıvırdım kıvırdım, hırsımdan sopa gibi yaptım! “İlk önüne çıkanın kafasına patlat!..” dedi şeytan!
“Sakin ol evladım! Sakin ol! Al götür, gönlü olsun! Oku ya da okuma, koy bir kenara, birkaç gün sonra da okumuş gibi getir geriye!” diye söylendim. Öyle ya! İçinden imtihan mı edecekti! “Okudun mu?” “Okudum!” Tamam! Daha ne?
Benim için yeryüzünde en önemli olan sendin! Sadece sen… Başka hiçbir şey umurumda değildi! Onun yanından ayrıldıktan sonra benim eski dükkânın önünden geçerken o köşeye baktım, ağlamaklı gözlerle.
“Bir kuşluk vaktiydi… Aylardan şubat... O yağmurlu günde geldi o! İşte şurada, dükkânın kapısının iç tarafında, hasır iskemlede pineklerken şu köşeden koşuşarak çıktılar. Üç kız arkadaştılar. Diğerlerini tanıyordum, onu ilk kez görüyordum. O mu köşeyi dönüyordu, geceleşen hayatımın zifiri karanlıklarına dolunay mı doğuyordu!.. O mu gülümsüyordu, güneş mi yere iniyordu!..” diye mırıldana mırıldana yoluma devam ettim.
Badem ağacı yine giyinip süslenmişti bahara, ne kadar mücevheri varsa takmış takıştırmıştı ama bana omuzları düşmüş, kolları yan taraflarına sarkmış, oldukça mahzunlaşmış gibi geldi. Galiba o da seni çok özledi. Altında ne bir tahta masa, ne birkaç sandalye… Herkes eline geleni atmış arsaya, çöplüğe döndürmüş. O ağaç, bizim en değerli ağacımız, sanki çöplükte bir pırlanta… Gölgesinde oturduğumuz zamanlar, beraberliğimiz süresinde bizi kuşbakışı seyreden, bütün bakışmalarımızı gören, bütün konuşmalarımızı dinleyen, kısacası yakınlığımıza şahit olan, belki de bize mutluluklar dileyen o ağaç öyle bir çevreyi hiç de hak etmiyordu. İnsanlarımız doğaya karşı ne kadar acımasız ve çevreye karşı ne kadar duyarsız!
Yollar ıssızdı sensiz, Kaleiçi tatsız… Yolun kenarına takvim yaprakları atmışlar, belki de onları rüzgâr getirmiş oraya, savurarak. Üstlerinde Hadis ya da Ayetler yazılıydı. Onlar yere atılır mı? Ayaklar altında sürünür mü! “Bu ne düşüncesizlik!” diye söylene söylene o tozlu yaprakları besmeleyle birer birer topladım, çöpe de atamazdım, yakmak üzere eve getirdim.
Takvim yapraklarını koparmaktı, yokluğunda benim de işim, günler bir an önce geçsin diye… Öyle ki zaman daha çabuk geçsin, geleceğin ve seni göreceğim güne gelsin dayansın diye ikişer üçer koparasım gelirdi!
Rüyalarımın sayfalarını çevirirdim her sabah, uyandığımda… Her sabah demeyeyim, sabaha karşı sızıp kalıyordum zira… İşte öğleye doğru ayıktığımda… Acaba o kısa süre zarfında rüya destesinin herhangi bir yerinde sana ait bir şeyler var mıydı diye… Her uyandığımda ilk aklıma gelen sen oluyordun. Gözümü açmadan seni arıyordum gördüğüm rüyalar arasında… Bulamazsam hayalime çağırıyordum siluetini, yüzünü… Görüntün tamamdı, yüzün bir türlü tam teşekkül etmiyordu, edemiyordu! Telaşım ve heyecanım yüzünü hatırlamamama mani oluyordu. Kahroluyordum! Sonunda aramaktan beyhuıt düşüyor, vazgeçmek zorunda kalıyor, isteksiz isteksiz, üstelik zorla kalkıyor, sakat topuğuma yüklenmemeye çalışarak, aksak aksak yürüyerek güne başlıyordum.
Güne seninle başlıyor, gün boyu seninle nefes alıyor, uykuya seninle dalıyordum. “Sen hatırıma geldin…” diye bir şey yok hiçbir zaman! Sen hiç hatırımdan çıkmıyordun!
Her yerden senin güzel sesin geliyordu. Her cihetten… Gözlerin oluyordu hayal meyal… Senin karşında duruyordum her defasında... Bedenin, kıyafetlerin, davranışların tamamdı, yüzün hep fülu… Hatırlamak istemiyorum artık gidişini ve ardından ne kadar ağladığımı! Kulaklarımdan silinmesi mümkün olmayan tek sesti sesin ama asla tam bulamadığım yüzün ve gözlerin… Ancak siyah beyaz resmin kadardın. Her hayalim onun aynısının tıpkısı… Sesinin yankısını bile işitip duruyordum, her dilediğimde.
Dün gece yine olanca hayal gücümü kullanarak gayret ediyordum yüzünü olduğu gibi hatırlamak için… Uğraşırken uyuyakalmışım.
Ben uçuk kaçık bir hayalperestim. Hiçbir zaman da realist olamayacak kadar müzmin hem de… Seni hayallerimle, rüyalarımla seviyorum. Seni, baştan beri nasıl sevdimse aynı şekilde seviyorum. Sana karşı bir yanlışım oldu mu? Hatırlamıyorum. Sen de bir şey demeden karar aldın, onun peşine takıldın. Hakikaten bunun için çok canım sıkıyor. Bari mutlu olsaydın, bu kadar ıstırap çekmeyecektim. “Onunla teselli olacaktım. Ben mutlu olamadım, o bari olsun!” diyerek çıkacaktım işin içinden.
Kim bilir ne kadar gözyaşı aktı şu gözlerimden! Zaten çoktandır bulanık görüyordum yazıları. Geçenlerde Giritli Mahallesinin bir sokağında, çamurla taştan örülmüş üstü beyaz badanalı bir duvarın üstünde bir gözlük buldum. Ona buna sordum, sordurdum, sahip çıkan olmadı. Attım cebime, gerektikçe taktım gözüme. Çok da tutmadı ama hiç yoktan iyidir yine de…
Uzaklarda olmana da razıydım inan ki hatırlayabilseydim her görmek istediğimde net olarak yüzünü… Sadece sesin ve arada sırada sesinin yankısı… Gel de katlan, katlanabilirsen!
Neyse! Göreceğim yakında! Doya doya seyredeceğim o güzel yüzünü, aşkmavi çocuk bakışlı gözlerini…
Hayalperest”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 509
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.